YAZARLAR

Bir ben var bende benden içeri!

Sanki bir boşluğu, bir uçurumu kapatma gayreti bu selfieler, özçekimler. Bunların doldurmaya, kapatmaya çalışır göründüğü ne tür bir boşluk ya da uçurum peki? Bana öyle geliyor ki doldurulmaya çalışılan geçmişle gelecek arasındaki aralık, yani şimdi. Şimdiyi ele geçirme ve böylelikle de sanki kutsal addedilen, çok uzan bir zamandır kutsallığına daha bir iman ettiğimiz, kendisinin her yerde aynı olduğunu görmek istediğimiz, biricik olduğunu biteviye ilan etmek istediğimiz ‘ben’.

“Benlik sadece bir kısaltmadır, yasa gereği oluşmuştur,

kendini her yerde aynı olarak görmeye çalışan,

bu üstünlüğünü de biriciklik olarak kendine biçen bir kural, bir ilkedir.” Maurice Blanchot

İmgeler, imgeler en çok da yüzler. Medya sayesinde, hele de sosyal medyayı düşünürsek eşine az rastlanır çoklukta imgeyle kuşatılıp duruyoruz. Belki pek az sayıda topluluk kalmıştır bu kuşatılmışlıktan uzakta. Onlar da çoğu kez imgeleriyle kuşatılmışlığımıza katılıyorlar. Bu imgelerin en ağırlıklı olanı yüzler. Kendilerini izleyenlerde kimi kez kıskançlık, kimi kez iştah, kimi kez hırs, kimi kez acziyet duygusu yaratıyor bu yüzler, yüksek sesle konuşuyorlar. Her biri söylev veriyor sanki, hele de bazıları. Öyle ki o kadar yüksek sesle konuşuyorlar ki bir öncekinin yarattığı her türden tamahkâr çekiciliği bastırma, örtbas etme, devre dışı bırakma gayretinde olduklarını düşünmemek elde değil. Her birimiz canlı kanlı olduğumuzu, yaşadığımızı kanıtlıyormuşuz gibi bu gayri şahsi seslere, yoksa gürültü mü demeli, teslim oluyoruz, onlara bağımlı hale geliyoruz. Evet, belki de hemen fotoğraflar akla geliveriyor, eldeki cep telefonlarıyla her daim çektiğimiz ve paylaştığımız fotoğraflarımız, ama asıl düşünmemiz gereken selfieler, davetkâr, talepkâr selfieler.

Sanki bir boşluğu, bir uçurumu kapatma gayreti bu selfieler, özçekimler. Bunların doldurmaya, kapatmaya çalışır göründüğü ne tür bir boşluk ya da uçurum peki? Bana öyle geliyor ki doldurulmaya çalışılan geçmişle gelecek arasındaki aralık, yani şimdi. Şimdiyi ele geçirme ve böylelikle de sanki kutsal addedilen, çok uzun bir zamandır kutsallığına daha bir iman ettiğimiz, kendisinin her yerde aynı olduğunu görmek istediğimiz, biricik olduğunu biteviye ilan etmek istediğimiz ‘ben’. Bu şimdide ifadesini bulan aralık kapatılamazsa benin bu biricikliği ortadan kalkacak ya da en hafif deyimle hasar görecek endişesini taşıyor gibiyiz. Şimdinin doluluğu olmadan geçmiş ile gelecek birbirinin aynısı olacak, birbirlerini tekrar edecekler, böyle olursa da bir rutinin içinde debelenmek kalacak bene, bir rutine teslim olacak ben. Bunun adı da en basitinden yaşamak olacak, ama var olmak olmayacak, ben, ‘yaşayan’ bir otomat olacak. Dolayısıyla benin biricikliğinin tekrarındaki ısrar, kendisine en büyük tehdit oluşturan zamanın aynısıyla tekrarını biteviye iptal etme gayretinde. Tuhaf bir ironi!

Şimdi olmadan unutuluşa terk edileceğiz. Şimdimizi doldurmadan benimizi unutacağız sanki. Çünkü geçmiş ile gelecek arasında boşluk olursa şimdi boş kalırsa unutmanın egemenliği hüküm sürecek, hatta handiyse bellekte her şeyi soğuran bir kara delik olacak sanıyoruz. Şimdinin oluşturduğu boşluk doldurulabilir mi peki? Doldurulursa nasıl doldurulur? Bu büyük bir yanılsama olmasın sakın? Her yerde aynı olduğumuz ve biricik olduğumuz, her birimizin beninden içeri bir benimizin olduğu, biz buna ne kadar iman edersek edelim, bunu en temel hakikatmış gibi kabul edelim, yanılsama. Ancak bunu öyle gerçekmiş gibi yaşıyoruz ya da bu yöndeki çok çeşitli mecralardaki yoğun mu yoğun akışlar ve bu akışların yarattığı darbelerle bunu yaşamakta ısrar ediyoruz ki yanılsama olduğunu fark etmiyoruz. Ve böylelikle de yanılsamaların en güçlüsüyle karşı karşıyayız, çünkü en tartışmasız, en şüphesiz ‘gerçek’! Oysa ben, kendi dediğimiz bir ‘kurgu’. Her adımda ‘kuruluyor’. Oluyoruz, ancak bu olma hedefte tamamlanmışlığı işaret etmiyor, bir doğrusallık değil bu olma halinin kendisi. Yani her daim kendisiyle kaim bütünlüklü ne bir ben var ne de yolun sonunda tamama erecek bir ben. Üstelik kurulma denilende şu geçmişle gelecek arasındaki aralığı, şimdiyi doldurma, geçmişi çağırmayla geçmişi önümüze taşımayla ve bu çağırma ve taşımanın geleceğe teşmil edilmesiyle oluyor. Çok da iyi bir örnek değil belki ama şunu düşünebiliriz: Kalkmışız ve güneşin doğuşunu seyrediyoruz, dün de gördük güneşin doğduğunu ve yarın da doğacağını biliyoruz. Oysa güneşi seyrettiğimiz an yeni bir deneyim, bir yaşantı. Dolayısıyla şimdi, geçmiş ve gelecekle hem hal. Yani geçmiş ile gelecek arasında bir aralık, doldurulması gereken bir boşluk olarak şimdi diye bir şey yok. Böylesi bir şimdi tahayyülü bütünlüklü bir ben yanılsamasının yarattığı bir şey, onun mütemmim cüzü o kadar. Ve sürekli olarak şimdiyi kaçırmamamız ve yaşamamız gerektiği çağrıları en hafif tabirle fütursuzluktan mustarip. Bir yok olan yaşanabilirmiş gibi bozuk plak misali dönüp duruyor bir buyruk olarak. Bir imkâsızlığı elimizin altındaki bir imkânmış gibi soluyup duruyoruz.

İşte selfie bu dile getirilenlerin en iyi örneği, fotoğraftan ya da resimden farklı. Belki hemen burada ‘ya ressamların otoportrelerine ne diyeceğiz’ diye itiraz edilebilir. Onlar da bir tür selfie değil mi? Bence değil. Öncelikle araç farkı önemli bir fark yaratıyor. Macluhan’ın dediğini hatırlayalım. Araç mesajdır diyordu. Yani araçlardaki farklılık mesajı da farklılaştırıyor. Nedir otoportredeki mesaj? Haydi görülme diyelim buna, ama nasıl bir görülme? İştirak hissettiren bir görülme, hayatın bir armağan olduğunu hissettiren bir görülme. Kendi resmini yapan ressamın bir sanatçı olarak, biz bunda ısrar etsek de, yaratıcılığını değil, alıcılığını, açıklığını hissettirir otoportreler, evet kimi kez daha çok kimi kez daha az, ama hissettirir. Bir yaşantıdan, bir deneyimden süzülmüştür, olsa olsa yaşantıya bir methiyedir. Bir karşılaşmanın ifadeye kavuşturulmasıdır, bir boşluğun doldurulması değil.

Öyleyse şunu kabul edelim: Kendi kendimizi kendi gözümüzden çekmek nasıl da bir imkânsızı arama halidir aslında. Beni sahibindeki haliyle ne ise o olarak yakalamak, sabitleyerek şimdiyi doldurmak, aralığı kapatmak. Tam bir tekbenci garabet! Beni en iyi ben bilirim şiarı. Oysa olabilir mi böyle bir şey, mümkün mü? Yaşantılardan gayrı kendi, ben dediğimize her yüklediğimiz sıfat şüpheli. Örneğin, bir kitabın satırlarına en yakından baktığımızda okuyabilir miyiz? Gördüğümüz hiçbir şeye benzemeyen flu mu flu lekelerden başka bir şey değil de nedir ki? En kestirmesinden yaşantıyı devre dışı bırakma hali bu. Karşılaşmalarıyla oluş içindeki bireyliği, saydam değil karmaşık olan bireyliği rafa kaldırmaktan başka anlamı yoktur bunun. Ya da sadece “sahiplenici bireycilik”e hizmet etmekten başka bir vasfı yoktur diyelim kıssadan hisse.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.