YAZARLAR

Güven vermeyen bir 'yüksek mahkeme'

Nereden de çıktı şimdi bu “Yargıtay” meselesi? Tahmin ettiğiniz gibi Yargıtay Başkanı’nın geçenlerde “2017-2018 Adli Yılı Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmanın tamamını –boş bulunup!- satır satır okumuş olmamdan. Ben böyle bir şeye şahit olmamıştım. Bir Yargıtay Başkanı kürsüden tamamını (34 sayfa) okuduğu (“kuvvetler ayrımı” bahsinin atlandığını söyleyenleri unutmadan) böyle bir metni nasıl kaleme almış olabilir anlayabilmiş değilim.

Yargıtay’ın “güven vermeyen” bir “yüksek mahkeme” olduğuna dair yazılarımdan birinin konusunu Hrant Dink’in Agos’ta yayımladığı “Türk’ten kurtulmak” başlıklı yazısından dolayı açılan ve karara bağlanan davasının Yargıtay’daki serüveni oluşturuyordu. Söz konusu yazı hakkında birileri suç duyurusunda bulunup İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlatınca Adalet Bakanlığı da (imza: Adalet Bakanı Cemil Çiçek) soruşturma izni vermişti. Dink’in yargılanması sürecinde yine malum birileri müdahil oldu. Bilirkişi raporunda Dink’in “Türklüğe hakaret” etmediği yönünde görüş bildirilse de mahkeme bildiğinden şaşmadı ve 301’den cezayı kesiverdi.

Hatırlamayanlar açıp bakabilir. Bilirkişi raporu tabii ki gerçeğe işaret ediyordu. Ortada hakaretten eser yoktu. Neyse ki nasıl olsa mahkemenin bu keyfi kararının düzeltilebilmesi için Yargıtay gibi yüksek hakimlerden oluşan bir kurumumuz vardı. Ama ne gezer: o meşhur 9'uncu Ceza Dairesi –beklendiği gibi- cezayı onayladı. Neyse ki hiç değilse Yargıtay Ceza Genel Kurulu adını taşıyan bir kurulumuz vardı; 9'uncu Ceza Dairesi’nin kararına bu “akiller heyeti” katılmayacaktı herhalde…

Siz öyle sanın” dediğinizi duyar gibiyim… Haklısınız bu “akiller heyeti” de Şişli Adliyesi’nden hareket eden kararı yerinde buldu. Kararı onaylarken mırıldandıkları cümlelerin nasıl bağlandığını aktarayım hiç değilse:

“…herhangi bir düşünce açıklaması olarak değerlendirilemeyecek beyanlar ve açıklamalar hukukun korumaya aldığı düşünce ve ifade hürriyeti kavramı dışına taşacağından fiile hukuka uygunluk niteliği kazandıracak eleştiri hakkı olarak değerlendirilmesi de olanaksız hale gelecektir.’’

Evet evet öyledir… Hukukunuzun “korumaya aldığı düşünce ve ifade hürriyeti kavramı” dışına taşan laflara (hatta “düşüncelere”!) tahammül edilemez tabii ki…

Okurlarımın malûmu olduğu bu bilgileri niçin aktarıyorum derseniz? Vazgeçtik hukuktan/mukuktan, bir mahkemenin (hem de “yüksek”) önüne gelen iki satırlık bir metni anlayamamasını nasıl açıklayacağız? Dikkat ederseniz, “kötü niyet” vs. gibi sözcükler kullanmıyorum. Mesele her şeyden önce çok basit ve bu niteliğinden dolayı “korkutucu” bile denilebilir. Önlerine konan metni anlamaktan aciz bir “Kurul”dan ne beklenmez ki?

Bu faslı kapatmadan şunu da hatırlayalım: Yargıtay’dan çıkan bu karar Hrant’ın öldürülmesiyle sona eren süreçte tabii ki son derece etkili oldu.

Peki, nereden de çıktı şimdi bu “Yargıtay” meselesi? Tahmin ettiğiniz gibi Yargıtay Başkanı’nın geçenlerde “2017-2018 Adli Yılı Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmanın tamamını –boş bulunup!- satır satır okumuş olmamdan.

Ben (gerçekten) böyle bir şeye şahit olmamıştım. Bir Yargıtay Başkanı kürsüden tamamını (34 sayfa) okuduğu (“kuvvetler ayrımı” bahsinin atlandığını söyleyenleri unutmadan) böyle bir metni nasıl kaleme almış olabilir anlayabilmiş değilim. Yüksek Mahkeme’nin başkanlığını yürüten bir yargıç, hukuku, hukuk devletini bu derece mi baştan savma bir tarzda anlatır ve savunur?

İsterseniz, yazının izin verdiği ölçüde söz konusu metni karşımıza koyup adım adım ilerleyelim:

Yargıtay Başkanı söze şöyle başlıyor: “Sayın Cumhurbaşkanım, değerli konuklar, saygıdeğer meslektaşlarım, kıymetli basın temsilcileri…

"Nesi var bu sözlerin?" diyorsanız cevabım şöyle olacak: Başkan “Sayın Cumhurbaşkanım” diyerek söze başlıyor ama salonda cumhurbaşkanı yok... “Olup/ olmaması çok mu önemli?” demiyorsunuzdur umarım, çünkü Başkan’ın salonda bulunmayan bir cumhurbaşkanına hitap ederek söze başlaması hiç mi hiç âdetten değildir. (Alıntıları Yargıtay’ın sitesinden aldığımı belirteyim.)

Başkan’ın salondakileri selamlamasından sonra sarf ettiği şu sözlere de bir anlam veremedim: “2017-2018 Adli Yılını,ülkemize, milletimize ve tüm insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesi dileğiyle açıyorum.” Bir anlam veremedim, çünkü bir adli yıl açılışının (“ülkemize, milletimize” faslını anlasak da) “tüm insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesi” dileğine bir anlam veremedim doğrusu…

Neyse, daha ciddi konulara yönelelim:

“Genel itibarıyla değerlendirildiğinde, yargı sisteminde geçmişten gelen bir kısım yapısal sorunlardan kaynaklı risklerin halen devam ettiğini söyleyebilirim. Konuşmamın ilerleyen kısımlarında daha ayrıntılı bir şekilde açıklanacağı üzere, bu risklerin başında ağır iş yükü ve adli hizmetlerin kalitesindeki eksiklik gelmektedir.”

Bu kadar mı? “Yargı sisteminde geçmişten gelen bir kısım yapısal sorunlar” bundan mı ibaret? Bütün mesele “ağır iş yükü” ve “kalite eksikliği”nden mi ibaret?

“Halkın yargıya duyduğu güvenin ve memnuniyetin artması için, kişisel ve kurumsal anlamda fedakârlık göstererek bilgiye dayalı çözümler üretme sorumluluğumuzun bilincindeyiz.”

“Bilgiye dayalı çözümler üretmek”? Ben bir şey anlamadım doğrusu…

“Yargıtay’ın en büyük hazinesi üstün yetenekli, bağımsız, tarafsız, seçkin, adil ve fazilet timsali hukukçuların Yargıtay’da görev almasıdır.”

Gördüğünüz gibi “tevazu”dan eser yok…

x x x

“İnsan ve diğer yaratılanlar arasındaki yaratılıştan gelen temel fark akıldan ziyade adalet duygusudur. Adalet toplumla devlet arasındaki manevi bağdır. Büyük medeniyetler adaletle yükselmiş, adalet güneşinin sönmesiyle yok olup gitmişlerdir. Tarih boyunca kurulan büyük Türk devletleri de adalet ideali üzerinde yükselmişlerdir.”

“Adalet” -Başkan’ın belirttiği gibi- gerçekten de “toplumla devlet arasındaki “manevi bağ” mıdır? Sizi bilmem ama bu tanım bana biraz “ayakları havada” geldi…

Başkan, bu fasılla ilgili olarak Mevlana’nın şu sözlerini de aktarıyor: “Her şeyi yerli yerine koymak”.

Doğrusu, Mevlana’nın bu sözlerinin de “adalet tanımı”nda yeri olmasa gerek…

x x x

Başkan bu sözlerin ardından (“adalet” kavramı dolayısıyla olsa gerek) “vicdan” meselesine giriyor. Kısa bir “vicdan” tanımından sonra bu kavramın günümüzde “iyi bilindiğini ve uygulandığını” söylemenin güç olduğu belirtiliyor. Bu tespitin hemen ardından da söz konusu tezi destekleyen şu örnekler sıralanıyor:

"Yakın çevremizde ve dünyada yaşanan sonu gelmeyen çatışmalar, savaşlar, yüzlerce göçmenin batan tekneleri ile kıyıya vurmuş cesetleri, açlık, yoksulluk ve çocuk yaştaki askerlerin görüntüleri, bu yüzyılda vicdandan ne kadar uzaklaşıldığını göstermektedir. Kırmızı tişörtü, kısa pantolonu, minik ayakkabısıyla Bodrum sahilinde yüzükoyun yatan ve hepimizin hafızalarında yer alan Suriyeli Aylan bebeğin fotoğrafı, aslında insanlığın yirmi birinci yüzyılda terk ettiği vicdanın resmidir. Bu konuda Türkiye’nin aldığı sorumluluk ve Türk halkının yapmış olduğu maddi ve manevi fedakârlıklar, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm dünyaya verilen bir vicdan dersi niteliğindedir. Bugün ülkemiz onurla ifade etmem gerekirse dünyanın vicdanını tek başına temsil etmektedir."

Sıralanan örneklerin dönüp dolaşıp “Bugün ülkemiz onurla ifade etmem gerekirse dünyanın vicdanını tek başına temsil etmektedir” neticesine ulaşması sizce de çok (ama çooook!) iddialı kaçmamış mı?

Konuşmanın (metnin) bu noktasından sonra Başkan’ın “vicdan” meselesinden “ahlak” meselesine geçtiğini gözlüyoruz. : “Akla ve vicdana uygun davranmak aynı zamanda ahlaki bir sorumluluktur. Ahlaki sorumluluğun çekirdeği ise insanın onurudur. Daha açık bir anlatımla onur sahibi özgür insanlar ahlaki sorumluluklarını tam olarak yerine getirecek şekilde akla ve vicdana uygun davranış sergileyebilir.

İşte size yine problemli bir yargılama yetisi…

Başkan’ın bu çerçevede verdiği bir örneği de atlamayalım:

"1982 Anayasası'nın m.138/1 hükmüne göre, 'Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' Bu nedenle bir hâkimin anayasayı, kanunu ve hukuku ne kadar iyi bilmesi gerekiyorsa, vicdanı ve vicdani kanaatin oluşma sürecini de o ölçüde iyi bilmesi ve en önemlisi vicdan sahibi olması da gerekir. Bir yargı mensubunu üstün kılan, onu kendi istek ve hırslarından kurtararak sadece hukuku uygulamasını emreden vicdanıdır."

Siz ne düşünürsünüz bilemem ama bu tanım da (ya da “görüş” vb.) bana adalet konusunda raydan çıkış belirtileri gibi göründü.

Devam edelim:

“İnsan ile hayvanları birbirinden ayıran temel fark sorulduğunda verilen cevap genellikle akıldır. Oysa doğru cevap adalet duygusu ve hak bilinci olmalıdır. Akıl gibi adalet duygusu da yaradanın bir armağanıdır. Ancak doğruyu yanlıştan ayırma becerisi veya hissi de diyebileceğimiz adalet duygusu sadece insana aittir. Genel olarak vicdan olarak da isimlendirebileceğimiz bu duygu hak ve adalet bilinciyle birlikte merhamet, sevgi, şefkat gibi duyguları da içermektedir."

Başkan’ın bu noktadan sonra felsefe / hukuk bilimi karşılaştırmasına girdiğine şahit oluyoruz:

"Felsefe için sadece bir tartışma konusu olan bu kavramlar hukuk biliminin alanına girdiğinde somut, ölçülebilir olmak zorundadır. (…). Günümüzde biz hukukçuların da dâhil olduğu yapılan en büyük hata, adaleti idealize etme hastalığıdır. Felsefecilerden bile daha fazla romantizm ile adalete dair özlü sözler söyleyip okuyarak adalet duygumuzu tatmin etmeye çalışıyoruz."

Bu sözlerin aynı doğrultuda devamı da var ama canınızı daha fazla sıkmamak için bu faslı atlıyor ve konuşmanın (metnin) “empati / sempati” meselesine ilişkin bölümüne geçiyorum:

“Empati ve sempati bile karşısındaki kişiyi ve şartlarını bilmeyi gerektirir. Biz buna akıl, bilim ve vicdanın birlikte yoğrulduğu bilgelik diyoruz. Bu birleşimi Roje Garodi çok güzel tanımlıyor: Bilgelik, sebepten sebebe yükselen bilimin hareket alanına asla sınırlama getirmeksizin, bilimin insanın imhasına veya ilahi boyutlarının budanmasına değil de, kendisine belirlediği insani hedeflere yönelsin diye gayeden gayeye, alt gayelerden daha üst gayelere kanat açar."

Konuşmanın aktardığım bu son bölümü beni iki açıdan şaşırttı. “Empati / sempati” derken devreye “Vicdan ile din ve inanç ilişkisi” gibi Adli Yıl Açılış Töreni konuşmasında niçin yer aldıklarına akıl erdiremediğim bir kavram üçlüsü çıkıverdi… Bu üçlü de bizi “bilgelik” kavramına taşıyıverdi. Hem de bir düşünürden yapılan alıntıyla. Bu düşünür (metinde karşınızda duran) Roje Garodi’den başkası değildi. “Olabilir” dedim kendi kendime, alıntı yapılan Roje benim adını bugüne kadar duymadığım ünlü bir düşünürdür herhalde… Ama çok geçmeden ayıldım; konuşmada (ve tabii ki metinde) adı geçen Roje Garodi,bizim Roger Garaudy olmasın? Evet evet o idi, Roger Roje, işe Hegel ile başlayıp Marksizm'le (pratikte Fransız Komünist Partisi) devam edip sonradan Müslüman olan Garaudy, Garodi oluvermişti!

Sizi bu “sıkıcı” alıntılarla fazlasıyla meşgul ettiğimin farkındayım. En iyisi bir “hazine” değerinde olan konuşmanın kalan bölümünü de önümüzdeki yazıda (tadını çıkararak) gözden geçirelim.