YAZARLAR

Her koyun kendi bacağından asılır! He öyle!?

Belanın asıl müsebbibi başına bela gelen olduğu için “kişi kendinden bilir işi”, irade kavrayışının etrafında sarmalandığı çekirdek sanki. Böyle bir sıçrama tahtası da belaya sebep olanların iradeden yoksun olarak kabulünde, denkleme dâhil edilmemesinde sorunsuzca yer almasına meydan veriyor. İnsanın aklına ister istemez neo-liberalizmin temel mottolarından “her koyun kendi bacağından asılır” gelebilir.

İnsanların başlarına türlü türlü belalar geliyor, bu belalarla cebelleşen, hayatları daralan ve dahi kabûsa dönüşebilen insanlara verilen öyle bir tepki var ki üzerinde durmaya değer. Bir kadın sevgilisi tarafından şiddete maruz kalıyor, hatta öldürülüyor ve buna verilen tepkilerden biri hiç sekmiyor, muhakkak vuku buluyor, çevresindeki kişilerden, bunu bir haber olarak okuyanlardan hemencecik ifşa oluveriyor: “Böyle bir adamla niye sevgili oldu ki?” Bir kadın tacize uğruyor, duyulan seslerden biri muhakkak şu: “Üstünde ne vardı ki? O saatte orada ne işi vardı ki?”. Ya da çok daha canlı bir örnek, hayatı neredeyse zindana dönmüş Hanife’nin başına gelenler ve tepkilerden biri işte yine aynı: “O da çocukla neden konuşmuş ki?”. Burada verdiğim bir iki örnek hep kadınlarla ilgili ama kadını, erkeği için örnekleri çoğaltmak mümkün, bu konuda ülkemiz pek bereketli. İş cinayetlerini aklınıza getirin mesela ya da etnik nefretleri, nefret söylemlerini, en çok da hayatımıza kabus gibi çöken Fetö soruşturmaları ve sonuçlarını. Ama hepsinin özeti şu: “Hırsızın hiç suçu yok!” Suçlu olan, olanlardan asıl sorumlu olan belalara maruz kalan. Bu nasıl bir irade kavrayışıdır? Nasıl bir kendilik kavrayışıdır? Nasıl bir ilişki örüntüsüne cevaz vermedir? Aralardan Kant’ın etik anlayışını, etik özne kavrayışını fısıldayanları, hatırlatanları duyar gibiyim. Yok, hayır bunun Kant’ın ne etik özne anlayışıyla ne de sorumluluk üzerine söyledikleriyle bir alakası var. Bu, tastamam otoriter bir toplumun kendini yeniden ve yeniden üretmesinin çok can alıcı ve dahi can yakıcı mekanizmalarından en dikkate değer olanlarından biri. En dikkate değer, çünkü otoriterliğin hâkimiyetini daha bir güçlü kılıyor ve bunu da en iyi yolla onu gözlerden saklayarak yapıyor. Hem de nasıl bir gizleme, zayıflığın üstünü çiziyor gibi görünüp, zayıflığı daha bir katmerleştirip güç atfedileni sahip olması çok şüpheli bir halle payelendirerek ve kat be kat güçlendirerek.

İradeye öyle bir çağrı yapılıyor ki sonuçta başa gelen bela daha ilk adımda bütün çıplaklığıyla görülebilir, bilinebilirmiş gibi. Bunun ima ettiği öyle bir öngörü sahibi olmaklık ki akla getirdiği Lars von Trier’nin Dogville filmindeki gibi bir tür tanrısal görü ya da tanrı haline gelmiş bir insan kabulü, her türden duygunun azledildiği her daim hesap yapan soğuk akıl sahibi varlık. Burada gözden kaçırmamamız gereken çok önemli bir nokta var, onu es geçmemek gerek. Belanın asıl müsebbibi başına bela gelen olduğu için “kişi kendinden bilir işi”, irade kavrayışının etrafında sarmalandığı çekirdek sanki. Böyle bir sıçrama tahtası da belaya sebep olanların iradeden yoksun olarak kabulünde, denkleme dâhil edilmemesinde sorunsuzca yer almasına meydan veriyor. İnsanın aklına ister istemez neo-liberalizmin temel mottolarından “her koyun kendi bacağından asılır” gelebilir. Oysa içinde ‘eylediğimiz’ toplumsal yapının aslî niteliğine eklemlenmiş bir şey neo-liberal değerler. Hatta aslî nitelik nedeniyle içselleştirilmesi çok da sorunsuz gerçekleşiyor, zemin çok müsait, cuk oturuyor o aralıklara çünkü.

İfade ettiğim tepki halinin ima ettiği irade kavrayışının “etik özne” kavrayışından açık ara farklı olması, tastamam sorumluluk dediğimiz şeyle çok sorunlu bir ilişki içinde olmasıyla alakalı. En başından söyleyelim, sorumluluğun neredeyse bütünüyle berheva olması bu aslında. Bu, sadece belaya sebep olanları iradeden masun kılmasından kaynaklanmıyor, ayrıca tepki sahiplerini sorumluluktan azade kılmasından da kaynaklanıyor, çünkü onları ortaya çıkan olumsuz durum karşısında itiraz ve reddetme, karşı durma ya da sorgulama yükümlülüğünden de kurtarıyor. Böylelikle de aczi kesifleştiren kerameti kendinden menkul gücü hâkim kılan düzenek doğrulanıp onaylanmış oluyor. Öyle bir onaylama ki belaya uğrayanı mahkûm ederken kendine, sahip olmadığı ve aslında koşulsuz biat ettiği gücü vehmetmiş oluyor. Oysa en derin acziyetle malûl, yücelttiği yerde kendini aşağılıyor, aşağıladığı yerde yüceltiyor. Mahkûmken hâkimmiş gibi hissetme. Tam bir patoloji, ama “aferin” denilen bir patoloji. Mimetik arzu üçgenine saplanıp kalma bir anlamda bu: Güce sahip olanı taklit ederek gücü elde edebileceğini sanma. Yani gücün, güç sahibi kılınan dolayımıyla arzu nesnesi haline gelmesi. Pek kaygı yüklü gerilimli bir durum. Gerilim sür git devam edemez, zaman zaman boşalması gerek, rahatlama olmazsa infilak kaçınılmaz çünkü. Vehimlerle gerilimin yükü hafiflemiş oluyor, ama anlık. Gerilimin tümüyle boşalması ancak kurulan ilişki denkleminin değiştirilmesiyle mümkün, bu ise otoriter ilişki örüntüsünün sönümlenmesi, bizim sorumlulukla baş başa kalmamız anlamına geliyor. İşte o zaman etik özneye çağrı kapıda, ahlâkî bir gerçekliği arama uğraşısı içine girme zorunluluğu. Kendinde etik özne sorgulaması yapmak, ahlâkî bir gerçeklik arayışına girişmek meşakkatli, hazır bize vazedilenler dururken niye böyle bir yükün altına girelim ki şu üç günlük dünyada. Varsın dâr ağaçları kurulsun, bacağı asan, bacağın asıldığı urganı tedarik eden her şeyden muaf olarak şöyle bir kenarda dursun mutlu mesut, biz koyuna bakalım!

Ez cümle otorite, güçlülük ve zayıflık imgeleriyle işler. Otoriterlikse zayıflığın sineye çekilerek gücü biatla matuf kılarak ihya etmek. Dolayısıyla otoriterliğe hayat veren zayıflığı içselleştirmek, daha doğrusu zayıflığı dışlaştırarak içselleştirmek, böylelikle de emreden ve emredileni ve dahi emri yerine getireni sorgudan sualden azade kılmak. Şaşmaz bir biçimde her daim iradeyi hatırlatıp aczi başkasında mahkûm ederek kendi acziyetine tuğla koymak aslında bu tepkilerin özeti. Bir güç güzellemesi! Zillete düşmüşüz ne gam!


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.