
‘Narcos’un eksik karakteri
Son yılların önemli dizilerinden “Narcos”un ilk sezonunun dördüncü bölümünde, hikayede çok da önemsenmeyen bir adamla tanışmıştık: Barry Seal. Pablo Escobar’ı yakalamak isteyen Amerikalı ajanlar bir tesadüf eseri Barry Seal’in kokaini Kolombiya’dan ABD’ye götüren pilot olduğunu öğreniyordu. Kahramanlarımız Javier ve Steve, kadınlara düşkünlüğü ile bilinen Barry Seal’ı bir randevuevinin kapısında yakalıyor ve sorguya çekiyordu. Kaçakçının onlara verdiği fotoğraflar hem Amerika’nın Nikaragua’ya olan politikasını hem de bir dönem CIA için de çalışmış olan Seal’in hayatını değiştiriyordu. Ama bütün bunlar dizi içinde on dakikada olup bitmişti.
İlginçtir, bu hafta gösterime giren “Barry Seal: Kaçakçı” (American Made) filminde karakterin kadınlara olan düşkünlüğünü göremiyoruz. Daha çok ailesine düşkün gibi resmediliyor. Ama filmin derdi bu değil.
FIRSATÇI BİR PİLOTTAN, ULUSLARARASI SUÇLUYA
Parlak bir pilot olan Barry Seal, puro gibi basit kaçakçılık işleri yaparak aile bütçesine katkı sağlamaktadır. Bir gün CIA’den olduğunu söyleyen Monty Schafer adlı bir adamla tanışır. İşini bırakması, bir şirket kurması ve ülkesine hizmet etmesini teklif eder. Dünyanın en hızlı çift motorlu uçağıyla Latin Amerika üzerinde uçacak ve Komünist gerillaların kamp alanlarını fotoğraflayacaktır. Ancak kazandığı para Seal’a yetmez. Fırsat ayağına gelir. Pablo Escobar bu yetenekli pilottan kokainlerini ABD’ye götürmesini ister. Üstelik kilo başına 2 bin dolar verecektir. Seal kolay paranın hazzına kapılır ve işi kabul eder ama CIA’in de ondan istekleri bitmez.
Bu sefer Nikaragua’daki kontra güçlerine silah götürmesi istenir, yetmez kontraları ABD’ye getirmesi talep edilir. Bir yandan kontrol ettiği uçak filosu büyürken, diğer yandan da yaptığı işlerin sayısı artmaya ve kontrolden çıkmaya başlar. Nikaragua ile uyuşturucu trafiği arasındaki bağlantıyı kanıtlamak için gerçekleştirilen bir operasyonda deşifre olması bütün işleri karıştırır. Aslında buraya kadar anlattıklarımız, hala VPN ile girebildiğimiz Vikipedia sayfalarından okunabilir. Mevzu bu hikayenin filmde nasıl ele alındığı.
2012 yılında “Stash House” adlı vasat korku filminin senaryosunu yazan Gary Spinelli bu kez birkaç adım ileriye atmış görünüyor. Ama filme asıl damgasını vuran “Geçmişi Olmayan Adam, 2002”, “Mr and Mrs. Smiht, 2005”, “Dürüst Oyun, 2010”, “Yarının Sınırında, 2014” gibi filmlere imza atam yönetmen Doug Liman. Yönetmenin alametifarikalarından olan tempo bu filme de damgasını vuran şey.
Liman, ele aldığı karakterin tempolu ve karmaşık hikayesini filmin görsel dili kurarken de kullanıyor. Bir yandan Barry Seal’in iç içe geçen ve giderek karmaşıklaşan ilişki ağları akıp giderken, arka planda da ABD’nin orta ve Latin Amerika’ya yönelik siyasetinin izlerini görmek mümkün. Tabii Reagan, Noriega, Escobar gibi tanıdık simalar eşliğinde…
KARAKTERİNİ YARGILAMIYOR
Film, karakterine karşı her hangi bir önyargıda bulunmamaya özen gösteriyor. Yargılamamaktan uzak duruyor. Kendisini çok akıllı ve fırsatçı olarak gören bir adamın daha büyük akıl ve organizasyonlar tarafından nasıl kullanıldığını ve günü geldiğinde de kenara atıldığını görmemiz isteniyor belli ki.
Barry Seal’in hayatından oluşturulan hikaye, yalnızca dönemin politik ve narkotik trafiğinin fotoğrafını çekmiyor. Bir yandan da kişisel bir hikaye anlatıyor. Motivasyonu ‘ailesini daha iyi şartlarda yaşatmak’ olan fırsatçı bir adamın, şartları kontrol edemez hale gelişine ve yok oluşana da tanıklık ediyoruz. Barry Seal’in kazandığı paraları artık kontrol edemez hale geldiği, koyacak yer bulamadığı zirve anlarında aslında ağa takılmış bir balık gibi çaresiz kalışını izliyoruz.
Barry Seal’ı canlandıran Tom Cruise “Görevimiz Tehlike”deki karakterinden bir türlü sıyrılamasa da böylesi tempolu bir film için akıllara gelebilecek en ideal isimlerden birisi olarak duruyor. Ama filmin dikkat çeken performansı, Seal ile sürekli temas halinde olan ve onu yönlendiren CIA ajanı Monty Schafer’ı canlandıran Domhnall Gleeson’dan geliyor.
“Barry Seal: Kaçakçı”, ne tam olarak aksiyona meylediyor ne de politik bir film olmanın sınırlarına yaklaşıyor. Ama her ikisini de yeterince barındırdığı için izlenmeyi de hak ediyor açıkçası.
ORİJİNAL ADI: American Made
YÖNETMEN: Doug Liman
OYUNCULAR: Tom Cruise, Sarah Wright, Domhnall Gleeson, E. Roger Mitchell, Jesse Plemons, Alejandro Edda
YAPIM: 2017 ABD
SÜRE: 115 dk.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Marriage Story: Hatırladıklarımız ve hissettiklerimiz
“Marriage Story”, açılış sahnesinden başlayarak, hikayeye avukat olarak Laura Dern- Alan Alda- Ray Liotta üçlüsünün dâhil olduğu ve boşanmanın bir savaşa dönüştüğü anlara; oradan Adam Driver ile Scarlett Johansson’un döktürdüğü kavga sahnesine ve nihayet dinginleştikleri finale kadar çok iyi yazılmış bir metin.
Hafıza ve anlam üzerine
Her şey, filmin ilk yarısındaki küçük ayrıntıların içinde anlamını kazanıyor yavaş yavaş. “Beni öpmeyi ilk kez ne zaman aklından geçirdin” sorusunda örneğin… Bu soru önce karakterin gözünde bir anı/ görüntüyü harekete geçirirken, seyircinin de bir an o ana dönüp karakterle birlikte o ilk heyecanı yeniden keşfetmeye davet ediyor film.
Charlie’nin Melekleri: Daha az seksi, daha çok kadınsı!
İkinci filmin üzerinden 16 yıl geçtikten sonra yepyeni bir “Charlie’nin Melekleri”yle karşı karşıyayız. Bu kez senaryoya da imza atan bir kadın oturuyor yönetmen koltuğunda.
Scorsese kendini ve sinemayı onore ediyor
“The Irishman”, iyilerle- kötülerin mücadelesini anlatmıyor. Gerçekten de çok kötü insanların dünyasına götürüyor seyirciyi. Evet, bir Amerika fotoğrafı da koyuyor ortaya ama asıl bizi çarpan şey karakterlerinin karmaşıklığını, çelişkilerini, birbirlerinin canını yakma ve kendileriyle yüz yüze gelme/ gelememe hallerini anlatmaktaki becerisi.
‘Cep Herkülü: Ver mehteri!’
Naim’in kaçmaya karar verip Türkiye’ye gelmesi ve Seul Olimpiyatları’na kadar uzanan süreç, bir hikaye anlatısından çok birbirine bağlanmış sahnelerin canlandırıldığı bir yapıya bürünüyor. Üstelik milliyetçi histerisi her geçen dakika artan, artıkça da ajitasyona dönmeye başlayan ve giderek “ver mehteri” havasına bürünen bir yapım ortaya çıkıyor.
Sinemada krizin yükü seyirciye yıkıldı
Son on yılda yüzde 3-10 arasında artan bilet fiyatlarının bir anda yüzde 30 zamlanması seyircinin bir kısmı salonlardan uzaklaşsa bile gelir kaybına neden olmamak için bilinçli yapılan bir tercih belli ki. Hem yerli yapımların seyirciyi tatmin etmekten uzak olması hem de bilet fiyatlarının yüksekliği ilgiyi azaltsa da görülen o ki yılın başında kanlı bıçaklı olanlar, krizden çıkışın faturasını seyirciye yıkarken birlik olmakta beis görmemişler. Peki, krizin maliyetini seyircinin üzerine yıkmak çare mi?
Plansız hayatlar, planlı filmler
Meseleyi sadece ‘romans’ içine sıkıştırıp bırakmak, çevresel koşulları mümkün olduğu kadar bu temanın etrafında ele almak hikayeyi tutarlı hale getirmenize engel teşkil etmez belki ama meselenin ‘aşk’ kadar öne çıkması gereken ‘mücadele’ kısmının üzerine örter.
Pavarotti’nin sahne arkası
Ron Howard, Pavarotti’nin hem solist hem de insan olarak özelliklerine dikkat çekmeye çalışıyor ve bunu yaparken de tıpkı The Beatles belgeselinde olduğu gibi geniş bir arşivden yararlanıyor. Birlikte çalıştığı arkadaşları, müzisyenler, ailesi, sevgilileri büyük sanatçı hakkında kendi dönemlerinin tanıklığını yapıyorlar.
Terminatör: ‘Kız kardeşlik’ duruma el koyuyor!
Terminatör serisi, ‘kutsal anne’nin (Meryem), dünyanın kurtarıcısı olacak oğlunu (İsa) hedefine ulaşması için canı pahasına korumasının hikayesiydi bir bakıma. Hal böyle olunca Sarah Connor’a biçilen misyon da ‘annelik’ sınırlarına hapsolup kalmıştı. Sarah, bütün varlığını evladının varlığına armağan ederken, onun olmadığı devam filmleri de bu kurtarıcı üzerine inşa edilmişti. “Kara Kader”, Sarah Connor’a atfedilen bu rolü üzerinden sıyırıp alıyor ve onu dünyanın geleceğini korumak için kendi adına hareket eden bir kadın karaktere dönüştürüyor.
‘Ustalar’ süper kahramanlara karşı!
Dünyanın her yerinde olduğu gibi büyük yapımcılar, yüz milyonlarla ifade edilen bütçelere çektikleri filmlerin bir an önce gelir getirmesini istiyorlar. Ancak bu kadar paranın dönmesi, eşyanın tabiatı gereği paranın merkezileşmesinin ve giderek tek elde toplanmasının da yolunu açıyor. Çok değil 10 yıl öncesine kadar görece ‘adil’ bir dağılım gösteren Hollywood ekonomisi giderek tek boyutlu filmler çeken ve aynı filmleri sürekli tekrar eden yapımcıların eline geçmiş gibi görünüyor.
‘2 Arada’ bir derede…
Cem Yılmaz’ın önceki filmlerinde genellikle ‘fazlalıklar’ bulurduk. Bu kez özellikle bu hikaye açısından biraz ‘eksik’ olduğunu, başka bir finale ve biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu söylemek gerek. Bu açıdan adının hakkını vererek “2 Arada” kalmış bir film, biraz da kaçmış bir fırsat olarak değerlendirebiliriz.
Almodovar hakkında her şey!
Almodovar, bir yandan insanın kendini tanıma ve yeniden inşa etme sürecinin hiçbir zaman sona ermeyeceğini hissettirirken, asıl olarak bizi harekete geçiren şeyin arzu olduğunu anlatıyor. Mallo’nun kaybettiği şeyler yıllar, annesi, sevgilileri ya da yaratıcılığı değil, bütün bunların sonunda yitip giden arzusu…
Ayvalık’ta sinema
Ayvalık’ın yakalamaya başladığı şey, aynı sohbetin içine kısa, belgesel, kurmaca vb. filmlerin girmesi, bir gün içinde üç ayrı türden filmi görme fırsatı sunması. Ki bu da bizi başladığımız yere sadece sinemanın konuşulduğu bir festivale götürüyor.
Joker: Bu işler şakaya gelmez!
"Joker" alttan alta halkın umudunun bittiği, sisteme, adalete ve zenginlere güvenini kaybettiği bir Gotham evreni anlatıyor. Joker’in eylemlerinin onlar için bir umut haline gelmesi tepkinin sembolize edilmesi açısından anlamlı olabilir belki ama söz konusu kitlenin filmdeki temsilinin en azından ‘nötr’ olmaktan uzak, daha çok ‘tehlikeli’ olarak kodlandığını düşünüyorum.
Altın Koza Günlükleri: ‘Küçük Şeyler’, ‘Görülmüştür’, ‘Bağlılık Aslı’
Kıvanç Sezer’in “Küçük Şeyler”i Adana Altın Koza'da tutunacak bir dal olarak dikkat çekti. İlk filmi “Babamın Kanatları” ile hatırı sayılır beğeni alan Sezer, bu kez ‘orta sınıf çekirdek aile’nin çözülüşünü yer yer absürt, yer yer gerçek üstü ve kimi zaman gerçekçi bir tonla ele alıyor. Aslında film bir anlamda “Babamın Kanatları”yla da devamlılık taşıyor. İlk filmde bugün artık bütün kentleri doldurmuş olan ve bir kangrene dönüşen toplu konutları, siteleri yaratanları yani buralarda çalışan emekçilerin dünyasına girmeye çalışan yönetmen, “Küçük Şeyler”de bu sitelerden birisine yerleşmiş küçük bir ailenin dünyasına götürüyor seyirciyi.
Altın Koza Günlükleri: 'Şehitler' ve 'Uzun Zaman Önce'
“Şehitler”den geriye kalan koca bir eksiklik duygusu. Film için ‘kötü’ demek zor ama ‘eksik’ tanımını rahatlıkla yapabiliriz. Köken Ergün’ün işi daha çok bir video çalışması gibi durumlar, karşılaştırmalar, çarpışmalar üzerine inşa edilmiş. Elindeki malzemeyi en etkili şekilde kullanırken, malzemenin eksikliğinin farkına varılmamış belli ki. “Milliyetçilik” ve “şehitlik” gibi iki kavram üzerine Çanakkale’de ortaya çıkan duruma kamera aracılığıyla mesafe koyup seyirciye aktarırken, bütünlüklü olmaktan uzak kalıyor.
Tebliğ edilen anne: ‘Bağlılık Aslı’
Kaplanoğlu, meseleyi ‘modern anne’ye odaklamakta o kadar ısrarcı ki aileyi görmek istemiyor. Çünkü baba, hikayenin içine hak ettiği bir biçimde girse belki o zaman ailenin ‘kutsal’ duvarlarında gedikler açmak, ister istemez buna dair bir şeyler söylemek zorunda kalınacak. Dolayısıyla babayı hikayenin merkezinden ne kadar uzak tutarsanız, anneyi o kadar çok hedefe koyarsınız.
Emin Alper: OHAL'de hissettiklerim Kız Kardeşler'i anlamama çok yardım etti
Emin Alper’in ilk olarak Berlin Film Festivali ana yarışmada görücüye çıkan üçüncü filmi Kız Kardeşler cuma günü vizyona girdi. Aynı zamanda barış imzacısı bir akademisyen olan Emin Alper, çıkışsızlık hikayesi olarak tanımladığı filmini yazarken OHAL döneminde KHK ile ihraç edilen akademisyenlerin durumu ve kendisiyle ilgili kaygıların karakterleri anlamada çok yardımcı olduğunu ifade ediyor.
Edison’un ampulü Zuckerberg’in yolunu mu aydınlattı!
Filmin bilerek ya da bilmeyerek ortaya çıkardığı şey, “kapitalizm ile bilim arasındaki” ilişkinin tarihsel dinamiklerine dair bir resim aslında. Amerikan sisteminde piyasaya ikame edilemeyen hiçbir bilimsel gelişmenin, paraya dönüştürülemeyen herhangi bir dâhiyane buluşun yaratıcısı dışında kimse için kıymeti harbiyesinin olmayacağını göstermesi açısından anlamlı film.
‘O’lmayınca olmuyor!
Karakterlerin yetişkin halleri 80’lerde yaşıyormuş ama bir biçimde 2017’ye ışınlanmışlar gibi duruyorlar. Belki de bu yüzen Mike dışındaki bütün karakterlerin geçmişte yaşadıkları travmayı unutmuş olmaları gibi ikna edicilikten uzak bir formül bulmaya çalışıyor yaratıcılar.
Bizim de kafamız karışık Woody!
“New York’ta Yağmurlu Bir Gün”, Woody Allen’ın önceleri defalarca yaptığı bu kente dair güzellemelerden birisi. Yönetmen ne vakit bu kente dönse, sanki ev sahibi olarak maça çıkan bir takımın özgüveniyle hareket ediyor. Kentin mimarisine, dinamiklerine, kültürüne hâkimiyeti kendisini açıkça belli ediyor.
Tarantino’nun Hollywood’u
“Me too” hareketinden sonra ciddi bir dönüşüm geçiren sektörde 25 yılı aşkın bir süredir zirveden inmeyen yönetmen, iki maço karakterin devrinin bitişini anlatırken; kendisinin de dâhil olduğu “maçolar” çağının artık miadına erdiğini mi anlatmak istiyor?
Değişim her zaman kazanır!
“Gece Kuşu”, bir kimya tesisinde kalite kontrol uzmanı olarak çalışan 'renkli tenli' bir kadının hayallerine kavuştuğu bir masal değil. Öncelikle bunun altını çizelim. Hikayenin odağında asıl olarak Katherine yer alıyor ve onun suretinde televizyon dünyasının erkek(leşmiş) yüzünü görme fırsatını da sunuyor bize yapım.
Sansürün iki yüzü: Yasa ve piyasa!
Eşitsiz şartlarla inşa edilmiş, tekellerin insafına bırakılmış piyasanın ‘görünmez eli’ sansürün etkin araçlarından birisi. Sinema salonlarında birçok filmin görünmez hale getirilmesi de buna örnektir. Mevzu sansür olduğunda yasa ve piyasa bir elmanın iki yarısıdır. Ama elma zehirlidir!
Bir ürüne para ödemiyorsanız, ürün sizsiniz demektir!
“The Great Hack”, David Carroll adlı bir eğitmenin, Trump’ın seçildiği ABD seçimlerinde kişisel verilerini depolayan Cambridge Analytica adlı şirketten bu bilgileri talep etmeye karar vermesiyle açılıyor. Belgesel ilerledikçe, şirketin yalnızca ABD seçimlerinde değil, “Brexit”te de benzer bir manipülasyon yaptığına tanıklık ediyoruz.
‘Ritüel’in temaları!
Ari Aster, ilk filminde olduğu gibi ters dönen kamera, fiziksel görünümü ‘normal’ olmayan bir çocuk, kağıtlara çizilen resimler gibi temaları burada da bolca kullanmaktan imtina etmiyor. “Ritüel”, söz konusu komündeki temsillerden (erkeklerin öldürmesi, kadınların doğurması), yönetmenin bu temsiller karşında tam olarak nerede durduğuna, doğayı anlama ve yorumlama biçimlerine kadar birçok açıdan tartışmaya açık.
Her suçun altında, daha büyük bir suç vardır!
Bart Layton, gerçek suç hikâyelerini nefes kesen, seyircide önce gerilim sonra katarsis yaratan olay örgüleri olarak ele almak yerine, suçun arkasındaki daha büyük anlatıya odaklanan yapımlarıyla dikkat çekiyor. Sanki “her suçun altında daha büyük bir suç vardır” dercesine bireysel eylemlerin nedenlerini toplumsalın içinde bulmaya çalışıyor. “Amerikan Soygunu”, “Hayat Avcısı” kadar şaşırtıcı olmasa da merakla izlenen, seyircinin ilgisini toplamayı başaran bir yapım.
Genç prens taç giyiyor!
Örümcek Adam: Evden Uzakta”, zaman zaman gürültülü olsa da eğlenceli bir seyirlik olmayı başarıyor. Marvel evreninin alametifarikalarından komedinin tozunun yerli yerinde olduğunu, filmin görsel açıdan da tatmin ediciliğini vurgulamak gerek.
Ya ‘The Beatles’ hiç olmasaydı!
“Yesterday”, The Beatles şarkıları eşliğinde biraz bugünün gençliğine, biraz müzik dünyasının hallerine, biraz aşka, biraz da dostluğa dair eğlenceli bir film olarak kayıtlara geçebilir. Danny Boyle’un en iyi filmleri arasında sayılabilir mi? Bunu söylemek zor. Ama yönetmenin önermesi akılda kalacak filmlerinden birisi olacağı kesin; “The Beatles olmasaydı. Halimiz nice olurdu!”
‘Sanatçı’yı sanatla anlatamamak…
Fiennes’in film boyunca hissettirip bir türlü bütünlüklü olarak anlatamadığı şey; Nureyev’in özel, hiçbir kurala, kalıba sığmayan, üstün bir yetenek, yaratıcı bir balet ve derinlikli bir sanatçı olduğu tezi. Kuşkusuz ki özel bir isimdi. Ancak filmin yaratıcılarının bilip, hissedip seyirciye hissettiremedikleri şey bu ‘özel’ olma duygusu.
Ağaçlardan bahsedelim!
“Ağaçlardan Bahsetmek”, sinema ve hayata karşı coşkularını hiç yitirmemiş bir grup ‘ihtiyar’ filmcinin göz kamaştıran hikayesi. Mutlaka görün. Bu bölümde Sudan Film Grubu kurucularının 1960, 70 ve 80'lerde ürettiği kısa filmlerden bir seçki restore edilmiş kopyalarıyla sunulacak. Almanya'da restore edilen filmler Berlinale Forum'un ardından ilk kez Türkiye seyircisiyle buluşacak.
Canavarlık için!
Michael Dougherty’in yönetmen koltuğunda oturduğu “Godzilla: Canavarlar Kralı”, beş yıl önceki ilk filmin bıraktığı yerden başlıyor denilebilir. Bu kez, dünyanın dört bir yanına dağılmış mitolojik yaratıkların dünya devletlerinin kurduğu ortak bir organizasyon tarafından kontrol altında tutulduğunu öğreniyoruz.
Çirkin, tuhaf, farklı ya da hiçbiri!
Ali Abbasi, Fars masallarını, Latin edebiyatını ve yakın dönem İskandinav sinemasının gerçeküstü anlatı formunu ustaca bir araya getirerek hem güncel politik sorunlara hem de insanlık hallerine dair tutarlı bir dil çıkarıyor ortaya.
Biri John’u durdursun!
“John Wick: Chapter 3 – Parabellum”, serinin hayranlarını şüphesiz ki tatmin edecektir. Ama bıraktığı yer, çekilip çekilemeyeceği henüz netleşmemiş bir devam filminin işaretleriyle dolu olduğu için eksiklik duygusuyla çıkmak da mümkün.
Halk da ‘kayıt’ tutar şüphesiz!
Bu ülkede aydın ve sanatçılar on yıllardır ‘kayıt’ altına alınıyor. Her demokratik özlemi, her yaratıcı üretimi ‘kayıt’ altına alan birileri hep oldu bu topraklarda. Ama unutulmasın; halk da ‘kayıt’ tutar. Kimin hangi zamanda nasıl davrandığını, nerede cesur davranıp nerede geri adım attığının kaydı toplumsal hafızanın içinde taşınır gelecek kuşaklara.
Baba, kız ve kutsal ruh!
‘Muhtemel’ kelimesi Claire Denis imzalı High Life için sıkça kullanılabilecek bir kavram. Çünkü yönetmen, uzay, zaman, hayat, varlık gibi birçok kavramı iç içe geçiriyor film boyunca ama net yanıtlar vermekten, kesin cümleler kurmaktan imtina ediyor. Durumlar, ihtimaller üzerine inşa edilmiş bir hikaye var karşımızda.
Bakın burası çok ciddi!
“Greta” festival biter bitmez vizyon salonlarındaki yerini aldı. Greta’nın Frances’i kafaya takıp takip ve taciz etmeye başladığı andan itibaren film klişeler yumağına öylesine bir dolanıyor ki ne yapsa daha da fazla sarıp sarmalanıyor.
Festival günlüğü 2: ‘Kız Kardeşler’ ve ‘Görülmüştür’
“Kız Kardeşler” yakın dönem sinemamızın parlak örneklerinden birisi olsa da kendi içinde hem biçim hem de içerik olarak ciddi sıkıntılar olan bir yapım. Öncelikle hikayede bir ‘dil’ ve ‘estetik’ birliğinin olup olmadığı su götürür. Şöyle ki, Türkiye sinemasının geleneksel taşra anlatıların estetik ezberlerini bozmaya çalışırken, bu anlatının kendisine dönüşüyor bir süre sonra.
Cehennemin kapıları açılıyor
Film hem Hellboy’un geçmişine dair yeni ipuçları sunuyor sevenlerine hem de onun güç ile sınanışını göstermeye çalışıyor. Süper kahraman serilerinin vazgeçilmez mottosu “büyük güç büyük sorumluluk gerektirir” sözü Hellboy’un da önüne çıkıyor haliyle. Ancak karakterimizin hem güç hem de sorumlulukla ilgili sıkıntıları olduğu için ikisine de sırt çevireceğini öngörmek kolay.
Festival notları: Domenico’nın naifliği, Benni’nin öfkesi
Ermanno Olmi’nin çoğu zaman yaptığı gibi yine amatör oyuncularla çektiği “İş”in başrolündeki Sandro Panseri seyirciyi kendisine çekmeyi başarıyor. Nora Fingscheidt ise sinema tarihine unutulmaz bir çocuk karakter kazandırıyor “Oyunbozan” ile.
Yedi günaha karşı altı güç!
Asıl sıkıntı filmin ergenliğe dair bir komedi olması değil de, bizzat ergen bir film olması galiba. Kötü adam karakterinde Mark Strong elinden geleni yapsa da Shazam karakterinde Zachary Levi bir türlü sempatik hale gelemiyor.
Sex, drugs ve politika!
“Loro”, Sorrentino’nun en iyi filmi değil kuşkusuz ama bütün sinema maharetini döktürdüğü önceki filmlerine referanslarla dolu filmi olarak kayıtlara geçecektir. Belki de bu kadar çok gösterme çabasıdır filmin yaşadığı dağınıklığın, politik dilindeki odak sorununun kaynağı. Yine de bir Sorrentino filmi olarak görülmeyi hak ediyor hiç kuşku yok ki.
Gitmekle kapanmayan mesafeler
“Anadolu Turnesi”, yaşam biçimleri ile yaptıkları müzik arasındaki bağı korumaya çalışan bir grup ile bildiğinin dışındaki şeylere mesafeli yaklaşan taşra insanının, bütün karşılıklı iyi niyetli çabalara rağmen kurulamayan ve belki de kurulması artık imkânsız bağa dair çarpıcı bir gözlem.
Devre arası transferi
Filmin en büyük sıkıntısı bütün enerjisini ve hikayelerini “Avangers” filmine adapte etmeye harcayan Marvel sinematik evreninin “Captain Marvel” etrafında yarattığı gizem ve büyüttüğü beklentinin seyircide nasıl karşılık bulduğu olacak. Açıkçası büyük beklentileri karşılayacak bir yapım yok karşımızda. Öte yandan “Sonsuzluk Savaşı”nda süper kahramanların gösterdiği performansın hayal kırıklığı yarattığı düşünülürse, 29 Nisan’da vizyona girecek “Avengers: Endgame”e ‘transfer olan’ Captain Marvel’in ne kadar fark yaratacağını bekleyip göreceğiz.
Spor, sanat ve piyasa
“High Flying Bird”, milyar dolarların havada uçuştuğu dünyanın en büyük basketbol ligi NBA’de saha dışında dönen dolapları ele alıyor. Oyuncular istedikleri ücretler verilmediği için greve çıkmıştır. Bu resti gören kulüp patronları da lokavt ilan etmiştir. İki taraf da birbirinin pes etmesini ve geri adım atmasını beklerken, zor durumda kalan yalnızca onlar değildir.
Eşeği kaybedip sonra da bulmak: TRT 2
TRT 2, kültürel iktidar meselesinin ideolojik ayağının somutlaştığı bir alan olarak işlev görecek. Tam da bu noktada içeriğin neleri kapsadığından daha çok neleri dışarıda bıraktığıyla ilgilenmek, bu durumu daha yakından takip etmek anlamlı olacaktır.
Hazır yemek! Ama lezzetli
Bol seyircili filmlerin uzmanı James Cameron’ın da 25 yıldır çekmeyi beklediği “Alita: Savaş Meleği” bugünden itibaren sinemalarımızda. Beklentiye değdi mi, bunu Cemeron’a sormak lazım ama seyirci açısından zor ve dar zamanda marketten satın aldığımız hazır yiyeceklerden birisi sadece. Tabii bu durum lezzetli olmadığı anlamına gelmiyor her zaman.
İyilikten maraz doğar!
Dogman, kötülüğün değil de onunla kurduğumuz ilişkinin farkında olmadan bizi sürükleyebileceği noktaları göstermesi açısından oldukça çarpıcı anlar barındıran bir yapım.
Ağlamakla öfkelenmek arasında
“Kefernahum”un yönetmenlik açısından Labaki’nin en çarpıcı işi olduğunu belirtmekte yarar var. “Ortadoğu’nun Paris’i” Beyrut’un en yoksul bölgelerinde dolaştırıyor kamerasını. Bunu yaparken de çoğu zaman belgesel estetiğine yaklaşıyor. Bu da anlatılan hikayenin sahicilik duygusunu artıran bir faktör olarak dikkat çekiyor.
Sinema kavgasında ilk dalga çekilirken
Fırtınanın ilk dalgası atlatılıp sular çekilmeye başladıkça görüntü daha da netleşmeye başladı. Bir yanda 2016’nın kuruyla 800 milyon dolar vererek Mars Grup’u satın alan CJ CGV, diğer yandan sektördeki büyümenin sonsuza kadar süreceğini düşünüp kredi ile yatırım yapan sinema salonu işletmecileri, öte yandan da her ikisine de para kaptırmak istemeyen yapımcılar.
Yakarsa dünyayı…
Uzun aralıklarla kamera arkasına geçen Chang-dong Lee’nin sekiz yıl sonra Murakami’nin bir öyküsünden hareketle yarattığı “Şüphe”nin en güçlü tarafı oyun, kurmaca ve gerçek arasındaki sınırları ustaca belirsizleştirmesinde.
Yeni sinema yasası: Kriz erteleniyor, sansür kurumsallaşıyor
Sinema kanunundaki değişiklik teklifi sektörün hem ekonomik hem de sanatsal anlamdaki sorunlarını çözmekten oldukça uzak. Teklif, artık kronik hale gelmiş ve belli ki pazar küçüldükçe durmadan kriz üretecek tekelleşmiş yapıya karşı kesin önlemler almak yerine geçici çözümlerle erteleme yoluna gidiyor. Sansürü hem merkezde hem de ‘taşra teşkilatları’nda kalıcı bir tehdit haline getiriyor.
Perdede sezon finali: Tekeller kapışıyor ya da hepiniz oradaydınız!
Mars Grup, elindeki tekel gücünü kullanıp pastadan kendi payını artırmak istiyor doğasına uygun olarak. ‘Büyük’ yapımcılar da kendileri için aynı şeyi istiyor. Ama karşılarındaki canavarın kolları öylesine büyük ki, işleri zor.
Robot deyip geçme, onun da duyguları var
“Bumblebee”, geride bıraktığımız beş filmin aksine metal seslerinin daha az duyulduğu, gürültü dozunun biraz aşağılara çekildiği bir film olarak daha makul. Öte yandan serinin en sevimli ve seyircide özel bir yeri olan karakteri Bumblebee’ye yüklenen insanı vasıfların Charlie ile aralarındaki ilişkinin dinamiğinde etkin olduğu da belirtmek gerekiyor.
Hatırlamayı hatırlamak!
Yılın en iyilerinden birisi olduğu su götürmez bu film hakkında bu satırları okuyanların büyük bir kısmı bilgi sahibidir muhtemelen. Hikaye 1970 yılında başlıyor ve 1971 yılında sonra eriyor. Alfonso Cuarón’un kendi hayatından kesitleri kurgusal bir olarak ülke tarihinin en büyük katliamlarından biriyle birleştirdiği ve odağındaki ailenin kaderinin de bu olaylara bağlandığı çarpıcı bir hikaye bu.
‘Şampi…’
Türkiye ana akım sinemasında görmeye fazla alışık olmadığımız bir özen ve görsel atmosferle inşa edilmiş yılın dikkat çekici yapımlarından birisi olarak kayıtlara geçecektir kuşku yok ki “Şampiyon”. ‘Şampiyonluk’ tam olarak gelmemiş olsa da, çok önemli bir kısmının elde edildiği kesin!
Tersten kurulan düz şeyler!
“Yeşil Rehber”, ‘egemenlik ilişkileri’ ile oynayan bir yapıya sahip. Gerçek hikayeyi yalnızca ırkçılıkla ilgili değil, aynı zamanda sınıfsal kodlarla anlamaya çalıştığı ve bunu da bir noktaya kadar başardığı için yılın dikkate değer yapımlarından hiç kuşku yok ki.
Onur Ünlü: Baskı hissediyorum ama bu mazeret değil
Yönetmen Onur Ünlü ile son filmi 'Put Şeylere' üzerine konuştuk. Sinemada yenilikleri denediğini vurgulayan Ünlü, "Ben Türk halkına güveniyorum. Sanıyorum 3.5 milyon kadar seyirci gelecek filmimize, üstelik 21 kopyayla!" dedi.
Coen’lerin ‘Batı’sı
“The Ballad of Buster Scruggs” dört başı mamur bir Coen filmi olmasa da, sinemanın büyük şanslarından olan ikilinin alametifarikalarını konuşturdukları, geçmiş filmlerindeki bütün yaklaşımları demene fırsatı buldukları bir seyirlik olarak izlenmeyi hak ediyor. Özellikle üç, beş ve altıncı bölümün görsel gücünü perdede görememenin eksikliğini hep hissedecek olsak da…
Yeni konsept, eski usul!
“Widows’u benzer biçimde çekecek Amerika’da onlarca yönetmen sayılabilir.” Filmin iyi ya da kötü olmasından daha önemli bir nokta bu.
'Climax’i deneyimlediniz!'
“Climax”la ilgili olarak birçok övgü dolu cümle kurulabilir: Sarsıcı bir seyir deneyimi, müthiş bir görsel şov, çarpıcı performans vs. Ama bütün bunların filmin üzerinden bir süre geçtikten sonra ne kadar kalıcı olduğu su götürür.
‘Müslüm’ var, ‘Baba’ yok!
Müslüm Gürses, özellikle de 12 Eylül sonrasında bir araya gelmeleri, yan yana durmaları yasak olanların, Zeytinburnu’nun kokuşmuş deri atölyelerinin hastalıklı çocuklarının, sanayi sitelerinin ve yoksul semtlerin afili delikanlılarının, gururu kırılmış babaların gadrine uğrayıp onunla teselli bulmuş yüz binlerin ellerinde ‘Baba’ mertebesine yükseltildi. Örseleyen, hor gören, itip kakan, aşağılayan, hak ettiği değeri vermeyen ‘devlet baba’nın görüp de görmezden geldikleri; buyurgan babaların evlatları, o hiç istemediği halde, baba olarak seçtikleri Müslüm ile birlikte söylediler şarkılarını. Filmde hikayenin bu tarafını görmek mümkün olmuyor ne yazık ki.
Yaşasın yeni kral!
‘Whiplash’ ve ‘La La Land’ ile büyük başarı yakalayan Damien Chazelle, Ay’a ayak basan ilk insan olan Neil Armstrong’u anlattığı “Ay’da İlk İnsan” ile Oscar’a göz kırpıyor.
Bir otele tıkılmış ülke
Film 1969 yılında görkemli günlerini geride bırakmış El Royale Oteli'nde ‘tesadüfen’ bir araya gelen insanların birbirlerine bağlanan hikayesi bir bakıma. Ama bu insanların hayatlarını birbiri ardına işlenen suçlarla birbirine bağlarken 60'lar ABD’sinin fotoğrafını da çıkarmayı ihmal etmiyor.
Yeni kahraman, eski hikaye
“Zombieland” ve “Suç Çetesi” gibi ortalama filmler ve bolca televizyon işi yaptıktan sonra bu film için yönetmen koltuğuna oturtulan Ruben Fleischer’in de iyi bir sınav verdiği söylenemez. “Venom”un bağımsız bir karakter olarak sinema evrenine taşındığı bu ilk filmin beklentileri karşılamaktan uzak ama finalde ‘devam’ filmi için açtığı pencerenin vaatkâr olduğunu söyleyerek bitirelim.
Adana Film Festivali günlükleri-4: Bakalım kim ‘anons’ edilecek!
Festival seçkisi içinde öne çıkan yapımların “Anons”, “Sibel”, “Güvercin”, “Kardeşler” “Kelebekler” ve “Yuva” olduğunu söyleyebiliriz. Bu altı filmden ilk ikisinin gecenin sonunda en fazla ödül toplayan yapımlar olma ihtimali hayli yüksek görülüyor.
Adana Film Festivali Günlükleri-3: Bugünü olmayan tarih!
İlk elden söylemekte sakınca yok. ‘İçine aldıklarıyla’ festivalin şu ana kadarki en iyi filmi Mahmut Fazıl Coşkun’un “Anons”u oldu. Yönetmenlik maharetiyle, aslında bir filmi doldurmayacak hikayesini ustaca kurduğu mizansenlerle genişleten buluşlarıyla, kurduğu atmosferle Coşkun’un zanaat olarak en iyi işçiliğini bu filmde ortaya koyduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.
Adana Film Festivali Günlükleri-2: İyi, kötü, çirkin!
Adana Uluslararası Film Festivali’nde ulusal yarışma bölümünün ikinci gününde “Halef”, “Kelebekler”, “Kaos” ve “Sibel” seyirciyle buluştu.
Adana Film Festivali günlükleri 1: Sinemaya hasret!
İlk günün son filmi ise Özkan Çelik’in yönettiği “Babamın Kemikleri” oldu. 2014 tarihli korku filmi “Muska” ile olumlu eleştiriler alan Çelik bu kez ‘trajikomik’ bir hikaye ile karşımızda. Filmin sıkıntısı da ‘trajikomik’ tarafında yatıyor. Çünkü bu kavramın iki ucu bir türlü bir araya gelemiyor.
Film festivali mevsimi
Malum, memleketteki film festivalleri her geçen yıl kan kaybediyor. Özellikle taşra festivallerindeki onlarca yıllık yapısal sorunların yarattığı sıkıntılara, yerel iktidarların iki dudağının arasından çıkacak cümleye bağlanmış olma zorunluluğu eklenince tutarlı hale gelmek de giderek zorlaşıyor.
İnsanlık bir milim ilerlememiş!
Alfa Kurt, insanın doğa ile kurduğu ilişkide sahici, ama insan ile kurduğu ilişkide fırsatçı bir film olarak kayıtlara geçebilir. Haftanın dikkate değer yapımlarından biri olduğu kesin.
‘Kültür’ü tasfiye aracı olarak ekonomik kriz!
İktidar, ‘millet’ tanımı içinde yer almayan sanatçıları ve sanatsal etkinlikleri etkisizleştirmek, tasfiye etmek için nasıl bir yola başvurdu? Kuşkusuz hukuk bunlardan bir tanesi. Ama ondan çok daha etkili başka bir silah da ‘kültür’ alanını akamete uğratma yöntemi olarak devreye sokuldu. Barış akademisyenlerine destek bildirisine imza atan sinemacıların Kültür Bakanlığı desteklerinden mahrum edilmesi örneğinde olduğu gibi...
Teknoloji virüsü!
“Upgrade”, kendisinden öncesi teknofobik filmlerin trüklerinin hemen hepsini kullanmaktan imtina etmiyor. Stem’in sesindeki sakillik “2001 Space Odyssey”in HAL’ından, sistemleri kontrol etme becerisi “Terminatör”den, Asha’yı öldüren genetikleriyle oynanmış eski askerlerin donukluğu “Blade Runner”dan tanıdık.
Ekonomik kriz kültürü nasıl vuracak?
Kültür sanat alanı şimdi de ekonomik krizin olası sonuçlarıyla karşı karşıya. Gelişmeler henüz taze olsa da ortaya çıkan ve çıkması muhtemel sonuçların Türkiye’nin kültür sanat ortamının giderek çölleşmesi gibi bir sonuç doğuracağı ihtimali güçleniyor.
Bir ‘Jaws’ değil!
The Meg'de Jason Statham’ın varlığı çoğu noktada filmi korku/gerilim ikliminden çıkarıp aksiyona meylettiriyor. Örneğin Jonas bir sahnede aşık olmak üzere olduğu Çinli bilim kadını Suyin’i Meg’den kurtarmaya çalışırken bildiğin, 'yüze tekme' atıyor... Bu bakımdan eğlenceli mi eğlenceli! Ama filmin benzerleri gibi seyircide korku ve dehşet duygusu yarattığını söylemek zor.
Filmlere dava ya da ‘uzlaşmak’ sizi kurtarmaz!
“Benim Varoş Hikayem” filminin yöntemine dava açılması ‘eser işletme belgesi’ alınca ‘hukuksal’ sıkıntı yaşamayacağını düşünen festivaller ve sektör için ders olmalı. Hiçbir kazanım elde etmeden yapılan uzlaşma önünde sonunda yine size kaybettirir.
Ne Pablo ne de Escobar!
Escobar gibi dünya tarihinin gördüğü en büyük, en şiddetli suç örgütlerinden birisinin başındaki adamla bu kadar yakın olmuş birisinin hatıralarının çok önemi var hiç kuşku yok ki. Ancak, Vallejo’nun otobiyografik bir roman olarak kaleme aldığı bu hatıralardan dramatik yapısı güçlü, “Narcos”un altında ezilmeyecek bir film çıkarmak da o kadar zor.
Frankenstein’in ‘annesi’!
“Mary Shelley” bu haliyle yüzyılları etkileyen bir eserin yaratıcısının anlam dünyasını anlatmaktan çok, bir dönem filmi tadı veriyor. Her şeye rağmen böylesine önemli bir kadın yaratıcının ve önemli bir eserin ortaya çıkış sürecini takip etmek, dönemin entelektüel dünyasına dair fikir edinmek için görülmesi gereken bir film “Mary Shelley”.
Bütün yollar ‘Avengers’a çıkıyor!
Marvel sinema evreni, son yıllarda bağımsız karakterlerinin hikayelerini de dönüp dolaşıp ‘Yenilmezler’ alemine bağlıyor. “Iron Man”, “Örümcek Adam”, “Kaptan Amerika” derken “Ant Man ve Wasp”ın da gelecek yıl vizyona girecek ve final filmi olması beklenen “Yenilmezler” serisine bir yerden eklemlendiğini görüyoruz.
Tabii ki Messi ve Ronaldo konuşacağız!
Dünya Kupası büyük takımlar gördü hiç kuşkusuz ama daha çok futbolcular turnuvasıdır. Gözler hep büyük oynayan ve büyük olmaya namzet futbolcuları arar.
Dinozorlar cehennemi!
Bilimin her adımının yaratacağı olası distopik sonuçlar hem edebiyatın hem de sinemanın her zaman ilgi alanında oldu. Dünya keşfedilirken devasa balinalar, uzay araştırmaları yükselince bir anda ortaya çıkar yaratıklar, dijital çağda dünyanın sonunu getiren yok ediciler ve nihayetinde genetik çağının kapısını araladığımız bir dönemde doğasıyla oynanmış maymun ve dinozorlar dehşet görüntüsünün malzemesi haline gelebiliyorlar.
Ahlat Ağacı: Kör kuyularda…
Öncelikle 188 dakikalık, çok katmanlı, bol karakterli; edebiyattan dini metinlere, mitolojiden günümüz Türkiye toplumuna uzanan onlarca göndermeyle bezeli bir filmi, üstelik izledikten birkaç saat sonra, bütünüyle değerlendirmenin zorluğunu belirterek başlamakta yarar var. Bir yanda Sinan’ın kendisi ve babası ile olan dertleri, diğer yandan ise belki de bu dertlerin ‘üst çerçevesi’ olarak tanımlayabileceğimiz aşk, yaratıcılık, inanç gibi sorgulamalar…
Han Solo: Sormadığımız sorulara, ikna edici cevaplar!
Star Wars evreninin yaratıcısı George Lucas’ın filmin haklarını Disney’e satmasının ardından ilan edilen hikâyedeki boşlukları da dolduracak üç ayrı filmden ikisini, “Rogue One” ve “Han Solo”yu görmüş olduk böylece. Bu ‘ara’ hikâyeler, sormadığımız sorulara verilen cevaplar gibi daha çok. Bir tür altın yumurtlayan tavuğa dönen serinin yeni yapımcıları “seyirciler henüz farkında değiller ama bu cevapları merak ediyorlar” diye düşünmüş olmalı.
Deadpool 2: Çocuk büyüyor!
Merakla beklenen ‘Deadpool’ iki vizyonda. Ele avuca sığmayan, ağzı bozuk ve sorumsuz kahramanımız bu kez ergenlikten yetişkinliğe doğru küçük bir adım atıyor.
Onur Ünlü’nün ‘kör gözleri’ ve ‘Mr. Gay Syria’nın umudu!
Bu hafta Onur Ünlü imzalı ‘Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok’ ve Ayşe Toprak’ın Türkiye’deki Suriyeli eşcinsellerin dünyasına seyirciyi davet eden ‘Mr. Gay Syria’ filmlerine bakalım…
Dikkat: Aşırı doz testosteron içerir!
Hemen hemen her yıl mayıs-haziran aylarında sinema salonlarında aynı şey yaşanır: 'İddialı' yerli filmler ve 'büyük' Amerikan yapımlarından kalan boşluğu değerlendirmeye çalışan filmler birer ikişer perdede görünür. Ancak bu filmler çoğu kez iz bırakmaz...
Avengers: ‘Marvelizmin’ en yüksek aşaması!
‘Avengers: Sonsuzluk Savaşı’, Marvel evreninin kahramanlarının büyük bir kısmını tek bir hikayenin içinde ustaca eritmeyi başarıyor.
Leningrad’da kasvetli bir sonbahar
İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Dovlatov’, ‘Tarihsiz, İmzasız’, ‘Nigar’ ve ‘Ev’ filmleri üzerine kısa kısa…
Örgütlenen seyirci filmsiz kalmaz!
Kars ve Lüleburgaz’da bir araya gelen sinemaseverler, kentlerinde vizyona girme şansı bulamayan filmleri izleme şansını yakalıyor. Nasıl mı? Örgütlenerek ve talep ederek.
Almanya Başkonsolosluğu makamına...
Malum neredeyse kaç çift çorabımız olduğuna kadar bilgi istediğiniz için, detaylı bir mal varlığı ve banka dökümünü de iliştirdim başvuru dosyasına. Ama o da ne! 23 Mart 2018’de yaptığım başvurum, 5 Nisan 2018 tarihinde reddedildi.
Acaba hangi filmi izlesek!
İstanbul Film Festivali zengin bir program ve “hangi filmin izleneceğine bir türlü verilemeyen kararlar” eşliğinde bugün başlıyor. Bazen filmlerden değil de belirli konseptlerden hareket etmek hem film seçiminde hem de belli konularda bilgi sahip olmada yardımcı olabilir.
Durun! Siz kardeş değilsiniz
Tolga Karaçelik’in bir yol hikayesi olarak başlayıp, aile komedisi olarak şekillenen son filmi “Kelebekler” seyri hayli kolay, seyirciyle barışık bir film. Üstelik aile ve kardeşlik üzerine de düşünmemizi sağlayacak fazlaca malzemeye sahip.
Bir an önce ‘son’a ulaşma yarışı!
Kendilerini hiçbir şeye ve hiç kimseye layık görmeyen, birbirlerine yaslanarak ve birbirlerini de bitirerek ilerleyen bir grup gencin hikayesi bir anlamda “Kar”.
Varsın yine biz ‘ideolojik’ bakalım!
Şeytanın en büyük numarası, insanları var olmadığına inandırmasıdır, derler. Dunkirk’ten bir ‘kahramanlık destanı’, Churcill’den ‘demokrasi havarisi’ çıkaran İngiliz sineması Stalingrad zaferini bu filmin karakterleri üzerinden bir eğlence malzemesine dönüştürerek o “kadar da ciddiye alınacak bir durum yok” demeye getiriyor.
‘Anne’ diye gezinen erkeklik!
Paul Thomas Anderson, gösterişli bir terzi değil de büyük bir sanatçı gibi ele aldığı kibirli Woodcock’un ördüğü duvarların, ergen tavırlarının sıradan bir kadın tarafından paramparça edilişini gösterirken yalnızca özel bir aşk hikayeyi göstermiyor bize. Aynı zamanda ironik bir biçimde ‘büyüme’ hikayesi de çıkarıyor.
Soğuk Savaş reloaded!
“Kızıl Serçe”, eski moda bir ‘Soğuk Savaş’ konseptini bugünün dünyasına oturtmaya çalışırken ucuz bir propaganda filmi olmaktan öteye gidemiyor. Bildik amentüyü tekrarlayarak “demokrasi- despotizm” ikiliyi ile ikna edebileceğini düşünüyor.
Amerika’nın dışında: The Florida Project
Oscar ödül töreni yaklaşırken vizyon da hareketlendi. Biz de önemli filmlere dair söz söylememiş olmak için geleneği bozup hafta içine de bir yazı yazalım dedik. Cuma vizyona giren “The Florida Project”in evrenine şöyle bir baktık.
Suyun Sesi: ‘Oscar Amca’ için bir masal…
Guillermo del Toro’nın 13 dalda Oscar adayı filmi “Suyun Sesi”, sahne tasarımı ve görsel kusursuzluğuna rağmen sanki her ödülleri götürmek için planlandığı duygusu vermekten kurtulamıyor. Bizi asıl rahatsız eden şey filmin bir ödül avcısı haline gelmesi için yapılan plancılık; yönetmenin bildiği sinemayı, bütün birikimini buna vakfetmesindeki kurnazlıktır kim bilir?
Bu bir Beşiktaş filmi değildir!
Beşiktaş Futbol Takımı ile özdeşleşen malzemeci Süreyya Soner’i anlatan “Güzel Adam Süreyya” etkili bir sözlü tarih anlatısı gibi. Film, bu özel adamın karakterini ‘Beşiktaşlılık’ ile izah etmeye çalışsa da alttan alta ‘Beşiktaşlılık’a karakterini veren şeyin Süreyya Soner olduğunu anlamak zor değil!
Fatih Akın: Daha fazla politik, daha az öfkeli
Fatih Akın, hikâyelerini politikleştirirken ilk filmlerindeki öfkeyi uzak tutmaya çalışıyor. “Kısa ve Acısız”, “Duvara Karşı”, “Solino” ve “Yaşamın Kıyısında”da patlayıp dinmeyen ve akıbetini düşünmeyen öfke; “Kesik”te sabırlı yolculuklara, “Paramparça”da planlı intikam arayışlarına dönüşüyor.
Rusya’dan sevgilerle!
Andrey Zvyagintsev’in Cannes’dan jüri ödülü kazana, Oscar’da yabancı dilde en iyi film listesinde son beşe kalan filmi “Sevgisiz”, günümüz Rus toplumundan manzaralar sunuyor.
Tony Gatlif: Benim ülkem yollar!
Bir bölümü Türkiye’de de geçen son filmi “Aman Doktor”un (Djam) gösterimi için İstanbul’a gelen Tony Gatlif ile bu filmini değil, Çingeneleri, yollarda olmayı, yersiz yurtsuz hayatın inceliklerini konuştuk. Gatlif, " Yol aslında benim için bir ülke sayılır. Sizin için ülke ne ise yol da benim için öyle" diyor.
‘Emek’ ki en çok yakışandı ona
Boğazına haram lokma girmemiş, ‘vicdan, onur ve şeref’ sahibi; sevdiklerini kendisinden önce düşünen, yaşamak için emeğinden başka bir sermayesi olmayan karakterlerin vazgeçilmez ismiydi Münir Özkul.
Arif’e yepyeni bir tarif!
"Arif v 216" bir saygı duruşundan çok, duygularla ilgili bir yapım. Dönemin popüler kültür atmosferine, oradaki karakterlere ağırlık veriliyor. Film, dönemin ‘gerçek’ olan şeyleriyle değil, filmlerin müziklerin anlattıklarına odaklanıyor ve onları taltif ediyor. Filmin temel derdinin “o dönem ne kadar da güzeldi” demekten ziyade “o dönemin hikâye karakterleri, şarkıları ne kadar da güzel ve naifti” olduğu söylenebilir.
Muhteşem pazarlama!
“Muhteşem Showman”, tartışmalı bir kişiliği bütün bu tartışmalardan uzak tutarak yeni bir yorumla çıkarıyor seyircinin karşısına. Bir yandan zengin olma, kabul görme, rüşt ispatlama gibi dünyevi hırsların nasıl yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini gösterirken önemli olanın “iyi şeyler yapmak” ve “kendin için en doğru insanların kim olduğuna karar vermek” olduğunu anlatmaya çalışıyor.
‘Güç’ dengesini bulmuş!
Yeni Star Wars filmi “Son Jedi”, bir önceki filmin kırık dökük taraflarını onarıyor ve ayağa kaldırıyor hikayeyi. Rey ve Kylo Ren arasındaki güç savaşı ‘şimdilik’ dengede görünüyor…
Bir Coen kolay olunmuyor!
Filmin bir türlü çerçevesini genişletememesi Coen Kardeşlerin neden çekmekten vazgeçtikleri hakkında da ipucu veriyor diyebiliriz! Çünkü tam olmamış bir senaryo var belli ki ortada. Film, açılışta seyirciye vaat ettiklerini çok kısa süre sonra unutuyor.
Küçük balıklar can çekişirken...
Fikret Reyhan imzalı “Sarı Sıcak”, eski usul tarım ticareti yapan bir ailenin büyük balıklar karşısında tutunamayışını, “dertli adam” profiline akraba bir karakter üzerinden anlatıyor. Bir ilk film olarak dikkat çekici bir yapım Sarı Sıcak.
Gezici Festival yola çıkıyor: Belki şehre bir film gelir
Kent kent dolaşarak film gösterimi yapan Gezici Film Festivali yollara düşüyor. Yılın öne çıkan yerli ve yabancı yapımlarını yanı sıra Ercan Kesal’ın seçkisiyle ‘Vidan ve Adalet’ filmleri ve yenilenmiş kurgusuyla “Yol” seçkinin ağır topları…
Buğday: Bir inanç ütopyası!
Semih Kaplanoğlu’nun uzun süredir beklenen filmi “Buğday” vizyonda. Film, yakın gelecekte distopik bir dünyayı anlatarak başladığı yolculuğunu, yaşam sonrasına dair bir ütopik vaatle bitiriyor
Adaletin bu mu DC!
DC, Marvel’in süper kahramanları topladığı ‘Avengers’ serisine ‘Adalet Birliği’ ile cevap veriyor. Süpermen, Batman, Wonder Woman, Flash, Cyborg ve Aquaman huzurlarınızda!
Bir ‘gönül yarası’ daha
Yavuz Turgul- Şener Şen ikilisinin yeni filmi ‘Yol Ayrımı’, önceki ortaklıkların üzerine pek fazla şey koyamıyor. Belli ki takım artık formsuz.
Sanat, sanat için mi, saray için mi?
Cumhurbaşkanının kendi iktidarları döneminde Nobel Edebiyat ve Altın Palmiye gibi büyük başarılar elde edilmişken, bununla övünmek yerine yok saymayı tercih etmesinin altında yatan motivasyon nedir acaba?
Performans her şeydir!
‘Turist’ filmiyle tanıdığımız Ruben Östlund’un Altın Palmiye ödüllü yeni filmi ‘Kare’, hayat ile sanat arasındaki mesafenin muğlaklaştığı ve belki de her ikisi için de performansın ana belirleyici olduğu bir dünyayı çarpıcı detaylarla anlatıyor
Hollywood’a niyet, Yeşilçam’a kısmet!
‘Ayla’, Hollywoodvari bir savaş draması olmak için çıktığı yolda, Yeşilçam usulü bir melodram olarak bitiriyor hikayesini. İşin bu kısmını iyi yapıyor ama…
Yine alacakaranlıkta!
Safdie biraderler, New York’un bilinmeyen köşelerinde geçen suç filmi “Soygun”, özellikle Robert Pattinson’un performansıyla ayakta kalıyor.
Haneke’den çıkan kısmın özeti
Michael Haneke, geçmiş filmlerine bolca göndermede bulunduğu konularıyla da bağlantı kurmayı ihmal etmediği, bir anlamda ‘çıkan kısmın özeti’ olarak tanımlayabileceğimiz ‘Mutlu Son’ ile karşımızda. Haneke, kendi filmografisine bir saygı duruşunda bulunuyor.
Blade Runner 2049: Yeni ‘insan’ ile tanışın!
“Blade Runner 2049”, açık ara son dönemde izlediğimiz atmosferi en doğru kurulmuş, seyirciyi en çok etkileyen yapımlardan birisi olacak. Baştan sonra karanlık, yoğun sisler ve çevresel kirlilik içinde ilerleyen bir öykü; fiziksel olarak parçalanmış bir dünya, yine ikilikler yaşayan ve bilincini ortaya çıkarmaya çalışan bir ana karakter, hükmeden şirketler, görev duygusu gelişmiş acımasız replikalar. Bütün bunların üzerine gizemini finale kadar korumayı başaran bir ‘sır’.
Kervan 1915: Sanırsın okul gezisi!
‘Kervan 1915’, hiçbir Ermeni karaktere ön yargıyla yaklaşmıyor ama bunu politik bir duruş olarak değil, ancak egemenlerin bahşedebileceği türden bir ‘merhamet’le gerçekleştiriyor. Bu yüzden mazlumun değil, kendi hikayesini anlatıyor daha çok!
Körfez ve Daha: Ne nasıl söylediğin değil, ne söylediğin…
Adana’da “Körfez” ve “Daha” filmleri çıktı seyircinin karşısına. İki filmde sinema olarak geçer not almaya yakın dursa da filmlerin söylemi üzerinde daha fazla konuşmayı gerektiriyor.
Uluslararası Adana Film Festivali: Yarım kalan ‘bir şey’ler
Ulusal yarışmanın ikinci gününde “İşe Yarar Bir Şey”, “Murtaza” ve “Eksi Bir” çıktı seyircinin karşısına. Ama beklentilerin karşılandığını söylemek güç.
Çeviride kaybolmak ve ‘Kar’ın yükselişi
Adana’da ulusal yarışma filmleri gösterimleri başladı. “Kar” temposu ve cesaretiyle dikkat çekerken, yabancı filmlerdeki çevirilerin yetersizliği ve altyazı senkronizasyonundaki sıkıntılar keyif kaçırdı.
Sinemada hasat zamanı!
Önümüzdeki hafta önce Adana Altın Koza Film Festivali, ardından da Filmekimi başlıyor. Bütün yılın yerli ve yabancı kalburüstü filmleri bu iki festivalde seyircinin karşısına çıkacak.
Örgütlenmek güzeldir!
Stephen King’in en iyi romanlarından ‘O’, 27 yıl sonra yeniden hareketlendi. Bir grup çocuğun korkularıyla yüzleşmesini konu edinen film, kurtuluşun birbirine güvenmek ve birlikte hareket etmekten geçtiğini anlatıyor.
Manşet toplantısında bir ‘robot gazeteci’!
‘Robot Gazetecilik’ tartışması yalnızca ‘mesleki’ öngörülerle sınırlandırılıp medyanın sermaye-siyaset bağlantılarından bağımsız yürütülebilir mi? Ve bir Robot Gazeteci Türkiye’de manşet toplantısına katılsa neler yaşar.
Pazartesi sendromu!
‘Fazla’ çocukların devlet tarafından ailelerinden alındığı bir evreni anlatan ‘Yedinci Hayat’, distopya iddiasını yukarılara taşımayı başaramasa da Noomi Rapace’in performansıyla aksiyon beklentisini karşılıyor.
Soderbergh ve Terminatör geri döndü!
Steven Soderbegh dört yıl aradan sonra ‘Şanslı Logan’ ile döndü. Film eğlenceli bir suç komedisi. Haftanın fırsatı ise 26 yıl sonra üç boyutlu olarak vizyona giren ‘Terminatör 2’yi büyük ekranda görebilme fırsatı!
Portre asla bitmez!
Oyuncu olarak tanıdığımız Stanley Tucci bu kez kamera arkasına geçiyor ve 20. yüzyılın önemsi sanatçılarından Alberto Giacometti’nin son dönemine ve en büyük eserlerinden birinin yaratım sürecine götürüyor seyirciyi.
Üçü bir arada
Hem vizyon yoğunluğundan hem de bu satırların yazarının tek etek ele alacağı kadar kıymet verdiği film kıtlığından bu hafta üç filme kısa kısa değinelim: ‘Bilim Kurgu 1 Bölüm: Son Savaşçı’, Manifesto ve Hizmetçi…
Kara Kule: Biz bu filmi görmüştük!
Stephen King’in yıllardır çekilmesi planlanan ‘Kara Kule’ serisi nihayet perdede. Ancak film, King severlerin tatmin eder mi bilinmez ama sinema izleyicisi için hayal kırıklığı olma ihtimali yüksek.
Sinemanın tasfiyesi: Sıra festival ve festivalcilerde
Muhalif sinemacıların kamu kaynaklarından mahrum bırakılmasının ardından, Antalya Film Festivali, ülkenin en köklü ulusal yarışması Altın Portakal’ı bitirdi. ‘Kültürel iktidar’ bir türlü kurulamayınca, iktidar ve kamu olanakları kullanılarak festivaller ve festivalcilerin tasfiyesine sıra gelmiş gibi görünüyor.
Dunkirk: Savaşın gerçeği değil gösterinin şehveti
Christopher Nolan yeni filmi ‘Dunkirk’ 21 Temmuz'da vizyona giriyor. Nolan, ağır bir yenilgiyi zafer gibi taçlandıran İngiliz resmi tarihiyle uyumlu bir şekilde, hikayeyi görkemli görselliğin ve gösterinin arkasına saklamayı başarıyor.
'Devrimci' gibi başladı 'peygamber' gibi bitirdi!
Öncelikle, “Savaş”ın “Şafak Vakti”nden daha iyi ama “Başlangıç” kadar çarpıcı olmadığını belirterek başlayalım. Şöyle ki, ikinci filmin sonunda maymunları oldukça güçlü bir pozisyonda bırakmıştık. Oysa burada ‘zor’ durumda olduklarını görüyoruz. Öte yandan Woody Harrelson tarafından canlandırılan Albay karakteri her ne kadar fragmanlarda etki yaratsa da filmde yeterince derinleştirilemediği için ikna edici olmaktan uzak kalıyor.
Sînemaya Kurdî’de başka bir nefes
Bu yıl önce !f İstanbul’da gösterilen, ardından da Ankara Film Festivali’nde en iyi film ödülünü kazanan 'Genco', Kürt bir süper kahramanın maceralarını anlatıyor. Ali Kemal Çınar, yalnızca Kürt sineması değil, Türkiye sineması için de cesur bir dil.
Tam Gaz: Yönetmenin dilemması!
“Tam Gaz” kendisini açıkça gösteren ve seyir zevki yüksek bir film. Hollywood aksiyonlarının ve gişe filmlerinin seyirciyi sömüren taraflarına fazla prim vermiyor. Seyircinin karakterlere yaklaşmasına izin verse de özdeşleşmemelerine özen gösteriyor.
Transformers: Mülteciler evine!
Yaratıcılar Transformers'ın son filminde hikayeyi Kral Arthur ve Tapınak Şövalyeleri’ne kadar götürerek yeni bir açılım yapmayı deniyorlar. Zaman zaman aksiyonun heyecan verdiği anlar olmuyor değil, ancak serinin ilk bölümlerindeki inceliği bulmak zor. Hem görsel tasarım anlamında hem de hikaye anlamında. Nihayetinde uzayıp giden bir hikaye dönüp dolaşıp Hollywood’un onlarca kez yaptığı bir ezberi tekrar etmekten kurtulamıyor
‘Sniper: Duvar’: Evdeki düşman!
‘Bourne’ serisinden tanıdığımız Doug Liman’ın yönettiği “Sniper: Duvar”, ABD’li ve Iraklı keskin nişancıların düellosunu anlatırken siyaseten de çok şey söylüyor.
Mumya: Ölüyle şaka olmaz!
“Görevimiz Tehlike”nin setinden geçerken uğramış gibi görünen Tom Cruise’lu “Mumya”, 125 milyon dolarlık bir hayal kırıklığı olarak kayıtlara geçiyor.
Anayurt Oteli ya da bir toplum nasıl ‘ruh hastası’ oldu
Türkiye sinemasının en önemli filmlerinden ‘Anayurt Oteli’ restore edilmiş kopyasıyla yeniden sinemalarda. Filme bugünden bakınca Türkiye’nin modernleşme serüveninin sancılarını Zebercet’in kimliğinde seyirciye aktarmakta oldukça maharetli olduğu bir kez daha görülüyor.
Karayip Korsanları: Ruh çağırma seansı!
‘Karayıp Korsanları’nın beşinci filmi “Salazar’ın İntikamı”, geçmişle bağları güçlü ancak hem hikaye hem de görsel olarak yeni bir şey vaat edemiyor. Yine de seyir sevki yüksek.
‘Resmi tez’in bile gerisine düşen bir 1915 filmi!
“Osmanlı Subayı”, kötü bir film olmanın yanı sıra Ermeni Soykırımı hakkında devletin resmi görüşünün bile gerisine düşerken, öpüşme sahnelerinin karartılması işin tuzu biberi oluyor. “Osmanlı Subayı” hikayesinin dramatik yapısının kötülüğünün yanında politik arka planında niyet ettiklerini bile hayata geçirmekten uzak bir film olarak tarihteki yerini alıyor.
Alien Covenant: Yaratılanın yaratıcılığı!
Ridley Scott, “Prometheus” ile döndüğü “Yaratık” evreninde yeni bir kapı açıyor. "Yaratık: Covenant", 1979 tarihli ilk filme giden yolda döşenmiş ‘ilahi’ bir yol gibi…
T2: Geçmişe değil, gençliğe özlem!
Danny Boyle, bir kült haline gelen 1996 tarihli ‘Tranispotting’in karakterlerini 20 yıl sonra yeniden bir araya getirdi. Film, ilk filme yazılmış bir özlem mektubu gibi bir anlamda…
İlk göz ağrısı: Ankara Film Festivali
90’lı yılların ilk yarısında yirmi yaşına gelmemiş bir üniversite öğrencisiyken filmlerle tanışmamı ve sinemamı sevmemi sağlanan Ankara Film Festivali 28 yılında yine kentte sinemayı taşıyor. Festivalin jüri başkanlığını Onur Ünlü yapıyor.
‘Beden ve Ruh’un birleştiği an!
Berlin’den Altın Ayı ile dönen “Beden ve Ruh”; biri ruhen diğeri bedenen ‘engelli’ iki insanın sıra dışı ilişkisini anlatıyor. İstanbul Film Festivali’ne de konuk olan film bugünden itibaren sinemalarda da yerini alıyor.
İstanbul Film Festivali notları: Ne varsa eskilerde var!
Geride bıraktığımız bir yılda sinemanın birikimi azımsanmayacak durumda ancak yine de eski filmleri izleyince “Ne varsa eskilerde var” demeden edemiyor insan.
İstanbul Film Festivali notları: Örneği olmayan bir sinema deneyimi
Polonyalı usta yönetmen Andrzej Zulawski’nin büyük bir kısmını çektikten sonra yasaklanan, on yılda ‘özel’ bir yöntemle tamamlayabildiği ‘Gümüş Küre’, festivalin en özel filmi.
Marksizmden önceki Marx
İstanbul Film Festivali’nin merakla beklenen filmlerinden “Genç Karl Marx” sinema duygusu çok güçlü olmasa da karakterlerinin hakkını veriyor. “Safari” ve “İz” ise birbirini tamamlayan iki yapım gibi duruyor.
Halit Akçatepe: Muhteşem bir dostu kaybettik!
Halit Akçatepe’nin perdede bıraktığı iz muzip, eğlenceli ama aynı zamanda dayanışmayı ve paylaşmayı bilen bir dosttan başka nedir ki!
Kabuktaki Hayalet: Felsefeden pratiğe
1995 yapımı kült film ‘Kabuktaki Hayalet’in Amerikan versiyonu beklentiyi yükseltmediğiniz sürece sizi tatmin edecektir. Film ‘felsefe’ dozunu azaltırken, evren yaratmada başarıyı yakalıyor.
Böyle ‘Hayat’ mı olur!
Haftanın iddialı bilimkurgusu ‘Hayat’ yeni bir şeyler söyleyecekmiş gibi yapıp, eski sularda yüzmeyi tercih ediyor. İlk yarım saatlik bölümünde isminin izinden gidiyor ve seyirciye ‘hayat’ hakkında sorular sorduracak(mış) gibi yapıyor.
Kırmızı Kaplumbağa: Zamansız bir masal
Hollandalı yönetmen Michael Dudok de Wit imzalı ‘Kırmızı Kaplumbağa’, sinemada masal görmek isteyenler için biçilmiş kaftan.
Kong: Düşman doğa iş başında!
Jordan Vogt-Roberts imzalı ‘Kong: Kafatası Adası’, ‘King Kong’ efsanesine referansla yeni bir hikaye anlatıyor. İnsanlığı tehdit eden bu kez yalnızca dev bir goril değil, antik çağdan kalan yaratıklar.
Reis: Bir zamanlar Kasımpaşa’da…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çocukluk ve belediye başkanlığı seçildiği dönemleri anlatan ‘Reis’ parçalı yapısıyla bütünlük kuramıyor. Film kurmacaya yaklaştıkça toparlarken, gerçek hayatın sularında çuvallıyor.
Bu Oscar tarihe geçebilir
89. Oscar Ödülleri bu akşam sahiplerini buluyor. Bu yıl Trump’ın uygulamaları nedeniyle törene katılamayan film ekipleri olduğu düşünülürse kürsüden yapılacak konuşmalar geceye damga vurabilir.
Ay Işığı: Her temas iz bırakır!
‘Ay Işığı’, sarsıcı bir romanı, dokunaklı bir şiiri okumuşçasına tat bırakıyor seyircide.
Vezir Parmağı: Cesaret ve cehalet!
Mahsun Kırmızıgül, şaşırtıcı bir şekilde ‘seks komedisi’ yapmaya girişiyor ‘Vezir Parmağı’nda. Ama ne kadar yerleşik cinsiyetçi kalıp varsa birbiri ardına sıralayarak…
Ata Demirer’den ‘eski Türkiye’
Ata Demirer, yine bir Ege komedisiyle karşımızda. Demirer’in tek adam şovundan uzak durmakta, şablon da olsa hikayeyi önemseyen tarzı ‘Olanlar Olmuş’u eğlenceli bir film haline getiriyor.
Uzay Yolcuları: Yılın ilk hayal kırıklığı
‘Uzay Yolcuları’, bir uzay filminin bütün vaatlerini seyirciye gösteriyor ama hiçbirisini yerine getirmeyi başaramıyor.
Sinemacıları soruşturma: Bir tasfiye girişimi!
Sinema biletlerinden toplanan ve yine sinema üretimine yatırılması öngörülen bakanlık destekleri için elde bir ‘kara liste’ olması, destek verilmemesi için oldukça iyi bir gerekçe olur hiç kuşku yok ki. Bu soruşturmadan murat, söz konusu imzacıların sinema endüstrisinin dışına itilmesi, üretemez duruma getirilmesi, hasbelkader filmini çekebilse bile gösteriminin önüne geçilmesi.
Büyük gözaltı!
Oliver Stone, bu kez Edward Snowden’in hayatıyla döndü. Ancak filmin iki yıl önce izlediğimiz ‘Citizenfour’ belgeselinin kurmaca bir tekrarından öteye gidemediğini söylemek gerek.
“Edip'in Lastik Topu” ya da şairin şairle insani ilişkisi
Edip Cansever’in halka uzak duran görüntü ve tavrına rağmen “Mendilimde Kan Sesleri” ile neredeyse tepe noktasını bulan hem onun hem de yazdıklarının insani ve politik özellikleridir. Turgut Uyar’ın ve başka şairlerin şiirlerinin tersine bildik anlamda bir Anadoluluğa yol açmamış olması da şiirinin özgünlüklerinin başında gelir.
‘Rogue One’: İsyan umutla başlar!
‘Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi’, serinin üçüncü ve dördüncü bölümleri arasındaki bağlantıyı sağlarken, başlı başına bir hikaye kurmayı başarıyor. Ama asıl seyircinin çokça ihtiyacı olan umuda vurgu yaptığı için iyi geliyor.
‘Gece Hayvanları’
‘Tek Başına Bir Adam’ ile sinemaya etkili giriş yapan Tom Ford, ‘Gece Hayvanları’nda da beklentileri karşılamayı başarıyor.
Mel Gibson'dan 'kutsal' dönüş
Son on yılını şiddet eğilimi, ırkçı söylemleri nedeniyle Hollywood’tan ‘aforoz’ edilmiş halde geçiren Mel Gibson, ‘Savaş Vadisi’ ile sağlam bir geri dönüşe imza atıyor.
Özcan Deniz, Özcan Deniz’e karşı!
Özcan Deniz, yönetmenlik serüveninin beşinci adımında sinemada yarattığı ‘Özcan Deniz’ karakterlerini biraz hizaya çekiyor, aklını başına getirmeye çalışıyor. ‘İkinci Şans’ yılın eli yüzü düzgün gişe filmlerinden birisi.
Faydalı canavar!
‘Canavarın Çağrısı’, fantastik ögeleriyle bir çocukluktan yetişkinliği geçiş filmi gibi görünse de ‘gerçekçi’ ögeleri hedef kitlesi için biraz ağır kaçabilir.
Irak’a ilk bayrağı sinema dikti!
Siyasette “Irak’a girdik, giriyoruz” tartışmaları süredursun, bu hafta gösterime giren “Dağ 2” filmi Türk bayrağını bu ülkede göndere dikti bile!
Hakkâri’nin ‘Ekşi Elmalar’ı
Yılmaz Erdoğan’ın ‘Ekşi Elmalar’ı, 70’lerin sonundan 90’ların sonuna uzanan bir aile draması. Hakkâri’de başlayıp Antalya’da son bulan hikayenin ikili yapısı dramatik gücünü azaltırken; savaşa ve Kürt kimliğine yaklaşımı mesafeli.
‘İkimizin Yerine’: Eksik ama cesur!
Bu hafta gösterime giren “İkimizin Yerine”, içinde bulunduğumuz dönem için oldukça cesur bir hikaye anlatıyor ve bu yönüyle de ana akımın genel çizgilerinden ayrılıyor.
'Ansızın' değişir her şey
Filmin bütün mahareti de burada yatıyor aslında. Düşüncenin seyir boyunca değişip durması, iyi ile kötünün birbirine karışması ve aslında karakterlere dair hiçbir yargımızın tam olarak doğru olmaması. Ya da hepsinin doğru olması…
‘Çakma Emek’ ya da bir gasp hikayesi
Çakma Emek’ hafta sonu yapılan bir etkinlikle ‘sezonu’ açtı. Kimi aklı evveller ‘tıpkısının aynısı’ diye propaganda yapa dursun, Emek’in yıkımı ‘teknik’ bir konu değil, ağır bir gasptır. Biz bu gaspın parçası olmayacağız.
‘Trendeki Kız’: Banliyö öldürür!
“Trendeki Kız”, New York’un banliyölerinde yaşayan üç kadının birbiriyle kesişen hikayesine odaklanıyor. Filmin, Rachel’i canlandıran Emily Blunt’a Oscar adaylığı getirebileceği konuşuluyor.
Seren Yüce’den ‘hiçlik’e dair
Seren Yüce'nin yeni filmi 'Rüzgarda Salınan Nilüfer' vizyona girdi. Yüce, tıpkı 'Çoğunluk'ta olduğu gibi bu filminde de orta sınıfa dair gözlemlerini tutarlı bir hikaye ile birleştirip çıkarıyor seyircinin karşısına.
Kalandar Soğuğu: ‘Umut’suz yaşanmıyor
Kalandar Soğuğu'nu 'Sonbahar'dan sonra Karadeniz coğrafyasını hikayesiyle ortak kılmayı başarmış en önemli filmlerden birisi olarak kabul edebiliriz.
Eastwood’tan Amerikan ruhuna övgü
Yönetmenliğini Clint Eastwood'un üstlendiği Sully, bu hafta vizyona girdi. Filmde, arızalı uçağı Hudson nehrinin dondurucu sularına indirerek uçaktaki 155 kişinin hayatını kurtaran bir kaptanın öyküsü anlatılıyor.
Aynı denizde iki kere yıkanırmış!
Kayıp Balık Dori, denizaltı dünyasının renkliliğine espri zamanlamasındaki beceriye de eklediğimizde, haftanın en iyilerinden birisi olarak seyredilmeyi hak ediyor.
‘Krall’ı gelse tanımaz!
Star Trek: Sonsuzluk, bu hafta vizyona girdi. Filmde Kirk ve Spock’u bu kez yeni bir görev ve farklı bir düşman bekliyor.
Kendine viral
Yönetmenliğini Henry Joost ile Ariel Schulman’ın üstlendiği Viral, bir virüsle hayatları değişen insanların 'paranormal' hikayesini anlatıyor.
Emekliye sevk vakti gelmiş
Bourne serisinin son halkası vizyona girdi. Serinin hayranları hikayenin mitolojisinde bir derinlik bulamayacaklar ama aksiyon arzularını giderebilirler.