
Zamansız, bir daha Karapetê Xaço
“Bütün seslere ve tınılara açık” Açık Radyo’da Zîn isminde bir program yapıyordum. Derdim Kürt edebiyatının numuneleri üzerine konuşmaktı; hattı 16. yüzyıldan almış, ilk programda Kürtçenin diyalektlerinden söz etmiş, klasik edebiyatın ne demek olduğunu anlatmaya gayret etmiştim. Ama programın esas ilhamı ve hareket noktası, “Ermeni Edebiyatı Numuneleri”ydi. İyi bir radyo dinleyicisi sayılmazdım, halen de sayılmam ama Yetvart Tomasyan ile Payline Tomasyan’ın hazırlayıp sunduğu programı kaçırmamaya özen gösterdim. Ermeni edebiyatı ve Ermenice üzerine malumatlar edindim, şahane Ermeni müzikleri dinledim. Ve bir öğleden sonra radyodaki kadim dostum Didem Gençtürk tarafından arandığımda, hiç duraksamadan “Kürt edebiyatı numuneleri üzerine konuşayım ben de,” dedim. Programın adı da, 17. yüzyıl Kürt edebiyatının kurucu figürlerinden Ehmedê Xanî’nin aşk mesnevisi Mem û Zîn’den geliyordu. “Zîn” hem o mesnevinin kadın kahramanının adıydı, hem de “zihin, hafıza” manasına geliyordu. Daha ne olsundu?
2002 yılında üniversite öğrenimi için geldiğim İstanbul’da yaşamaya devam eden bir Kürdüm ben, çocukluğum Türkiye’nin en “tuhaf zamanlar”ından birine, 1990’lı yıllara denk geldi. İstanbul yıllarımın beşincisinde, 19 Ocak 2007’de Hrant Dink, kurucusu olduğu Agos gazetesinin önünde katledildi. Tetiği çekenin yakalandığı ama arkasında kimlerin olduğuna dair yargılamanın binbir türlü naz ve niyazla halen sürdüğü bu ölümün etkisi, sadece benim kuşağım tarafından değil, Türkiye’nin önemli bir bölümü tarafından milat kabul edildi. O günden bu yana Ocak ayı, Agos’un önünde toplanmanın da ayıdır.
2014’ten beri başka bir manası daha var Ocak ayının. 6 Ocak 2014’te, saat 21:13’te e-posta kutuma bir mektup geldi. Şöyle başlıyordu: “Sevgili Said, ben Yetvart Tomasyan, diğer yaygın adım Tomo… Sen Açık Radyo’da Kürt edebiyatı programını yapınca çok sevindim…” Hikâyemiz işte tam da bu noktada başlıyor. 14 Ocak’ı da var o ayın.
ÖNCE ETİMOLOJİ VARDI…
İsimlerimiz, hakkımızda konuşma kudretine sahip olur kimi zaman. Türkiye’de yaşayan Ermenilerin soyadındaki “-yan” soneki öyledir mesela; uzun konuşmaya hacet bırakmaz. Şeyhmus isimli biri ya Mardinlidir ya Diyarbakırlı, çünkü Sultan Şeyhmus civar halk tarafından ulu kabul edilmiş, mezarına yatır muamelesi yapılmış, o yatırda nice dilekler dilenmiştir ve bahsi geçen yatır Mardin-Diyarbakır karayolunun aritmetik ortasında yer alır. Vakkas ismi Antep’e, Dursun ismi Karadeniz’e atfedilir jenerik olarak. Bir de etimolojisinde ve telaffuzunda uzun hikâyeler barındıranlar vardır.

Karapetê Xaço
Şu an, bugün bir Kürt müziğinden söz ediyorsak, onu katmadan konuşacağımız bütün tarih anlatıları eksik kalacak bir isim var: Karapetê Xaço. Adının başka imlalarla yazıldığı haliyle Karabêtê Xaço, Gerabêtê Xaço, Qarapetê Xaço, Qarapetê Haco, Garabed Xaçaduryan…
Ermenice bir isim Karapet. Sözlük anlamı “[çok eski zamanlardan bu yana yaygın bir şekilde kullanılan bir isim] Önder, yol gösteren, gaipten haber veren. Garo, Garuş, Grbe, Grbo, Garig: Halk ağzında bozulmuş şekilleri”. Konuşmada bozulacak kadar yaygın bir isim; 1915 öncesinde yoğun biçimde Kürt coğrafyasında yaşayan Ermenilerin de sık kullandığı bir isim. Telaffuz zamanla kelimeyi Kürtleştirmiş, Arap alfabesindeki “kaf” ile, “k” harfini kalın okuyarak Kürtçe bir isim gibi de duyulmasını sağlamış. Geçişli, tuhaf, oluş zamanının zor tespit edilebileceği bir durum: Morin’in “karmaşıklık paradigması”na ihtiyacımız var bu noktada.
‘KARMAŞIKLIK PARADİGMASI’
Edgar Morin’in bilim için sisteme oturttuğu bir paradigma var. “Karmaşıklık paradigması” olarak biliniyor; başlıca üç öncülden söz etmek mümkün; Türkiye’de Ermeniler – Cemaat-Birey-Yurttaş kitabından (yayına hazırlayanlar: Günay Göksu Doğan, Füsun Üstel, Karin Karakaşlı ve Ferhat Kentel; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları) mealen aktarıyorum: 1) Objektif gerçek yoktur; insani gerçeklik bir anlam gerçekliğidir ve aktörler tarafından inşa edilir. 2) Tek bir gerçeklik yoktur, farklı ve birlikte yaşayan aktörler tarafından inşa edilen “gerçeklik” vardır ve her biri diğeri kadar “doğru”dur. 3) Ortaya çıkan anlam gerçekliği döngüsel nedenlerin tamamıyla ilişkilidir; bu paradigma, dolayısıyla pozitivist doğrusal nedenselliği reddeder. Bir anlama ve anlamlandırma girişimidir.
Bu meyanda, Türkiye Ermenilerinin yaşadığı (Marc Nichanian’dan alıntılayarak büyük harfle ve tırnak içinde söylüyorum) “1915 Felaketi” ve sonrasındaki bütün kimlik tanımlarını, sonuçlarını, arayışlarını, buhranlarını… karmaşıklık paradigmasıyla düşünebiliriz. Aynı kitaptan, bu defa mealen değil, doğrudan alıntılayarak söylersem: “[T]ürkiye Ermeniliği, Anadolulu-İstanbullu, Ermenice bilen-bilmeyen, Apostolik-Katolik-Protestan (ve kimi zaman agnostik, ateist), eğitimli-eğitimsiz, genç-yaşlı, kadın-erkek vb. değişkenler ve Ermeni bireylerin ‘cemaatleri’yle ve büyük toplumla kurdukları ilişkilerle karmaşık bir süreç içerisinden biçimlenmektedir.” Karışık, tuhaf ve esasen biraz da zor bir mesele daima. Devlet aklının henüz müzakere, yüzleşme, (mümkünse) barışma aşamalarının uzağında durduğu bu meseleyi, adı bütün alfabelerde başka başka yazılan “dengbêjlerin şahı” ile okumak çabasını; hayatta tanıdığım en sıkı Karapetê Xaço hayranı Yetvart Tomasyan’la, Xaço üzerine düşünmüş söyleşiler yapmış, benzersiz bir müzikal performansın fikir babalığını yapmış oğlu Mihran Tomasyan’la (Tomo Abi) ve bu benzersiz “Lawikê Metînî” performansının icracısı Gökçe Gürçay’la göstermeye gayret ettim ben de. Gayret yazanın, takdir ve tekdir okuyucunun.
KARAPETÊ XAÇO BULUŞMASI
Günümüzde “Binatlı” olarak bilinen “Bileyder”de doğuyor Xaço. Doğduğu zamanlarda Diyarbakır’a bağlı olan bu köy, sonradan Batman’a bağlanıyor. Doğum tarihi, resmi kayıtlara göre 1900; fakat kesinlik yok, 1903 ve 1908 tarihleri de var. 7-8 yaşlarındayken, hayatını belirleyecek “karmaşıklık paradigması” kendiliğinden başlıyor: Annesi ve babası, onun ve kardeşlerinin gözünün önünde katlediliyor. Kürt coğrafyasında doğmuş bir Ermeni’nin hayatı, belki de bu ilk anıyla başlıyor. Sonradan, şimdi Suriye sınırları içerisinde bulunan Qamişlo’ya (Kamışlı) geçecek. “Zaten dikkat ederseniz, Kamışlı’daki Ermenilerin çoğu ya Diyarbakır ya da Sasonludur,” diyor Tomo Abi. “Kamışlı, onlar için vaha. Kurtuluşun ilk noktası…” diye ekliyor.
1915’ten sonra Diyarbakır ve Sason civarında barınamayan Ermeniler, kitleler halinde daha güneye göçüyor. Daha dağlık ve köylük bölgede yaşayan bu Ermenilerin birinci dil olarak Ermeniceyi konuşamama sebebini şöyle yorumluyor Yetvart Tomasyan: “Bu bölgelerde eğitim şehirdeki gibi olmadığı için Ermeniceleri yok gibi; ama bütün örf ve âdetleri biliyorlar, ona göre yaşıyorlar.” Bahsi geçen paradigmanın mümtaz örneklerinden biri olan Karapetê Xaço, uzun hayatı boyunca tek bir Ermenice ezgi seslendirmemiş, bütün “kilam”larını (gazel okumaktan genişleyip şarkıya dönüşen Kürtçe kelime) Kürtçe icra etmiştir.
XAÇO’YLA TANIŞMAK
“Ben Tıbrevank okulunda, yatılı okudum. Genellikle doğudan gelen öğrencilerin okuduğu bir okuldu. Anadolu’nun her yerinden insan vardı ama ben daha çok Diyarbakırlılara kendimi yakın hissettim. Halen de görüşürüz dostlarımla. Karapetê Xaço’nun adını ilk, evde anadil olarak Kürtçe konuşan Beşiri’den gelen can dostlarımın evinde duydum. O vakit kasetler vardı, ilk orada tanıdım,” diye anlatıyor Tomo Abi ilk tanışmayı.
“Dengbêj”imiz (Kürtçe kilam söyleyen, ezberindeki hadiseleri müzik aracılığıyla hikâyeleştiren, bir tür âşık-aşuğa benzeyen icracılara Kürtçe verilen sıfat) Suriye’ye geçtikten sonra Fransız lejyonuna katılır ve 15 yıl çalıştıktan sonra oradan emekli olur. Ardından Sovyet Rusya döneminde (1946) Ermenistan kapısı açılır ve dünyadaki Ermenilere çağrı yapılır. Karapet Kürt coğrafyasında adı duyulmuş bir dengbêjdir artık, her ne kadar yoksulluk yakasını bırakmasa da. “Bolşeviksin ve Partilisin, değil mi?” diye sorar subaylar ona. “Bolşevik molşevik bilmiyorum, Kürdüm ve Ermenistan’a gitmek istiyorum,” diye yanıtlar Xaço. Ömrünün sonuna dek aşkı kalacak Yeva ile evlenir. Ermenistan günleri, aynı zamanda “Erivan Radyosu” günleridir.
BİR EFSANE: ERİVAN RADYOSU
Tomo Abi’nin de destekçilerinden biri olduğu Kardeş Türküler müzik grubunun “15 Yılın Öyküsü” alt başlıklı Kardeş Türküler kitabının (bgst Yayınları) “E-Ziyaretler” bölümündeki bir dinleyici yorumuna bağlanıyoruz: “Radyonun Kürt coğrafyasında ilk kullanıldığı yıllarda, yani benim çocukluğumda Erivan Radyosu’nun Kürtçe türkülerinin bende ve benim kuşağımda ayrı bir tadı ve yeri vardır. Şöyle ki, köyde radyosu olan aile Erivan Radyosu saatinde radyoyu pencereye koyar ve son sesine kadar açarak çıkan türküleri tüm köylüye dinletir. Radyo sesini duyan tüm köylüler o saatte bu müzik şölenini dinlemek için zaten beklemektedirler.” [Ayhan Yılmaz]

Kürt öğrenciler Erivan radyosunun Kürtçe yayınını dinlerken… (Fotoğraf: Celili Celil arşivi, Denge Radyo Kurdî)
Ermenistan’ın başkenti Erivan’da (Êrîvan, Yerevan) yayın yapan “Erivan Radyosu”nun görece özgür ortamında Kürtçe müzik saatinde kilamlarını icra eden müzisyenlerin başında Egîdê Cimo, Mihemed Arîf Cizrewî, Ayşeşan, Meryemxan, Feyzoyê Rizo gibi isimler gelir. İlk dönemlerde “ataerkil” hikâyelerin işlendiği kilamlara mesafeden ötürü Karapetê Xaço’yu biraz dışarıda tutan ama sonra adları birlikte anılacak kadar içeren radyo, dünyada yaşayan bütün Kürt halklarının (bilhassa “dört parça” diye tabir edilen Türkiye, İran, Irak ve Suriye) hayatında çok önemli bir yere sahiptir. Burada “halk” kimdir, kime denir sorusu ortaya çıkar, çünkü karmaşıklık paradigması Kürtler için de geçerlidir.
Halkbilimci Alan Dundes’ın, “Halk kimdir?” makalesinde etraflı bir tarif bulunur: “Halk terimi en azından ortak bir faktörü paylaşan herhangi bir insan grubunu ifade eder. Bu grubu birbirine bağlayan faktör ortak bir meslek, dil veya din olabilir, ne olduğu önemli değildir. Bundan daha önemli olan ise, herhangi bir sebebe bağlı oluşan grubun, kendine ait olduğunu kabul ettiği kimi geleneklere sahip olmasıdır.” Evet Ermeni halkının bir evladı olarak, Kürt halkının dilinin içine doğmuş Karapetê Xaço, bu meyanda, Kürt halkının en müstesna değerlerinden biridir. “Halk”ı okuryazar olmayan, taşralı, kaba köylü olarak tarif eden 19. yüzyıl tarifi modern halkbilimciler tarafından da kabul edilseydi, disiplininin kendisi ölecekti. Ve biz “köylüler”, “köylü” Karapetê Xaço’nun icra ettiği şeye, muhtemelen bir sanat eseri muamelesi yapacak süzgece sahip olmayacaktık.
Kırdan gelen bu iki halk, Karapet’in sesinde buluştu yıllarca. Buluşmaya da devam ediyor.
‘KARAPET’İN ADINI DUYANLAR KALKIP CEKETİNİ İLİKLİYORDU…’
“Evlerine gittiğim arkadaşlarım Karapet’i bir ilah gibi anlatıyordu,” diye devam ediyor Tomo Abi. Artık Mihran ve Gökçe de var muhabbetin içinde, sanki dört kişilik bir Karapet divanı kurmuşuz da, onun ezgin ve tanıdık yüzüne mahcubiyetle bir şeyler anlatıyoruz. Bir fıkranın başlangıcı da sayılırız aslında: Baba oğul iki Ermeni, bir Türk ve bir Kürt bir gün oturmuşlar…
Etimoloji demiştik, küçük bir çıkma yapma zamanıdır: Muhabbetin kökü, “hubb”. Yani sevmek var kökünde. Bizimki de kelimenin bütün manasıyla bir Karapetê Xaço muhabbeti. “Bir süre sonra tanıdığım başka Kürtlere sormaya başladım. ‘Karapetê Xaço’yu tanıyor musun?’ Bazısı ismini duyar duymaz kalkıp ceketini ilikliyordu. Çok keyifleniyordum…” diyor Tomo Abi. Sevgiyle; yani muhabbetle.
Mihran, Xaço üzerine müstakil bir kitap yazmış, dengbêjimizin ölümüne yakın bir zamanda (Aralık 2001) kalkıp yanına, Erivan’da yaşadığı “Solxoza Çaran” köyüne gitmiş Salihê Kevirbirî ile buluşmalarını anlatıyor. Gökçe’nin müzik grubu Gevende’nin mekânındayız; ama hemen yanda Çıplak Ayaklar Kumpanyası (ÇAK) var. ÇAK, içinde dansın, müziğin, performans sanatlarının tamamının icra edildiği bir vaha konumunda; Mihran da oranın başat figürlerinden biri, aynı zamanda müthiş bir dansçı. Yan tarafta, hakikaten çıplak ayakla girilen muşamba tabanlı ÇAK’a gitmek zorunda, çünkü provası var. Karapet’in zorluk içinde yaşadığı köyünde, 100 küsur yıllık uzun ömründe ona neden kimsenin doğru düzgün yardım edemediği konusunu Tomo Abi, ilk zamanların seyahat zorluklarıyla birlikte düşünmemiz gerektiğini söylemişti. Mihran, köye dönme arzusunun olup olmadığını ve esas, acaba hiç dönebilmiş mi diye Kevirbirî’ye sormuş: “Hiç dönmemiş. Kendisini en son beraber ziyaret ettiğim iki sanatçı arkadaşım ile beraber çok zorlamamıza rağmen gelmek istemedi. Çok istemesine rağmen ‘ben uçağa binmem, binersem ölürüm,’ demişti. Onu İstanbul’a getirip, oradan da Diyarbakır Kültür ve Sanat Festivali’ne götürmeyi düşünüyorduk. Organizasyonu da yapılmıştı. Daha sonra köyüne götüreceğimiz sözünü verdik ama kabul etmedi maalesef. Kürtler geç kalmıştı aslında. Çok daha önceleri bunu yapmamız/ yapmaları gerekiyordu. Ama çok görmek istiyordu doğup büyüdüğü toprakları…”

Karapetê Xaço
‘LAWİKÊ METÎNÎ’ [METİNGİLİN OĞLU]
“Dünyada 50 milyon Kürt var, bir Karapet’e sahip çıkamadılar” diye serzenişini anımsıyorum Xaço’nun, Mihran da hatırlıyor, Gökçe birazdan “Lawikê Metînî” icrasından ve tanışma ânından söz etmeye hazırlanıyor, Tomo Abi o an ekliyor: “Sovyet Ermenistanı’nda şimdi gecekondu diye tarif ettiğimiz evlerden çok var ama şatolar da var. Karapet’in evi ne kadar basit olabilir? İşte o kadar basit. Ne kadar basit olabilir? Aha işte o kadar basit.” Dünyanın en talihsiz coğrafyalarında dolaşmış bu büyük müzisyenin hayatının ne denli zorluklarla geçtiğine bir kere daha hayıflanıyoruz.
Gökçe anlatmaya başlıyor: “Benim yaptığım daha önce yapıldı mı bilmiyorum ama daha önce yapılan bir şarkının üstüne davul çaldım. Aslında yeniden yorumlamak da denmez, cover da denmez, altına yahut üstüne bir şey örttüm.” Gevende’nin davulcusu ve geri vokali Gökçe, Karapet’le, bu tuhaf dehayla nasıl tanıştığını anlatıyor: “Bizim hikâye Mihran’la başladı. Gevende-ÇAK beraberliği, gitmeler gelmeler, oturmalarda, uzun gecelerde birbirine şarkı dinletme beraberliği… benim de bir lafım vardır o durumlarda. ‘Bu şarkıyı dinleteceğim ama 50 kuruşunu alırım.’ Bir akşam Mihran geldi ama hazırlanmış, belli. ‘Sana öyle bir şarkı dinleteceğim ki 50 kuruş yetmez. Bak!’ Dinletmeden önce de anlattı, Karapet kimdir, Erivan Radyosu nedir, kilam nedir, stran nedir, dengbêj kime denir… sonra dinletti. Donduk kaldık.”
Çalan stran [Kürtçe “şarkı”nın kapsayıcı adı] “Lawikê Metînî”dir; kadın ağzı bu stran vuslatı pek mümkün olmayan bir aşkı hikâye eder. Xaço’nun en çok bilinen, en çok yorumlanan (Aynur’un yorumuyla ayrıca daha çok yaygınlaşan) stranlarından biridir. Stranın anlatıcısı olan kadın, “Lê lê dayikê heyranê,/ De tu rabe bi xwe ke/ Bi Xwedê ke roja şemiyê/ Serê min bişo û xemla min li mi ‘ke” (Hey anne kurban olduğu, hadi kalk da rızanla, Allah’ın rızasıyla, bu cumartesi günü başımı yıka ve beni süsleyerek giydir) diye başlar. Stranın meyi gene efsanevi müzisyenlerden Egidê Cimo’ya aittir. İşte Mihran’ın dinlettiği, Gökçe’yle beraber kalakaldıkları ve akabinde bir “altına yahut üstüne bir şey örterek” davul marifetiyle yeniden yorumlanmasına karar verdikleri stran budur.
“Dinlediğim zaman bir anda, o gece toz bulutunu fark ettim. Bakıp göremediklerimizin çokluğu, bir sütun yüzünden göremediklerim ve o tuz bulutu… Eve gittim, bir daha dinledim, bir daha dinledim; ‘bu bana bir şey söylüyor’ dedim. Hem de bana davul çal diyor. O resitatif söyleyiş bana çok şey söyledi. Davul solosu sevmem pek ama orada kendime bir alan bulmuş oldum. Oradaki o uyum potansiyeli… O davul solosunu üzerine atsam, ritmik olmasa, sanki daktiloya, sözün kendi ritmine yapışsam diyerek denemeler yaptım…” diye devam ediyor Gökçe. Ve o kaydın nasıl oluştuğunu tarif etmiş oluyor. Videoyu çeken Ezgi Kaplan’ın da emeğini anıyoruz. Dayanamıyoruz, haydi açalım diyoruz. Muhabbet divanında Karapet bir daha ses ediyor, biz de hürmetle selam ediyoruz. Dahası, selamını alıyoruz.
‘GÖZLERİMİ KAPATSALAR MEMLEKETİMİ KÖY KÖY, ÇEŞME ÇEŞME BİLİRİM!’
Salihê Kevirbirî aktarıyor, Mihran’dan okuyoruz: “Gözlerimi kapatsalar, Xerzan’ın, Bişêriyê’nin, Êlih’in (Batman), açıkçası Malabadi Köprüsü’nden Diyarbekir’e kadar olan yerleri, köy köy çeşme çeşme tanırım!”
Ol hikâye Karapetê Xaço makamındadır, 100’ünü devirdikten sonra gözünü kapatsalar çeşme çeşme tanıyacağı memleketin uzakta gömülen, “sabah başlasa hiç susmadan günlerce” kilam söyleyebileceğini tarihe not düşen zarif, ezgin ve “tuhaf” bu mahcup dehanın muhabbetine diz çökerek söylenmiştir. Yetvart Tomasyan, Mihran Tomasyan ve Gökçe Gürçay’la İstanbul’un Çukurcuma’sında harf harf hevese düşülmüştür. Dinleyen dinlemeyene anlatsın umulur. Uğurlar olsun sana Karapet Amca! Yani, senin dilinle, bi xatirê te apê Karapet!
Bu metin geçtiğimiz yılın mart ayında yayımlandı.
1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Kayyım
Bütün bu malumatın sonunda şunlara ulaşıyoruz: Esasen “kayyım” olan kelime zamanla halk dilinde “kayyum”a dönüşüyor ama o dönüştüğü kelimenin manası çok geniş ve büyük bir kelimeye tosluyor. Ama gene de bu iki kelime aynı kökten geliyor ve o kök gidip “kıyamet” kelimesiyle akraba çıkıyor.
Bir afiyet, bir nasip işi: Uyku
Bu sadece bana ait bir şey olsa, bu dertten tek başıma mustarip olsam bu yazıyı yazmayacaktım. Ama kısık sesle bir şey iddia etmek isterim; benim yaş grubumda, arkadaş çevremde neredeyse herkesin sorunu bu. Kimse uzun uyuyamıyor, kimse mantıklı saatlerde uyanamıyor, kimse kesintisiz dalamıyor, kimse ferah rüya görmüyor.
Ya sahne diye bir yer olmasaydı: Vedat Yıldırım
Cemal Süreya, İlhan Berk için “Şiir diye bir şey olmazsa, o icat ederdi” mealinde bir söz söyler. Ben de naçizane el yükseltiyorum. Sahne diye bir yer olmazsa, Vedat Yıldırım onu icat ederdi.
Suruç diye bir yer
Sıkıcı, çok sıkıcı bir yazı bu. Ben olsam okumam. Yeni bir şey demeye ne halim, ne takatim, ne de müktesebatım uygun. Her hafta oturup bir şeyler yazan âdemoğlu olarak, elimden başka bir şey yazmak da gelmeyecek. Mesele Suruç, konu çok zor, yazı sıkıcı.
Bir temsil: Yaralarım Aşktandır
Ferruhzad’ın hayatını, şiirleriyle beraber ele alan bir oyun oynanıyor bir süredir. Metin Şebnem İşigüzel’e ait; yönetmenliğini Berfin Zenderlioğlu yapıyor ve Nazan Kesal tek kişilik bir performansla izleyiciyle buluşuyor. Yaralarım Aşktandır için söyleyebileceğim ilk cümle, Nazan Kesal’ın sahnede devleştiğidir. Bu “sahnede devleşti” klişesinin gerçekten hayatiyet bulduğu, ete kemiğe büründüğünü görmek bir defa büyük saadet.
Temmuz notları
Bu dünyadan bir küçük İskender geçti. Çok dolaşan “Ben öldükten sonra dans edin…”le başlayan videosundan bahsetmek istiyorum; ki, bu dünyadan geçen küçük İskender’in öte yandan nelerle boğuşmak zorunda kaldığını hatırlayalım.
100 ülkede 100 türkü çığırmak: Loudingirra Özdemir
Sıtkı Baba’nın “Siyah Saçlarında Hatem Yüzleri” türküsünü, daha doğrusu şiirin “Kaşların bismillah yüzün beytullah/ Seni öz nurundan yaratmış Allah/ Sevmişem ben seni terk etmem billah/ Aşkın hançer’inen canım vuralar beni” kısmını düşünürken gördüm Loudingirra Özdemir’i. Çok kalbî bir icraydı duyduğum.
Kaçıncı ‘üçüncü güç’?
Dünyanın en kalabalık Kürt şehirlerinden biri İstanbul. Ve İstanbul’da yaşayan Kürtlerin neredeyse tamamının kendini ait gördüğü siyasal hareket HDP çizgisi. Bu siyasal hareketi mahcup biçimde çeşitli ittifakların içinde “varmış gibi” göstermenin miadının geçtiğini kanıtladı bu seçim.
Kurşun kaleme övgü
Öteki kalemlerin işi mürekkepledir, “tükenmez kalem”in isminin iddiasıyla varoluşu arasındaki derin fark başka tartışmanın konusu ama nihayet hepsi mürekkeple “çalışır”. Bir tek kurşun kalem, kendi özünden “yiyerek” çalışır. O da iyi bir kalemtıraşla mümkündür.
Haziran notları
Haktan Pak, bu dünyada 50 yıl yaşadı ve davudi sesiyle “Eyvallahın” diyerek gitti. Yattığı yer gül olsun. Haziran’ı çok severdi. En çok da 1 Haziran 2013’ü.
Bayram evi
Bu bayram evdeyim. “Aşağıdan gelir omuz omuza” türküsünü söylemiyorum. Önce hocamın, sonra akrabaların kabrini ziyaret edeceğim. Çocuklarla bayramlaşacağım, yeğenlere harçlık vereceğim. Akşamında kalabalık yemek yedikten sonra da birahaneye gideceğim arkadaşlarımla beraber.
Her şey güzel olacak mı? İmamoğlu adıyla çağrılacak mı?
Mehmet Metiner’in lapsus’undan anladığımız kadarıyla, AK Partililer artık Ekrem İmamoğlu’nu adıyla çağıramayacakmış. AK Parti’nin adayı Binali Yıldırım’ın tweet’inden öğrendiğimiz kadarıyla da, İmamoğlu’nun yeni kod adı “CHP adayı”. Burada çok tuhaf bir kabul var.
Dost, anı, şehir, duygu: Biriktirmek
Şu günlerde çok sık dikkatimi çeken başka bir moda üzerine konuşmak isterim. Bir fiil ama fiil olmaktan daha büyük, daha gövdeli bir şeye evrilmiş zaman içinde: “Biriktirmek”. Zenginin malı nasıl yıllarca züğürdün çenesini yorduysa, artık kişisel medyalarımızda, görünenin ışığı görünmeyenin biriktirmesine sebep oluyor.
Eski sokaklardan bir ses yahut Beş Mayıs: Hüsnü Arkan
Şimdi, 2019 Mayıs’ı. Epey gürültü var. Deniz Gezmiş ve Attilâ İlhan cismen burada yoklar. Hüda ömür versin, Hüsnü Arkan yanı başımızda. Yazıyor, söylüyor, “rüzgârlanıyor”. Biz ne Yusuf-Hüseyin-Deniz’in ölüm fermanını imzalayanları hatırlıyoruz, ne de o kesif suskunluğa sebep olanları. “Beş Mayıs” diye bir şarkı dinliyoruz. Açlık, gene çoğunluktandır.
Bağlamanın kalbi yahut gurbeti kim yarattı: Arif Sağ
Arif Sağ, bağlamanın kalbidir. Ve bizim kalbimiz onunla atıyor. Hüda ondan razı olsun.
Neden soruyorsun, nereye gideyim: Mavi Sakal ve İki Yol
İnsan, hayattaki her şeyi yozlaştırabilir. Çok güzel bir manzara mesela, ilk gördüğümüz an ile her gün gördüğümüz hali arasındaki fark müthiş uçurum açar. Sabah mesaiye yetişmeye çalışan ve geceden uykusuz kalmış birinin vapurla işe giderken Boğaz’a bakışıyla, her gün penceresini açtığında Boğaz gören birinin bakışı arasında da bambaşka bir açı vardır şüphesiz. Çileğin ilk tadı ile şimdiki GDO’lu tadı arasındaki farktan bahis açmaya bile lüzum yok. Sular bile bozulmadı mı?
Gene gel bize, duraq yüz yüze: Nermine Memedova
Kaç yıl evvel dinledim, ilk dinlediğim icrada İmamyar Hesenov ve kemençesin ne denli aklımda kaldı, o ilk dinleyişten sonra kaç kere dinledim, bunların neredeyse hiçbiri yok. Nermine isimli bu kadının kim olduğunu neden merak etmedim, birkaç internet araması dışında neden ayrıca bakmadım, bunlar da yok.
Kapıyı çalan Samiye Rastgeldi’dir
Bunca söyleyenin içinden neden Samiye Rastgeldi’nin versiyonu çok ilgilendirdi beni diye düşünüyorum. Peslerinin gücü mü, kulağımın terbiyesinin müsaade ettiği kadarıyla bütün notaların hakkını verişi mi, bağlamanın az biraz aksamasını da zarafetle halletmesi mi, “ağız” yapacağım diye türküyü harcamaması ama ağzın küçücük inceliklerini asla ihmal etmemesi mi, bizatihi sözlerin gücünü vurgulayabilmesindeki kabiliyet mi, hakkında pek bir şeye ulaşamamam mı, albümünün olmaması ve “profesyonel” olmaması mı?
Karanlık değil, yüksek: Bilind İbrahîm
Bilind İbrahîm’i her mecrada (arabalar hariç değil) dinlediğimiz günlerden birinde, bir arkadaşımızın Kürtçe bilmeyen eşi “Aa kör müymüş adam?” demişti. Hiç aklımıza gelmeyen öteki dil çağrışımı: “Blind”ı İngilizce düşünmek hiçbirimizin aklına gelmemişti. Biz de uzunca, acaba İbrahîm’in ailesi Beşiri’den mi göçtü yahut Duhok civarında aynı isimde köy mü var diye düşünmüştük. Kürtçede “yüksek” manasına gelen “bilind” kelimesiyle ismi İbrahîm’in.
LaWje yahut Ali Tekbaş’ın söyledikleri
Ali Tekbaş şarkıya başlamadan önce tellilerin sesi duyuluyor. Kar, artıyor. Biraz daha üşüyoruz. Sağ alt taraftan “zozanî” bir soğuk giriyor otomobilin içine. Tellilere vurmalı eşlik ediyor. Tekbaş şarkıya başlamadan önce, hemen o an, ufacık bir es var. Susuyorlar. Sonra başlıyor “Hesen Lawo”ya. Kar biraz daha artıyor.
İki kahraman: Metin ve Kemal yahut Metin ile Kemal
Başka disiplinlerde, bilhassa sinemada, kardeş mucizesine şahit olduk biz ölümlüler. “Kamkaran” gibi başka görkemli örnekler de var, akrabalardan mürekkep grup bağlamında. Ama iki kardeşin müzikte bunca hayatımıza değdiği az görülmüştür.
Hırıltı hariç değil: Melek Mosso
Melek Mosso’nun sesinde bir hırıltı var. O hırıltı bana bu tuhaf günlerde çok iyi geliyor. Daha çok söylerse, o hırıltı belki yok olacak. Olsa bile, ben hep o kusurlu söyleme ânındaki müthiş yükselmeyle hatırlayacağım onun icralarını.
Çığlık da mümkün: Ruşen Alkar
Bu şarkı, diyelim adı “Annesiz Kızlar” olsun, diyelim “Anasız Kızlar” olsun, diyelim “Anasız Kız” olsun; hangisiyle çağıracaksak çağıralım, binlerce defa dinlenilmiştir. Ve gene Alkar’ın “Tenêtî wek nexweşiyê” dediği yerde, epey defa yutkunulmuştur. Orada çünkü, yalnızlık demektedir Alkar, yalnızlık bir hastalık gibidir.
Hep, hepyek değil: Volkan İncüvez
Volkan İncüvez, çok iyi çalıyor çaldığını. Benim ilgilendiğim kısım başka, ve o dediğimde müthiş bir içtenlik hissediyorum. Buna da kendimce bir anlam atfediyorum.
Mes’ut bir tesadüfe...
Hayatta en sevdiğim anlardan biri: Selim Temo anlatmak. Talebesiyim: Doktora tezi yazıyor Mersin’de. Kaynaklara ulaşamadığı zaman kütüphane kâtipliği yapıyorum. O zamanlar telefondan fotoğraf göndermenin hayal edilemediği zamanlar; kaynakların fotokopisi çekiliyor, postalanıyor, bazı zamanlar taranıp e-mail’e ekleniyor. Hayatta en sevindiğim “teşekkür” bölümünün olduğu kitap çıkıyor sonra o tezden. Türk Şiirinde Taşra.
Erdal Erzincan olmak
Erdal Erzincan, türkü dinlemenin “sıradan” bir şey olmadığını bu memlekete anlatmış çok kıymetli insanlardan biridir. Okuluyla, derlemeleriyle, icralarıyla, cesaretiyle hâlâ birçok insana umut vermektedir. Bu fukara yazı, ancak ona şükran borcu içermektedir. Ömrü uzun, sesi kavi olsun isterim.
Sedat’ın santuru
Sedat’ın santurunda bir ses var. Mızrabının tele değdiği yerlerde, onun bildiği bir ses bu. Bir kısmını anlıyoruz biz sanki. Bu çalgının, bu topraklarda tamamlanması gerekiyormuş. O tamamlanma çemberi için de, biraz anlatması gerekiyormuş. Dilsiz kaval, kaba zurna, cura... hepsiyle konuşuyor santur.
Shakira
Veli toplantılarına bile beni yarım ağız çağıran bu oğlan, ne oldu da bu stat konserinde beni yanında taşıyor? Köstekli saate burun kıvıran, yeleklerime haşerat muamelesi yapan, cümlelerim bir an önce bitse de kendi zihninde pişirdiği acı sözü söylese diye bekleyen bu soğan cücüğünün hayatında, bana dair bir şey mi değişiyordu? Yorum nam grubun konserinden yıllar sonra, beni üç numarayla Shakira konserine sürükleyen merak şüphesiz buydu.
İçinde Musa Anter geçen bir yazı
Anter, 1991’in Temmuz ayında kaçırılıp öldürülen Vedat Aydın’ı çok özlediğini yazılarında defalarca belirtmişti. 10 Temmuz 1991’de Vedat Aydın’ın cenazesinde neler olduğu kayıtlı, duruyor. 20’den fazla insan öldürüldü bu cenazede. Aradan geçen bunca yılda tek bir fail bulunamadı. Musa Anter’in ölümünün ardından, dosya zaman aşımına uğramak üzereyken, Abdulkadir Aygan’ın ve suikastten yaralı kurtulan Orhan Miroğlu’nun teşhisiyle Hamit Yıldırım tutuklandı.
Bir ilk film: Benim Varoş Hikâyem
Benim Varoş Hikâyem (“My Suburban Stories”) kişisel bir hikâye. Yönetmen doğduğu, büyüdüğü ve ülkece “tuhaf” bulunan mahallesine gider ve karşısındakileri konuşturur. Aksiyon yoktur söz gelimi; en büyük aksiyon motorcuların yaptığı hareketler ve güvercin çalmanın inceliklerini öğreten karakterlerdir...
Edip Cansever, Nusr-et’e karşı
Geçtiğimiz günlerde, Kapalıçarşı’nın Sandal Bedesteni kapısının üstüne, yarım ay biçimde bir tabela asıldığı fark edildi. Henüz restoran açılmadan, “yakında” anonsuyla müjdelenen dükkânın yerdeki tabelasının önünde fotoğraf çektiren insanlardan ikrah eden civar esnaf, tabelanın “en azından yukarıda” durmasına sevinmiş konuştuğum kadarıyla, ilk başlarda. Edip Cansever, “Kapalıçarşı” yazısının sonunda bir soru soruyor 1977’den: “Düşünüyorum da, neden onca yıl çiçek satıcısı geçmedi Kapalıçarşı’dan?”
Murat Yurtgül
Murat Yurtgül, 1991’den 2015’e dek sürdüğü hayatında, aşağıdaki paragrafsız blokta söylenen izleri bırakarak veda etti bu dünyaya. 32 yoldaşıyla beraber. Suruç’ta, Kobanê’ye kitap ve oyuncak götürmek üzereyken.
Hanlar ve kumaşlar: Bursa
Lakabı yeşil. Lakin var bu yeşilde. Size Bursa diye gösterilen yerde değil, çevresindedir lakabı. Üniversitesinin adında dağ var. Her yerde han var. Her yerlerde hanlar. Hanlar, hanlar sonsuza uzar Bursa’da. Yeşil? O kısmı konuşmuştuk.
Adnan Oktar 2012’de hangi romanın başrolündeydi?
Romanın bizatihi kurgusunun bir parçası olan “açık kaynaklardan bilgiye ulaşma” esprisi ile Uygur, romanını neredeyse apaçık Oktar mitinin yıkıcılığında kuruyordu. Bugün, 2018 yılında, her ne hikmetse seçimden sonra gerçekleşen operasyonu hararetle alkışlayanlar, dün bu romanda okuduklarımıza kulak tıkıyorlardı. Geçelim.
Asi sırf nehir adı olmayabilir: Antakya
Asi’nin iki anlamı var. Nehir olanı, bıkmadan usanmadan milyon yıl oradan oraya kat eder durur bütün toprakları. Bir de Armutlu diye bir mahalle. Atilla Çapraz şimdi kalkıp İstanbul’dan gitse üç harfli bir otobüse binip, ilk iş o mahallenin tabelasının yanına varır. İmzasını atmadan hemen önce, Armutlu’nun adını Asi ile değiştirir. Sonra yürür, Abdocan’a rahmet okur.
5 maddede ‘benim dolma kalemlerim’
Bugün bile, çantanın ön gözünde yeni bir kalem varsa ve bu bir dolma kalemse, asla eve kadar bekleyemem. Bir an unutursam yeni kalemi, içimdeki sevincin ne olduğunu çözmeye çalışırım. “Ben şu an bir şeye seviniyorum ama o ne?” diye düşüne düşüne, çok da zorlanmadan kalemi hatırlarım.
'Dünya Sinema Sözlüğü' üzerine
Kanımca, bu sahanın gene müstesna işlerinden birine, Rakı Ansiklopedisi’ne benziyor biraz. Bu sözlük, Gayri Resmî ve Resimli Dünya Sinema Sözlüğü, meselesinin tamamını ele almayı amaçlamıyor. O yüzden adı “gayri resmi” zaten. Ama, yazarın inisiyatifine bırakılan, “Böyle madde başı mı olurmuş?” dedirttiği andan hemen sonra, “Vay canına” dedirten kısmıyla Rakı Ansiklopedisi’ndeki yönteme epey yaklaşıyor.
Yazamamak üzerine bir yazı: Yazı günü
Yarın pazar. Akşamına ülkenin yarısı sevinecek, öteki yarısı üzülecek – diye düşünüyor insanlar. Biz ikimiz, o iki yarıdan olmadığımızı da biliyoruz. Bu, içten içe mağruriyet hissi veriyorsa da, kimi zaman canımızı acıtıyor. İkimiz, buraya kadar dayanmış okuyucu ve ben, şarkı dinleyelim. Uzundur Zeki Müren dinlemedik belki, o çalsın. Ne bileyim, güzel bir beyaz şarabımız olmuştur belki yıllar sonra, onu açalım. Olacak olan olur.
Ömer Sercan İpekçioğlu’na bir el mektup
Mektubunun başında “gardaşlarım” da demişsin. Gene müsaadenle, sana “gardaşım” demek isterim. Ezhel gardaşım, bayramını tebrik eder, sana iyilik, güzellik, mutluluk ve bir an evvel hürriyet dilerim. Hürriyetin geldiği gün, biliyorsun, o gün ölmek yasak.
Cumhur mu halktır, millet mi: İki ittifakın etimolojisi
Önümüzde üç kelime duruyor aslında. Cumhur, millet ve halk. Hepsi neredeyse aynı şeyi söylemeyi, seslemeyi murat ediyor etimolojik olarak. Burada ikisinin, ittifaka isim vermiş ikisinin etimolojisine ve sözlük karşılıklarına dair konuşmaya gayret ettim. Ya halk? O çoğuldur. Sonuna çoğul eki alır. Halklar olur.
Seçmenin tuhaf coşkusu
Ağaçların arasına sıkıca gerilmiş afişler çarşının ortasında. Heykelin önünde buluşuyorsunuz dört kişi. Akraba değilsiniz şu an. Bir iş başarmaya, büyük bir iş başarmaya inanmış dört kişisiniz. Uzaktan kötü şiirler yazan biri sizi görse, “dört inanmış yürek” falan diyebilir, o denli heyecanlı ve komiksiniz. Başaracağınız büyük iş de, afiş indirmek.
Duvar yazısı – 3
Kalbim zaten kırılmaya bahane arıyor. Sonra da bunun için insanları ikna etmek gerekiyor biliyor musun? “Bak vallahi kalbim kırıldı.” Oysa tarih kanaatı çalışıyor burada. Diyor ki “Ama senin kalbin on iki yıl önce, adını inekten alan bir sokağın köşesinde, ben sana derdimi anlatırken hiç kırılmamıştı ve sen de saatine bakmıştın aleni biçimde. Şimdi kalbin kırılamaz. İnanmıyorum.”
Diyarbakır’daki kaldırımlar boyandı mı?
3 Mayıs 2000. Galatasaray, Diyarbakır’a geliyor. Şuraya. Bir saat öteye. Antalya’yla Türkiye kupası finali oynuyoruz. 2000 yılına girdiğimiz gün dünyanın çok acayip bir yer olacağı bilgisi beş ay geride kalmış. Ama bu çok acayip bir şey. Galatasaray Diyarbakır’a geliyor.
Seyîd Rizo pîrî ma yo...
'Sayın Muharrem İnce, gel bakalım buraya'
Kılıçdaroğlu’nun, İnce’yi “çağırma” üslubundan tutun da, İnce’nin ilk cümlelerinin vurgularına kadar her şey, hepsi, ana muhalefet partisinin giderek iktidar partisinin bütün özelliklerini daha da tevarüs ettiğini gösteriyor. Ve bunca beklenen, hakkında türlü spekülasyonlar üretilen adayın ilk konuşmasındaki en büyük vurgu “80 milyonun cumhurbaşkanı olacağım” olunca, çalınan şarkının güftesi bile daha enteresan kalıyor.
Yekê Gulanê
Eli vardı ekranda. Elinde bir kâğıt, küçük. Buruş buruş edilmiş. Belli ki bir yol boyu onu elinde tutmuş. Onun da nasibi bizmişiz gibi. Konuşurken, iki satır o cümleleri söylerken de, bir şeylerden, o şeylerden, bir tarihten, bir zamandan, gidenlerden ve kalanlardan çok sıkılmış gibi habire onunla oynamış.
TRT Kurdî’nin sonsuz sayılı Türkçe aşkı yahut TRT’de Türkçe aşk başkadır
TRT Kurdî’ye göre Kürtler sabah altıda uyanıp hemen hatim izliyor. “Xitma Qur’anê” programına hiç denk gelemedim ama bir saatlik olduğu programdan görülüyor. Hemen sonrasında 15 dakikalık ilahi programı var, adı “Zubde” imiş, ona da denk gelemedim. Dense ki bu kanal Diyanet’in bir kanalıdır ve yayın akışı da dine diyanete dairdir, eyvallah. Sanırım kimse itiraz etmez.
Beyaz Toros – iki
Bir zamanlar Davutoğlu Van’da beyaz Toros’la tehdit etmişti ve ben bunları yazmıştım ve gene Ali Bozan'ın yaptığı “Bu bir Toros değildir” adlı "limuzin" gelmişti aklıma. Davutoğlu’nu görmek ve soru sormak mümkün olsaydı keşke demiştim. “Tehdit ettiğiniz araç tam olarak bu mudur?” Şimdi Davutoğlu da yok siyaset sahnesinde.
Üç baba, bir kutlama
Tanıdım onu, iyi tanıdım. Babalar günlerinde aramadım, o da beklemedi. Biz yan yanayken ellerinden öptüm ama. Beraber mezar başlarına gittik, rakı sofralarında oturduk. Kızdık da birbirimize. İki oğlu, ellerini öptük.
Gözleri görmeyen bir adam, bir deha: Celal Sezer
Bir dolmuş yolculuğunda, Kızıltepe’yle Mardin arasında, İstasyon’u geçtikten hemen sonra, hatta tam da rayların üzerinden geçme üzereyken radyoda bir türkü çalmıştı. Bir kadın söylüyordu, yıllarca sadece ufacık bir kısmını hatırlayıp kendi kendime söyledim. Ama o an, tam rayların üzerinden geçeceğimiz o an, o dolmuşta çalan türkü benim için çok mühim oluvermişti.
Turuncu saçlarından sen sorumlusun yahut Facebook
Siyasi propagandanın enstrümanları ile sıradan yahut küresel çapta bir içecek markasının enstrümanları arasında epeydir çok az fark var. Amerika’nın başını çektiği bu reklam/pazarlama dünyasının son yıllardaki dijital malzemelerinin sınırı çok çok silik. Propaganda ile reklamın, seçmen eğilimleri ile siyasi seçim kampanyalarının, içecek pazarlaması ile seçim sandığı süreçlerinin nerede ayrılıp nerede birleştiği konusu bizi bambaşka bir meseleyle baş başa bırakıyor.
İki kırmızı arası: Londra
Her şeyi bilmem kaçla çarpmaktan yorulmuş bünyeye serap ferahlığı: İkinci el kitapçılar. Akşam vakti, oldukça yaşlı bir kadınla adam sosyal bilimler rafının civarında eğleşiyor. Kadın, neden sonra iskemleye oturup Marksist bir klasiği elindeki büyüteçle inceliyor. Film sahnesi yazsan, yapımcı mübalağa der. Ama gerçek.
Yaşar Kemal’i niye bu kadar çok özlemedim?
Ertuğrul Özkök, “biz Türkler” diye bir kategorinin, aslında bir rabıtanın, bir mensubiyetin, genişletirsek bir milletin adına “dinliyor” Yaşar Kemal’i. Ve “onlara” öğüt vermesini hayal ediyor. Temsilen dinlediği mensubiyetin, “millet” olabilmesinin koşulu olarak da “Kürtleri yanına almayı” öne sürüyor.
Işığın icadı: Paris
Minibüsü olmayan kaç şehir vardır acaba? Minibüsü olmayan bir şehirde “Onlar İçin Minibüs Şarkısı” nasıl anlaşılır, kim bilir. Önce minibüsü anlat, sonra dolmuşla farkını söyle, nihayetinde şiiri oku.
Sofrada kaç sır var?
Hadisenin sofra ve sır ile olan bağlantısı, “spoiler”dan en uzak kısım sanırım. Anlatıcımız Evgar’ın bir stüdyoda yemek programındaymışçasına sunum yapmasıyla açılan film, bunun bize bir zihin oyunu olduğunu söylüyor. Ama neredeyse bütün Ünal filmlerinde olduğu gibi burada da “Hangisi gerçek?” sorusu baki kalıyor. Daha doğrusu, “Hangisi, ne kadar gerçek?” iki sorusu.
Duvar yazısı – 2
Çok anlarmışım gibi, bir zamanlar, en büyük grafik buluşun orak-çekiç olduğunu söylemiştim. Usta nakkaşın kendi bildiği, gören gözün fark ettiği, bilerek bıraktığı o kusur gibi; bu steril, temiz, düz, muntazam bir kalp olsaydı, olmazdı. Bu hali güzel. Kırmızı.
Uzun bir kış beklentisi: Mersin
Yörüklerle Kürtler, Türkmenlerle Azeriler barış içinde bir arada yaşar, gibi bir cümle kurmak ister gönül. Sadece orada anlaşılabilecek bir agresyon. Tabelalarda bile hissedilen gerginlik. Sahi, kirve kelimesi nasıl yazılıyor?
İnsan İstanbul’da ağız tadıyla ölemiyor bile
İnsanların hayatından ölüm bilgisi o kadar uzaklaştı ki, ölüme dair her şey tuhaf geliyor. Mezarlıklar şehrin dışına çekildikçe, şehrin içindeki mezarlıkların duvarları insan boyunun üstüne üstüne çıktıkça, ölenin hatırasını yaşamak “uncool” bir şey olunca, ölümden bahsedenlere hemen “Aman sen de” dendikçe ölümün kendisi kriminal bir şey muamelesi görüyor.
Kendini gizleyen kale: Kars
Kars’ta geçen bir romanın adının "Kar" olması, Boğaz’da geçen bir romanın adının "Boğaz" olmasına benziyor. Ama ikinci versiyonun seçenekleri daha zengin, "Cevdet Bey ve Oğulları" var sözgelimi. Romanda geçen yerel gazete ve yanındaki eski tip matbaa duruyor fakat sahipleri sıkılmış görünüyorlar alakadan: “Evet orası burası, buyur, ne vardı?”
Meclis kelimesi en çok burada yanlış anlaşılır: Ankara
Randevularını Mülkiyeliler’in köşesine ya da Dost’un önüne verirler. En çok dergi daima Turhan’dadır. Metin Yurdanur’un bronzdan döktüğü İnsan Hakları Anıtı’nın karşısında Nuriye bekler bir elinde hırkayla. Öteki elinde, İmge poşeti, içinde Yusuf ile Menofis. İlk baskısını merak eder. Hırka, soğuk günlerde anıtındır. Ankara, yılın on üç ayında soğuktur.
Can ağrısı tesir etti koluma
Kimine göre geçmiş yüktür. Ötekine göre sürekli geçmişten ve çocukluktan söz etmek, oraya sığınmak ise korkaklık ve kolaycılık. Sürekli kendinden bahis açmanın da eksikliğe tekabül ettiğini söyleyenler var. Kokular ve müzikle düşünmenin psikoloji ilminde bir karşılığı da vardır muhtemelen.
Kirîvo kirîvo
Hıçkıra hıçkıra ağlayan yaşlı bir kadın var. Bana bakıyor ve hiç konuşmadan sarılıyoruz birbirimize. Ağlıyor. Ağlıyorum. Hiçbir şey demiyor. Hiç konuşmuyor. Kalem uzatıyor neden sonra, dünyanın en zarif dolma kalemi. Siyah, küt, çok güzel. Siyah mürekkebi var. Uzanıyorum deftere. “Kirvem,” diyorum “uzat uzat ayağının altını öpem.”
Hanım koş, Hürriyet’e HDP çıkmış!
HDP milletvekillerinin başına onca şey gelirken, “havuz medyası” tabir edilen medya, kendi gördüğü gibi haberler yaptı. Merkez medya tabir edilen ve aslında şimdilerde kabaca, sadece “Doğan medyası” olan medya da görmezden geldi. Görmedi, aktarmadı, haberleştirmedi, görmek zorunda kaldığında da kıyıda köşede bıraktı, kerhen söz etti.
Müslüm Baba’ya açık mektubumdu...
Aklımın ermeye başladığı zamanlarda, bizim evde iki eğilim baş gösterdi. Halen hatırlıyor olduğum için bana kızacak ama annem sıkı bir Ferdiciydi çocukluğumda. Ben, çok biliyormuşum gibi siyasi müktesebatımın tahminî zorlaması altındaydım ve Ahmet Kaya dinliyordum. Babam da habire “Sıla Geceleri”nden söz ediyordu.
Newroz tê Newroz tê li sûka Mehabad…
92, 93 Newroz’undan bahis açmadan, geçerken söyleyelim. 2002 Newroz’unda Sezen Aksu bir şarkı söyler. Şimdi Sezen Aksu da, memleket de, o şarkının şairi de memleket kadar uzak ama olsun, tarih bir de böyle bir şey. Yani, uzaklığı da mümkün o insanların. Şarkının adı “Gülümse”dir. Şairi henüz emniyet müdürü falan tarafından karşılanmamıştır herhangi bir yerde. Alanda, mübalağa yok ve istatistik denen bilimin verileri orada duruyor, yüzbinlerce insan vardır.
Geç bulduk, tez yitirdik
Çağdaş Macar edebiyatının dünyaca tanınan en önemli temsilcilerinden biriydi Péter Esterházy. Yaşayan mühim yazarlardan Nobelli Mario Vargas Llosa onun için “Çağımızın en ilginç ve özgün yazarlarından” demişti, haklı olarak, malumu ilam ederek. Bu sene yayımlanan "Basit Bir Hikâye Virgül Yüz Sayfa" adlı romanı Türkçede yayımlanmadan kaybettik Esterházy’yi.
Şam şeytanı
Hepimiz Nusaybin’den kaçakçı kılığında geçeriz. Bir defa sınırına geldik sayılamayan şeyin. 666. buluşmamızdı. Ve konumuz Allah kitap mushaf üzerine yemin ederim ki iblis değildi. On iki senedir toplanıyorduk. On iki virgül yedi senedir.
Coşkulardan merdiven
Arkadaşının bir arkadaşı varmış. İnsanların arkadaşları olur. Senin bile var, onun niye olmasın? Arkadaşın ile arkadaşının arkadaşı arasında bir iş arkadaşlığı varmış. Ama sınırlı bir zamandaymış bu iş arkadaşlığı. Aslında birbirlerini tanırlarmış, ahbap olduklarını düşünürlermiş. Zamanında kimi işler de yapmışlar beraber ama yan yana çok zaman geçirmek zorunda kalmamışlar.
Birîn
Bir adam var, yıllardır şarkı söylüyor. Şimdi onun “Birîn” [Yara] diye bir şarkısı var. Bir çukurun civarına ekilen gül tohumu gibi. İlkgençlik yağmuru gibi. Gözümüz hiç bozulmamış, saçımız hiç dökülmemiş, 20’leri bitirmemişiz, hiç seyahat etmemişiz, evler taşımamışız gibi bir “Birîn”.
Grup Tillo
Günaşırı icra ettiğim “Bakalım TRT Kurdî’de halen Kürtler halay çekiyor mu?” başlıklı deneylerimden birinde gördüm şarkının klibini. Klibin başını kaçırmıştım, sonradan izlediğimde anlıyorum ki birinci dakikasına yetişmişim meğer. İlk tesadüf ettiğimde erbaneler vardı ekrana, ben gene halaya yordum meseleyi. Ama başkaymış mesele, meğer AK Parti’nin seçim şarkısıymış.
Duvar yazısı – bir
Özge’yle Halit aylarca aynı sokaktan geçmiş. Aynı sokağın köşesindeki aynı simitçiden, aynı cümlelerle simit istemişler. Zeytinli peynirli bir simit. Zeytinli ve peynirli birer adet simit değil. Karper peynirinin üzerine sürülen zeytin. Simit ortadan ikiye ayrılır, önce peynir sürülür, üstüne zeytin. Bol kalori. İki buçuk lira.
Dersini almış da ediyor ezber
“Abi aslında ben komando olmak istiyordum ama almadılar. Ah bir komando olacaktım ki, burada tertip mertiple mi uğraşacaktım. Terörist öldürecektim abi, ah olacaktım ki. Ama işte hep o ezber yüzünden. Hiçbir şey ezberleyemiyorum ki seçmeleri geçeyim…”
İstanbul kitap fuarına neden gitmemeliyiz?
Bir zamanlar insanlar gerçekten birilerinin dinlemek için gidermiş fuarlara. Doğrudur, internet yok, posta adresini bulmak zor, yazarla yahut her kimse muhatabın, onunla iletişim kurmak gerçek bir zorluk. Ha illa iletişim kurmana, onu ne kadar çok sevdiğini falan söylemeye gerek var mı, ondan da emin değilim.
Felek gayet dönek bir cellad-ı müthiştir
Saati kısıtlar, kahvehaneyi yasaklar, içki içme fikrini bir anda politik hale getirir muktedir. Çünkü işretten şiir çıkar, türkü çıkar, fikir çıkar, çıkar kızı çıkar, çıkar oğlu çıkar.
Mağdur ve -artık- mahzun: İbrahim Melih Gökçek
Türkiye isimli bu sürprizli memlekette bin sene düşünsek, düşünmekten yorulsak, yorgunluktan uyusak, gelmiş geçmiş en uzun başkent belediye başkanı İbrahim Melih Gökçek’in mazlum ve mağdur olarak anılacağını hayal edemezdik muhtemelen. Fakat memlekette sürpriz bitmez. Bugünlerin sürprizi, Gökçek.
#iyiki’ler
Web Instagram’dan aratıyorum, şu an itibariyle #iyiki heştegli 1.316.179 gönderi var. Yazıyla: Bir milyon üç yüz on altı bin yüz yetmiş dokuz. Bu yazı yayınlanana kadar daha da çoğalacak. Heştegi yanlış yazanlar, “iyi ki”nin ardına başka şeyler ekleyenler, efendime söyleyeyim “#iyikidoğdun”lar yahut heştegsiz yazılmış “iyi ki”ler (ve iyiki’ler) bu istatistiğin dışında.
Bir 'aynen cumhuriyeti' olarak Türkiye
Türkiye şu anda bir “aynen cumhuriyeti”. Tamam, evet, tabii ki, neden olmasın, bence öyle, senin gibi düşünüyorum, katılıyorum falan hepsi kalktı yürürlükten. Her şeyin, hayati olan olmayan, mühim olan olmayan, enteresan olan olmayan her konuşmanın cevabı o. Bu sokaktan çıkmıyorsa köşedeki sokaktan kafasını gösteriyor. Şu an, ben bu yazıyı yazarken yahut siz bu yazıyı okurken, bu saniyede binlerce kişi “aynen” dedi.
'Seher'deki Demirtaş
Seher’den bahsetmek kolay değil. Çünkü üstünde çok yük var. Yaklaşmak, yaklaşmamaktan daha kolay ama.
Kürtler TRT’de neden sürekli halay çekiyor?
Referandum, tezkere, Amerika, büyük laflar, tehditler, kararlılıklar vesaire gibi hadiselerin içinde “halay” belki ufak bir konu ama olsun. Belki bize başka bir şey söylüyordur Kürtlere dair. Deneyelim.
Benim de ırkçı arkadaşlarım var
Hintliler, altın tozuna bulanmış pek sevgili Britanya topraklarına ilk adım attıklarında, dünyaya melek olarak gönderilmiş İngilizler ne derlermiş biliyor musunuz? Bir: Bunlar kokuyor. İki: Bunların kuyruğu var. Peki bunlar size birilerini anımsattı mı?
Üç hadise-i Kızıltepe
11 Haziran 2017’de bir heykel yıkıldı Kızıltepe’de. Heykel, 4 Ağustos 2009’da oraya konmuştu. Kâmuran Aydoğan tarafından yapılan heykelin altında, özetle “Biz Mezopotamya çocuğuyuz/ Barış güvercinleriyiz” yazıyordu. Avuçlarında güvercin olan bu iki çocuk heykelinin altında “Uğur Kaymaz Bulvarı” yazıyordu. Artık orada öyle bir bulvar yok. Kayyım yıkılmasını emretti. Kaza, ihraç, yıkım, ölüm. Kızıltepe’den mahsus selamlar.
Bülent Uluer anlattı
Çocukluk kahramanlarımdan biri öldü. Henüz neye benzediğini bilmediğim günlerde, neye benzediğini bilmemin teknik olarak mümkün olmadığı günlerde adını duymuştum bazı başka adlarla beraber: Ali Demir, Ferhat Kurtay, Mustafa Kemal Kaçaroğlu, Necdet Adalı, Bülent Uluer... Bu isimlerin önemli bir bölümü yolu Kızıltepe’den geçen insanlardı. İçlerinde Kızıltepe’yle teması belki de en ilginç olanı Bülent Uluer’di. Ve belki de en “karizmatik” olarak anlatılan oydu.
'Or'dan golü var!'
Halı sahaya gidenler bilir. Eğer birini gereksizce taltif edip, onun başarısız olmasını istersen, top onun ayağındayken “or’dan golü var” diye bağırırsın. “İyi vurur” da nadide örneklerden biridir. Top ayağındadır, kaleyi karşısına almıştır, arkadan bağırırsın “iyi vurur!” Mesnetsiz tezahürat. Sonuç başarısızdır. Top genelde kaleciye ulaşmaz bile. Bu yeni Türkiye figürlerine bakınca da içimden hep onu tekrarlıyorum.
Savaşın zıddı barış değildir
Barış, istenen değil varılan bir şeydir. Biz barış istemiyoruz. Barışa varacağız. O barış, çok onurlu bir barış olacak. Çocuklardan öğreneceğimiz hep budur.
'Devam etmek, devam etmek, işte gerekli olan bu...'
Kuruyemişin üstünde “Günkurusu” yazıyor, kuru kayısının yeni isimli hali. Daha havalı ve yüzde 100 doğalmış. Ama ben ısrarla “Günkusuru” olarak okuyorum. “ben çok şeye kusur kaldım/ çok şey kusura baksın bu yüzden”.
O uyku
Akşam üstü, güneş batıyor. Salonun penceresi batıya bakıyor. İleride, sakin bir güneş batıyor. Bahar günü. Evin içi ne sıcak, ne soğuk. Muhteşem bir serinlik var. Elinde kapağı kopuk kitapla uyuyakalacak birazdan. Uyku sokuluyor. Karşı koymayacak. O an evde kim vardı, kim yoktu silinmiş aklından.
'Öfkemin sırtına ektiğim buğdaylar'
Bir ay iki haftadır bu yazının başlangıç cümlesini düşünüyorum. Bir ay iki haftadır bu başlangıç cümlesinin, bu başlangıç cümlesini düşünmem üzerine olacağını da düşündüm her hafta. Cümle bozuk oldu ama, sanırım, bazı cümleler zaten bozuk olmalı. Virgülün haddi yok. Olsun.
Evine kadar kovalanmayan hırsız
Hırsız evine kadar kovalanmaz. Ve sahipsiz iti taşlayan çok olur. Kolektif hafızadan süzülmüş iki cümle. İki durum. İki emsal.
Kim kurtarır canımızı?
Delik deşik olmuş caddeye, nargile dumanları eşliğinde çıkıyoruz. Dilimizde “Yaşamak istemem aranızda” terennümü var. Meğer Kerim Çaplı’nın “Kim kurtarır canımızı”sını biliyormuşum. Şimdi, bu şehrin cumasında bu soru Yüksel Caddesi’ndeki devasa inancadır. Kim kurtarır canımızı?
Açlığın coşkusu
Avdan eli boş dönen bendim. Ağabeyime kendimi kurban eden bendim. Hatırlıyorum şimdi.
Hüseyin attan düştü
Malatya’nın Akçadağ ilçesinin Gölpınar köyünde doğmuştu Evrim. Politik, örgütlü bir Kürt Alevi köyüydü Gölpınar. “Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer”de o köyü, amcası Teslim Töre’yi, Deniz’i, Mahir’i küçük bir çocuğun gözünden anlatır.
Ahmet coşkusu 2
Kaleye soktuğumuz çocuk torbaydı ama cevvaldi. Şadi topu dışarı, çok uzağa atmıştı. Çocuk topa doğru mermi gibi koşarken, Şadi kendi annesine küfrediverdi. Gülüştük, üçümüz. Üçümüzün birden son gülüşmesi olarak tarihin 70 gram Enso kâğıdına not düşüldü bir yerlerde.
Ahmet coşkusu 1
Uyandığımda hastane beyazı. Bu defa hastane. İnsanlar önce hastaneye sonra morga gider. Ahmet önce morga, sonra hastaneye. Gözümün tam hizasında kel doktor kaygıyla beni izliyor: “Uyandın mı Ahmet?”
Uçmanın taze coşkusu
Burnunu havaya kaldırdı demirden uçak. Biletimi göstermiş, doğru yere oturmuştum. Çantamın içi reçel kavanozları ve tenis toplarıyla doluydu. Öyle ki, iki pantolonumu alamamıştım yanıma. Reçeller kuzenimin görümcesineydi. Bir tek bu markayı tüketirmiş. Tenis topları uzun mesele.
'Uzun zaman geceleri erken yattım'
Ehmedê Xanî büyük harfle Dünya edebiyatına bıraktığı cevher Mem û Zîn’ini 1694’te noktaladığında bile Kürtçenin “piyasasının kesat” olduğunu söyler: Ne yapayım ki Kürtçenin pazarı durgundur/ Bu değerli kumaşın hiçbir müşterisi yoktur.
Tehirin tuhaf coşkusu
Hayatta tek müsrif davrandığım şey: Yatağım. Başka da bir şeye hevesim yoktur. Üst baş bilmem, futbolla ilgili en son bildiğim Tugay Kerimoğlu’nun çenesinin ürkütücü olduğu ve Avrupa’ya transfer edildiği, otomobil desen mazotun benzinden daha ucuz olduğunu biliyorum sadece, kumar namına yaptığım en büyük hovardalık da üç kere kazı kazan oynayıp birinden üç beş kuruş lira kazanmamdır.
Suretin büyük coşkusu
Bu sondaki? Suretim o ama film yandı, görünmedim. Sen görünüyor musun fotoğraflarda? Bismillahirahmanirrahim.
Ünlemin taze coşkusu
Noktalama işaretleriyle imtihanım, "ilkokul" dedikleri o sevimsizlikten önce başladı. Kasabamızın iki büyük, bir küçük tabelacısı vardı ve büyük olanlardan biri uzak akrabamızdı.
Yirmi altı – Pırağ
Lekeli sevinç yaşayan insan milletine turist deniyor zaten. Tuhaf olan (belki de tuhaf olması istenen) şu ki; hemen yanlarında başka bir “fotoğraf” var. Yüz üstü kapanmış dilenen insan. Alan elden evla olan veren el miydi?
On üç
Bunu ansiklopediler yazmıyor. 3 Mart 2004’te, Mardin Kızıltepe’de, Kızıltepe Anadolu Lisesi’nin edebiyat öğretmeni sabahın erken saatlerinde çarşının ortasında (burada senin aklına “Demirciler Çarşısı Cinayeti” gelsin) katlediliyor.
Tesadüfün büyük coşkusu – son
Beklemekten yorulmuş halde uyuyakalmışım. Uyandığımda baş ucumda eniştem vardı. “Getirsek bile yiyemezdin, katı gıda yasak üç gün. Ağzını arala, şeftali suyu içireceğim sana.” Şeftali suyundan o gün bugün nefret ederim.
Kaçmanın taze coşkusu
Bana şiirden kaçmak reva düştü. Yıllar sonra, kırk yaşından yanıtlıyorum. Evden mi kaçmalıyım? Kaçmalıyım. Hem belki Czentovic’i de yenerim.
Sırrın büyük coşkusu
O adam geldikten sonra işlerimiz asla eskisi gibi olmadı. Artık aynaların sırrıyla uğraşıyorduk. Sır kelimesini ilk duyduğumda aklıma neler neler gelmişti...
Tesadüfün büyük coşkusu – üç
Bankalardan, banka sıralarından, para çekme makinelerinin önünde oluşan kuyruklardan, ekstrelerden, faizlerden nefret ediyoruz. Nergise gel vatandaş. Arkada bir Ağrı sesiyle. Hâlâ ve hep. Bu yangın yerinde.
Ezberin ilk coşkusu
Adım Aişe. O gün bugün her şeyi unutuyorum. Bir tek Halep’i unutmadım. O mamur ve cânım Halep’i. Kendi kendime konuşmaya devam ediyorum.
Tesadüfün büyük coşkusu – iki
Bazı isimler söyleniyor. Ünlüyor davudi bir ses bazı isimleri. Harabe denilen bir yerde, şehri ayak izlerimle kat ediyorum boydan boya. İçimde bembeyaz bir serinlik.
Tesadüfün büyük coşkusu – bir
Sen en az 12 yıl uzağımdaydın şimdi. Ama ilerideki uzak. O zamanlar ilerideki uzakların ne demek olduğunu bilmiyordum. Birkaç iyi şiir okumuştum sadece.
Misafirliğin son coşkusu
Cuma da davet etti ardından. Hayır, dedim. Tokum ben, size afiyet olsun. Misafirdim ve o yemeği yemeyecektim.
Hikâye etmenin taze coşkusu
Karın büyük coşkusu
"Aylarca sordular o dağ köyüne niye taşınıyorsunuz? Yok mu sizi bu yoldan döndürecek bir şey? Onlara demedim, size diyorum işte. Karı beklemiştim; kar bizi Allah’a yanaştırır. Allah, aha bu beyazlığın kendi de olabilir, bu yanaştığınız ateş de."
Görmenin ilk coşkusu
Gözlerine güvenenlerin daima yanlışa düştüğünü zamanla anlayacaksın. Dünya bulanık bir yerdir ve göz yarı yolda bırakır.
Yazmanın taze coşkusu
Mustafa soruyor bir defasında. Gözlüğün gözünde, iyi görebiliyorsun o çocuğu. Ona mı anlatıyorsun, yazı mı yazıyorsun, yazı denen şey üzerine düşünmek için bahane mi buluyorsun, karışık. Boş sayfanın heyecanı aslında bahsedeceğin.
Vakitsiz hediyenin coşkusu
Yutkunarak anlatıyorum. 'Bazı insanlar, fiziken burada olmazsa bile hediye verirler insana' diyorum. Amacım hikmetli bir söz etmek değil ama ikimiz de hüzünleniyoruz. Sevinçli bir hüzün.
Kanın büyük coşkusu
İlk kan. Alnında. O kuzu kesilir bayramda, meğer o bayram Kurban’dır. Kurbiyet, yakınlaşma, akrabalık, muhabbet telkin eden o bayramda, Canımbenim’inin kanının alnına değeceğini nereden bilebilirdin? Kesildi, haberin olmadı, çağırıldın, koşa koşa çıktın bahçede dört basamak inip, taşlıktan ağaçlara atladın ve kesilmiş kuzuyu gördün. Ağlamadın.
Uyanmanın ilk coşkusu
Uyanacaksın ama yatmaya devam edeceksin. Sonra annenin hareketini duyacaksın. Tanıdık hareketlerdir bunlar. Yorganın hışırtısı, ayağa geçirilen terlik, birkaç adım, sana –uykuna– hüzünle eğilmesi ve adını ünlemesi. Senin için üzüldüğünün sezgisi mutlu edecek seni bu sabah da.
Duymanın ilk coşkusu yahut Cohen üzerine başıbozuk notlar
Şimdi, gene dünyada birçok şey oluyorken, canlarımıza ot tıkanıyorken, herkesler herkeslerden korkuyor ve ürküyorken, bu adamın öldüğü haberi geliyor. Bunu mu yazacağım yani, diye düşünüyorum kendi kendime.
Mutlak coşku
Dayatılan, mutlaklık hevesidir. Bu toprakların geleneği olduğu iddia edilen, daha da fenası böyle bir gelenek olduğuna gönülden inanan topluluklar yaratan bir mutlak sözü söyleme hücumu ile karşı karşıyayız.
Okumanın taze coşkusu
Okumayı öğrendiğin ilk gün annene “Bana a’yı öğret,” diyorsun. “Alfabenin ilk harfi o zaten,” diyor gülerek. Dışarıda güneş var. A harfini öğreniyorsun. B ile çarptırıyorsun. Ab oluyor. Meğer su.
Çalmanın büyük coşkusu
Naylon topu bul, barkodunu sök etrafı kollayarak, hakiki futbol topu rafına var, gene etrafı kollayarak barkodunu sök, yeni barkodu yapıştır, hiçbir şey olmamış gibi neredeyse ıslık çalarak kasaya doğru yürü ve orada dur.
Koşmanın ilk coşkusu
Hayatta hiç böyle koşmadın daha önce. Belki sonradan da hiç koşmayacaksın bu kadar, böyle. Kapıyı çalma ânınla arkana dönme ânın aynı; döndüğün an yüzünün tam hizasında çenesi açık sana doğru gelen bir köpek olacağından eminsin.
Bilmemenin taze coşkusu
Bilmemenin taze coşkusunu şimdi gibi içinde taşıdığını iddia etmen de bilmemek. Bunu yazarken Bach dinlemeye çalışman da. O da bilmemek. Coşkulu bir bilmemek, üstelik.
Murat’ı beklerken
Murat Özyaşar’a ben iki cihanda şahidim. Umarım bize bunu çektirenler de iki cihanda birbirine şahittirler.
Utanmanın ilk coşkusu
Büyük bir coşku; unutmaya çalıştığın şeyin üzerine ne kadar basarsan, o kadar unutturacağını sanmanın derin yanılgısı. Yaş gününde, gerçekten büyüdüğünü anlıyorsun.