YAZARLAR

Bir çuvaldız yazısı: En son ne zaman çimdiklendik?

Yaptıklarımızla yapmadıklarımızla yanı başımızdakilerle kurduğumuz ilişkilerde faşizm kol geziyor. Yakında olan şeylere bakmaktan kaçınmak, yakına odaklanmayı reddetmek faşizmin ekmeğine yağ sürmek değil mi bir anlamda? Ya da kayıtsızlığa karşı duranlara, kolay umutlara pas vermeyenlere yüz çevirmek, Diyojen misali fener tutanlardan yüz geri durmak, çimdiklemelerine meydan vermemek, merhamete elveda demek anlamına gelmiyor mu birazcık bile olsa?

Ne kadar da şanslıyız değil mi? Evet, evet şanslı! Yoksa ne kadar şanslı olduğumuzun farkında bile değil miyiz? Belki de şaşmamalı bu duruma, en nihayetinde ne kadar kayıtsız olduğumuzu bile fark ettirmeyen, kayıtsızlığımızı daha bir katmerleştirip yoğunlaştıran bu kadar çok şeyle hemhâl olmuşken şanslı oluşumuzu anlamamamız da pek doğal. Yok, yok kayıtsızlık değil bu, kayıtlı kayıtsızlık belki de uygun sıfat. Pek çok şeye ‘odaklanıyoruz’, yönelmişliklerimiz, ilgilerimiz var en nihayetinde, yakında, hatta kendimizde olan bitenler hariç o başka. Evet, pek bir şanslıyız. Şanslı oluşumuz kayıtlı kayıtsızlığımızla paralel, ne kadar kayıtlı kayıtsızsak o nispette şans bizden yana. Allah var şimdi, şansımızı kendimiz yaratıyoruz. Ufak tefek tedirginlikler yaşamanın dışında –kahretsin! Onlar da olmasa çok daha iyi olacak ama, neyse onları da dert etmeyelim. Ne olacak ki onlar da işin tuzu biberi der geçeriz!- keyfimiz pek bir yerinde çünkü. Yanı başımızda, kendimizde olup bitenler mi? Acılar, yitirdiklerimiz, yanı başımızdakilerin başlarına gelen belalar, onlar olup biterken neyi yapıp neyi yapmadığımız şöyle bir kenarda dursun, miladı kendimizle başlatmalar, buna ayna tutanlara saldırmalar, sırf bizim başımıza geleni ‘aynısıyla yaşamadıkları’ için içten içe kimi kez de açık açık öfkeli hiddetli suçlamalarımıza ‘mazhar’ olanlar, dost dediklerimize, değer verdiklerimize boca edilen santurlu küfürler, bunlara sus pus oluşumuz, yüzümüze tükürenlerle ‘yarabbi şükür’ dercesine arzı endam etmeler, ayağımızı kaydıranlarla karşılıklı twist oynamışlarla hiç beis görmeden yan yana durmalar? Bu ve benzeri durumlar için hesap vermek mi, sigaya çekmek mi kendimizi? Allah nazarlardan saklasın, mazeret çantamız kallavi, her ihtiyaca uygun olanı devşirebileceğimiz nitelikte. Mazeretlerimize kaynaklık eden de ihtiyaç addettiklerimiz. Ah o ihtiyaçlar! Onlar mı? Yerçekimi kanunları misali maşallah! Buna şanslı olmak denmez de ne denir?

Konuştuğumuz sözcüklerle bu sözcüklerin asıl anlamları arasında boşluk oluşmuş, bu boşlukta kaybolup gitmişiz ne gam! Yaşadıklarımızla onları anlamlandırmak üzere seferber ettiğimiz anlatılarımız arasındaki uçurum tam bir perişanlık haliyken bunu görmemek üzere gösterdiğimiz ısrarlı dirençle yürüyüp gidiyoruz. Hoş bu da yürüyüş değil aslında, olsa olsa derin ve şedit bir debelenme hali ama, neyse geçelim bu faslı!

Evet, ortam kötü. Her yönden gelen her türden şiddetle karşı karşıyayız. Her geçen gün daha bir istismar edilen ve unutturulmaya çalışılan adalet, bunu dillendirenlerin, buna karşı duranların seslerinin daha zor işitilir hale gelmesi, yaşanmakta olan acıların dineceğine dair ‘vaatlerin’ solukluğu, kısırlığı, kısırlık ne kelime neredeyse yokluğu, hatta yaşanan trajedilerin, bir zamanlar daha iyiye doğru gidişin fitilini yakan vaat içeren trajedilerle uzak ara bir benzerliğinin kalmaması… Bunların hepsi tamam, reddedilecek bir yanları yok. Reddetmeyelim de ancak, ya huyundan ya suyundan ya da şair başka bağlamda söylemiş ama haydi çarpıtayım dizesini ve bizi “bu havalar mahvetti” deyip suçu olup bitenlere, sisteme yüklemek bizi kurtarmaz. Yani suç ortaklığımıza ne demeli? Hiçbir şey yapmasak da karşı çıktıklarımızın mantığına, zihniyetine benzer akıl yürütmelere, aklama taktiklerine teslim olmalar bir suç ortaklığı değil mi mesela? Ha bak hakkımızı yemeyelim, nezaketimizi hiç kaybetmiyoruz! Ah bu incelikler! Ne geliyorsa başımıza hep bu incelikler yüzünden zaten. Evet, pekâlâ şunu diyebiliriz: Hatasız kul olmaz! Doğru da bu suç ortaklığı hata denileni katbekat aşıyor, boka batmışız, buna ne diyeceğiz?

Ingeborg Bachmann Malina’sında faşizmin atılan toplarla, çekilen silahlarla değil, iki insan arasındaki ilişkide başladığını söylüyordu. Yaptıklarımızla yapmadıklarımızla yanı başımızdakilerle kurduğumuz ilişkilerde faşizm kol geziyor. Yakında olan şeylere bakmaktan kaçınmak, yakına odaklanmayı reddetmek faşizmin ekmeğine yağ sürmek değil mi bir anlamda? Ya da kayıtsızlığa karşı duranlara, kolay umutlara pas vermeyenlere yüz çevirmek, Diyojen misali fener tutanlardan yüz geri durmak, çimdiklemelerine meydan vermemek, merhamete elveda demek anlamına gelmiyor mu birazcık bile olsa? J. J. Rousseau merhamet mi demişti? Koy ver gitsin, o bizim anlatımızda! Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, dayanışma, mücadele ve daha niceleri. Onlar mı? Konu başlığımız işte, anlatımızın nadide gülleri onlar! Anlatılarımız da onlarda şöyle bir yan var unutmayalım: Sözlerimiz ve asıl anlamları arasında oluşan boşluk, yaşayıp gitmekte olduğumuz hayatlarımızla bu hayatlara ilişkin anlatılarımız arasındaki uçurum önemli bir mesele hem de çok önemli evet. Ama boşluk oluşmuş olsa da o kullandığımız sözler yine de bir şeyler yapıyor, bir şeyleri gerçekleştiriyor, bir şeylere varlık kazandırıyor. Neler mi yapıyor, neleri mi gerçekleştiriyor anlamlarıyla yaşantılarımızla temassızlık içindeki sözlerimiz? En basitinden günü kurtarıyor, işimizi halledebiliyoruz. Hâl ve gidişimizin üstünü örtüyor, paçamızı kurtarıyoruz sayelerinde, en azından bir süreliğine. Söze itibar edenler, sözlerini özenli seçenler sağolsun! Bilişsel varlıklarız ne de olsa, birbirimizi okumayı öğreniyoruz. Kürsü sakini kılıyor bizleri, bir mahfilimiz oluyor onlar sayesinde. Bir ağın parçası kılıyor sözlerimiz, oradan yana ihtiyaç duyduğumuz korumayı, desteği garantiliyor. Eh bu da ilelebet değil elbette, ama şansımız yaver giderse gül gibi geçinip gideriz epey bir süre. Sözlerimizle itham ediyoruz, hesap soruyoruz kendimizi azade kılarak, soru soruyoruz. Foucault dememiş miydi soru soran karşısındakinde yanıt verme zorunluluğu yaratır, böylelikle iktidar devşirir diye? Sözlerimizle bir kumpas örmek değil mi bu? Farkına varmak istemesek de kendimizin de içinde kaybolup gittiğimiz bir kumpas? Kumpası parçalamak mı? Kendimizi azade kılmadan yanı başımızda olana bakmak, dikkatlice bakmak, bakmayı reddetmemek. Çimdiklenmekten, hatta kendimizi çimdiklemekten korkmamak. "Ey komşum ne vaziyettesin?" diyebilmek. Belki de fasit daireyi kırmanın ilk adımıdır bu, kim bilir?


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.