YAZARLAR

İkinci yeni Türkiye

İstihza ve kibir çıkmaz sokaktır. Fazlası sirke gibi mideyi ekşitir. Hamaset ve veriye dayanmayan varsayımlar da yığınakta hataya götürür, savaşı başlamadan kaybettirir. Ama ne “nasıl yenilirim”, ne “nasılsa yenilirim” diye bir müsabakaya çıkılmaz. Başarmak mümkün. Sıkı başlangıç başarmanın yarısı. Bence olacak. Hatta olmalı.

Önemli olan zaman. Bilim-kurgu yaklaşımla, bugünü yaşıyor değil de bugün hakkında bundan yüz yıl sonra ahkam kesiyor olsaydık, uzun ülke tarihimizdeki belki bir sapmadan, parantezden, belki bir ıspazmos nöbetinden söz ediyor olabilirdik. Ama bugündeyiz ve düşünebileceğimiz, düşünmemiz gereken hemen yarın. Yarından ötesi beni ilgilendirmiyor. Yarından ötesini konuşmak zevzeklik gibi geliyor.

Ben ilkokula başlamadan önceki üç sene Galatasaray üç yıl üst üste şampiyon oldu Birch’le. Babam her maçtan sonra eve gelir maçın özetini anlatırdı. Birch’ün yumruğunu kaldırışını da canlandırırdı. Ondan önceki altın dönemi de çok anlatırdı. O denli ki, ilkokula başladığımda yaşıtlarım Cemil Turan’dan söz ederken, ben bilirmiş, seyretmiş gibi Metin, Kadri, Suat, İsfendiyar, Turgay anlatır, üste çıkmaya çalışırdım.

Sonra umutsuzluk, derken kanıksama ve çelebilik çöktü üzerime. '80-88' arası gittiğim papaz mektebinin renkleri sarı-lacivert, kimi penceresinden Fenerbahçe Stadı görülür, gol olsa sesi duyulur, sınıflar neredeyse silme Fenerli. Hafta sonu sabahın köründe 124A’ya binip Selamiçeşme’den Mecidiyeköy’e gitmek bir ibadet gibiydi. Sanki benim olmadığım bir gün aniden Galatasaray düzelecek de ben kaçıracaktım. Seneler seneleri kovaladı, hani filmlerde görüntü dalgalanır ya.

Gece yarısı gidip, sabah onda tek başıma stada girip, hatırımda kaldığı kadarıyla beşte başlayan Eskişehir maçından tek kare yok zihnimde. Tüm hatırladığım “14 senelik bu çile bitti artık bu sene” diye yeri göğü inleten tezahürat. Herhalde 35 bin kişi vardı o gün Ali Sami Yen’de. Son düdük çaldığında yanımdaki tanımadığım adamı hatırlıyorum bir de. Omuzlarımdan beni sıkıca tutmuş, boş, deli bakan gözlerle “bitti mi, bitti mi?” diye sormuştu.

Ben önce “maç bitti mi?” diyor sandım. Sonra o bakışlardan “14 sene bitti mi?” demek istediğini algıladım. “Ağabey bitti, bitti” deyince boynuma sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Ben de sarıldım bu tanımadığım yol arkadaşına. Beraber ağladık bir süre. Eve dönerken nasıl hafif hissetmiştim kendimi. Otobüsten indim kafamı kaldırdım, babam balkonda sarı-kırmızı bayrağı asmış, el sallıyor. Birch gibi kaldırdım yumruğumu. Benim de küçük Nick Hornby hikayem böyle sona erdi.

Şimdi yeniden yaşamak istiyorum o duyguyu. Bunun için kampanya deyip duruyorum. Isıran, çok koşan, yardımlaşan bir kampanya. Yıldızı olmayan, kendi yıldızlaşan bir kampanya. “Sen uzunsan, iş uzunluksa, ben de uzunum” diyebilecek; sevgili Ümit Kıvanç’ın Yunus Emre’den aktardığı gibi “bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil” diyebilecek; Adalet Yürüyüşü ve Mitingi’nde buluşabilen iki muhalefet partisi CHP ve HDP’yi yine buluşturabilecek bir Adalet Hareketi’nin desteğini alabilecek; Eyüp’te, Fatih’te, Üsküdar’da HAYIR diyen çoğunluğun her birinin ve ötesinin oylarını toplayabilecek bağımsız bir aday.

Her tarafından köhne ceberrutluk akan tek adamlığın çakma yenisi yerine, artık olmayan, olması da gerekmeyen bir eskiye ters takla atmaya değil, gerçek yeniyi (“İkinci Yeni”?) kurmaya yönelecek bir aday. “Bu sistemde ilk ve son kez oy kullanacaksınız” diyerek oylara talip olabilecek bir aday. “Beni seçin, dümene siz geçin” çağrısında bulunabilecek bir aday. Kabinesini rengarenk, tüm muhalif partilerden, hareketlerden isimlerle kuracak bir aday. Her görevi kimliğine bakmaksızın iyi yapacak olana verecek bir aday.

İlk yüz günde hem yasama olarak, hem simgesel olarak elle tutulur adımlar atacak bir aday: OHAL’in kaldırılması, Kamu İhale Yasası’nın değişmesi gibi. Beştepe’de bir gün bile oturmamak, Bakanlar hariç tüm makam araçlarını açık artırmayla satmak gibi. Gerekli kapalı devre temasları yapıp, çatışmasızlık sürecini başlatmak, kaçınılmaz olarak yaşanacak ilk sabotajda derhal topyekûn savaş düzenine geçmemek gibi.

Hukuk devleti kavramını en öne koyan, laik, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiyi olabilecek en kucaklayıcı, en güler yüzlü dille savunan bir aday. “Bugün kimin başı öne eğikse ben onun yanındayım” diye ortaya çıkacak bir aday. Yurdun her köşesinde, kimin, ne derdi varsa orada resim verecek bir aday. “Her yaptığımızın odağına anayasal yurttaşı, bireyi, insanı koyacağız” diyecek bir aday.

İstihza ve kibir çıkmaz sokaktır. Fazlası sirke gibi mideyi ekşitir. Hamaset ve veriye dayanmayan varsayımlar da yığınakta hataya götürür, savaşı başlamadan kaybettirir. Ama ne “nasıl yenilirim”, ne “nasılsa yenilirim” diye bir müsabakaya çıkılmaz. Başarmak mümkün. Sıkı başlangıç başarmanın yarısı. Bence olacak. Hatta olmalı.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.