YAZARLAR

Sezgin Tanrıkulu niye saldırı altında?

Silahlı İnsansız Hava Araçlarının öldürücü operasyonlarda kullanılmasında karar kılındığı anda, temize çıkmanın tek yolu kalır: Kimi vururlarsa vursunlar, terörist odur. Sezgin Tanrıkulu, bu sistemin hukuki ve ahlaki sorunlarını ifşa etmeye yöneldiği için saldırı altında.

CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu ne dedi de bu kadar öfkeye yol açtı? Başsavcı niye harekete geçti? Öldürülenlerin silahsız sivil olduğunu söylemek, aksini kanıtlama imkanı da varken, niye öfkeye yol açıyor? Daha önce “öldürülenlerin silahsız sivil olduğu” birçok vaka yaşandı, hiçbiri bu kadar yoğun bir tepkiye yol açmadı. Neden?

Peşin söyleyeyim: İnsansızlıktan. İnsansız Hava Araçları meselesinden.

İnsansız hava aracı, diyorlar. Geliştirme çalışmaları ve amaçla kullanımları 11 Eylül’den sonra hızla arttı. Amerikalılar, Afganistan, Pakistan ve Irak’ta bu araçlar aracılığıyla on binlerce kişiyi öldürdü. Bu araçları kullananlardan biri, Brandon Bryant, ABD’den yönettiği bir araçla bir çocuğu öldürdüğünü gördükten sonra (mesai arkadaşı ona “vurduğumuz çocuk değil köpekti” dediyse de) bunalıma girdi, ordudan ayrıldı, insan hakları savunuculuğu yapıyor. “Yaşam saygımı yitirdim” diyecekti Bryant ve kendisini bir “sosyopat” olarak görmeye başlayacaktı çalıştığı süre içinde. İstifa edince kendisine başarılarını gösteren bir belge verilecek, belgede 1626 kişiyi öldürdüğü yazılacaktı. Bunların kaçının tamamen masum olduğu sorusu içini kemiriyor. “Bir kişiyi öldürebileceğimi bile düşünemezdim” diyor. O belgeden utanıyor. Yaptıklarının, Amerika’nın yaptıklarının utanç verici olduğunu defalarca dile getirdi. O utancı nasıl işlemişti? Nasıl mümkündü bu? Bir masa başında ekran izleyerek ve düğmeye basarak.

'ÖLDÜRÜCÜ ROBOTLAR ÇAĞI'

Türkiye’de bu araçların kullanımı gündeme güçlü bir şekilde girince ahlaki ve hukuki uyarıları kamu önünde yapan ilk isimlerden biri Metin Gürcan oldu. Gürcan,  'Öldürücü robotlar çağı başladı mı?' başlıklı yazısını şöyle bitiriyordu: “Umarım Türkiye’de de otonom olmayan, yarı-otonom ve tam otonom robotik sistemler konusunda teknoloji manyaklığı yanında sağlam hukuki, felsefik ve etik tartışmalar yaşanır. Çünkü araçlıktan çıkarak giderek ‘amaçlaşan’ ve kendi gerçekliğini üreten robotik sistemlerin ürettiği ölümcül güç ancak hukuk, felsefe ve ahlaki tartışmalarla ‘ehlileştirilebilir’ ve ‘meşrulaştırılabilir.’”

Bu çok sarih ve çok yerinde arzu gerçekleşmedi. Şimdi Tanrıkulu, tam da Gürcan’ın işaret ettiği “tehlike”lerin gerçekleşmesini gündeme getirdiği için ağır saldırı altında. En son İçişleri Bakanı, “Teröristin kol saatini bile görebiliyoruz” vurgusuyla kampanyaya katıldı. Kol saatini bile görebiliyorsak, o zaman vurabiliriz de! Teknoloji fetişizminin zirvelerinden biri.

ROBOSKİ: BENZERLİKLER, FARKLAR

Roboski katliamından sonra hükümet yetkilileri üç şey söylemişti:

Bu, bir kaza. Beş bin metreden Ahmet mi Mehmet ayırt edilemiyor. Teröre karşı mücadeleye devam etmek zorundayız.

Kaza ve kader meselesi kadim mesele ya F-16 ile “iç güvenlik operasyonu” yapacaksanız, artık ortada kaza diye bir şey kalmaz: Hukuken gerekli olan “dur” ihtarı da, ateş ettiğinizin kim olduğuna ilişkin bilgi de artık belirsizleşmek zorundadır; böyle olunca Ahmet ile Mehmet’in sonu kesinleşmiştir.

Roboski, eski bir sistemin “kaza”sıydı: Sen bombala, teröristse biz kazanırız, değilse biz kaybetmeyiz (ölen?) sistemi. Klasik savaş uçağıyla başka sonuç mümkün değildir zaten. Uçağın “iç güvenlik”te kullanılmasının imkansızlığı buradan gelir; uçak kullanıyorsanız artık “iç güvenlik” değil, “savaş” vardır.

İnsansız Hava Araçları meselesi ise tamamen yeni soru ve sorunlar getiriyor. Bunlar, malum, “robotik” sistemler. Pilotları yok. Beş bin metreden değil, belki bin belki daha çok kilometreden (Bryant’ta olduğu gibi onbinlerce kilometreden) çalıştırılıyor. Yani klasik hava bombardımanı sistemindeki istihbarat+ateş mekanizması yok artık: İstihbaratı da kendi teknolojisinin gördüğü şey. Bakan Soylu’nun söylediği de bu: Öyle iyi görüyor ki, kolundaki saatin markasını görüyor. Peki. Ahmet ile Mehmet’i nasıl ayırıyor?

Tam otomatik bir sistem, bir şey ayırma ihtiyacı duymaz zaten: Programına göre vurur, Ahmet ile Mehmet ancak vurulduktan sonra ayrılabilir. Allah devlete millete zeval vermesin.

Yarı otomatik sistem, aracın kamerasının çektiği görüntüyü izleyen kişinin bilgi, görgü, tecrübe ve ahlakına ve tabii ki karar için sahip olduğu zamana bağlı olarak işler: Birkaç saniye içinde karar vermesi gerekebilecektir. Ahmet ile Mehmet ancak vurulduktan sonra ayrılabilir. Allah devlete millete zeval vermesin.

Otonom olmayan sistem için de durum ikinciden pek farklı değildir. Son iki sistem, Brandon Bryant’ın vicdani bunalımlara girmesine yol açan işler yapar, başka da bir iş yapamaz.

SİSTEM NEYİ GÖRÜR, NEYİ GÖREMEZ?

Sistemin “iyi” işleyebilmesi için aslında tek şart vardır: Karşılaşıp ateş ettiği herkesin “terörist” olduğuna dair peşin bir kabul, baştan alınmış bir karar. Tıpkı Amerikalıların Afganistan ve Irak’ta yaptıkları gibi. Bakan Soylu da Tanrıkulu’na cevaben bunu söylüyor: Saatini bile görüyoruz. Ya insan? O terörist zaten. Kamera böyle diyor. Bu kameralar, klasik hava araçlarının elde ettiği görüntülerden ya da hatta beden görüntüleme cihazlarından daha “sahih” görüntüler veremez aslında; görülenin ne olduğuna dair daima bir “yorum”, bir “uzmanlık” gerekir. Birkaç saniye içinde hayat memat kararı almak, öldürülen kim olursa olsun sorun çıkmadığında sürdürülebilir bir sisteme yol açar ancak.

Bu sistemin tartışılması istenmiyor, Tanrıkulu’na yönelik öfke ve saldırganlığın sebebi bu: Tanrıkulu eğer “haksız” bir suçlama getirmiş olsaydı, haksızlığını saatin markasını gören görüntülerin de yardımıyla, elbette ortada ölümler de olduğuna göre savcılık soruşturması eşliğinde ortaya koymak hiç zor olmazdı. Bu yola girilmemesinin sebebi, soruşturma hedefi olarak Tanrıkulu’nun seçilmesinin sebebi, gündemleştirdiği asıl şeyin silahlı-sivil ayrımı olmamasından kaynaklanıyor.

Tanrıkulu, mutlaka yapılması gereken tartışmayı, robotik öldürücü sistemlerin hukuki ve ahlaki sınırlarının ne olacağına ilişkin tartışmayı başlattığı için hedef seçildi.

Bu sistemler, hedef alınan kişilere yönelik hiçbir uyarı yapma imkânı vermezler.

Bu sistemler, hedef alınan kişilere yönelik hiçbir ayırıcı bilgiyi tanıyamazlar.

Bu sistemler, hedef alınan kişilere yönelik fiilin failini gizlerler, hatta yok ederler. Fail, fail olduğunu anlamakta zorlanır. Brandon Bryant böyle 1626 kişiyi öldürebildi.

Bu sistemlerin öldürücü operasyonlarda kullanılmasında karar kılındığı anda, temize çıkmanın tek yolu kalır: Kimi vururlarsa vursunlar, terörist odur. Bu durum, ne iç güvenliğe ilişkin (OHAL dahil) kurallarına uyar ne de mevcut savaş hukuku kurallarına. Amerikalılar ve ortaklarının Afganistan ve Irak’ta yaptığından başka türden işler mümkün değildir bu sistemlerle iş görüldüğü sürece. Sezgin Tanrıkulu yanılıyor bile diyemiyorlar, o yüzden o da terörist demeyi seçiyorlar. Bu sistemlerle çalışanın başka şansı yoktur: İnsansız Hava Araçlarının vurduğu herkes teröristtir. Vurduklarının silahsız sivil yurttaşlar olduğunu söylemek terörizmdir. Böyle olmazsa, sistem çalışmaz. “Terörist” denilen kişinin de “yurttaş” olduğu ve bir hukuka tabi olduğunu söylemeye kalkmak, zaten uzun süredir terörizmle suçlanmaya hazır olmak demekti; şimdi ise “silahsız sivil yurttaş”ların silahsız sivil yurttaş olduğunu söylemek terörizmle suçlanmak için yeterli.

Öldürmeyi kişisizleştiren, anonim bir iş haline getiren bu sistemlere karşı hukuku ve ahlakı hatırlatan Sezgin Tanrıkulu’na yönelik saldırı, anonim, sorumsuz öldürme makinelerinin sorgusuz sualsiz kullanımda tutulma çabasından başka bir şey değil. “Terör” metaforunun arkasına sığınılarak ahlaki, hukuki ve felsefi sorumluluklar yok edilmek isteniyor.