YAZARLAR

Köye dönüş bir ihtimal mi hakikaten?

Uzaklaşmak, gitmek fikri, yeni bir yaşam planından çok fırtına dinene kadar daha güvenli bir yere sığınmak düşüncesini içeriyor aslında. Felaketi orada atlatıp insanlık tekrar kendini topladığında dönmek, bu sırada hayatta kalmak için bir plan.

Küresel felaketler kapıda. 9 günde 2 tufan gören İstanbul hâlâ iklimin değiştiğini anlamış değil. Su baskınlarının, kırılan camların sorumlusu yerel yönetimmiş, mesele beton alanların artması, su çekecek toprağın azalmasıymış gibi şeyler söyleniyor ama aslında Açık Radyo dinleyen herkes biliyor ki artık geri dönülmez noktaya geldik. Dünyanın doğal dengesi değişecek. Bildiğimiz havalar sona ererken belki de insanlık, ‘neslinin tükenmesi’ tehlikesiyle karşılaşacak. Belki de yaşadığımız şu günler o felaket filmlerinde, bir avuç kahramandan başka kimsenin inanmadığı emareleri yaşadığımız zaman dilimi. Her şey başladığında çok geç olacak. O zaman ne yapmalı?

Tabii ki felakete karşı küresel tedbirler almalı, alması gerekenlere baskı yapmalı bunun için çalışanlara omuz vermeli. Ama kendin ve sevdiklerin, onlar ne olacak? Birçok insan kendini güvene alacak yeni bir yaşam biçimi kurguluyor. Kentten uzakta, sağlam bir evde, korunaklı bir hayat… Hem belki bu korunaklı ev bizi insanın insana ettiklerinden politik mutsuzluklardan ve her nevi şiddetten de korur…

HAYATTA KALMAK İÇİN BİR PLAN...

Sosyal hayatın siyasi sebeplerle çekilmez olduğunu düşünenler çareyi başka bir ülkeye, yoksa köylerine, daha olmadı sahilde bir uzak köşeye taşınmakta buluyor. Ankara Antlaşması’yla İngiltere’ye gitmek, Yunanistan’dan ev almak hayalleri, yıllardır uğranılmamış o eski köylere yapılan ziyaretlerle birlikte konu ediliyor. Orta sınıflar, beyaz yakalılar arasında ‘köye dönmek’ hiç olmadığı kadar popüler bir şeye dönüştü. Bir zamanlar telafuz dahi edilmeyen o dede ocağı, artık bir ihtimal... Köye ve köklere dönüş, kentin her nevi melanetinden pastoral bir kurtuluş fikri aynı zamanda. Uzaklaşmak, gitmek fikri, yeni bir yaşam planından çok fırtına dinene kadar daha güvenli bir yere sığınmak düşüncesini içeriyor aslında. Felaketi orada atlatıp insanlık tekrar kendini topladığında dönmek, bu sırada hayatta kalmak için bir plan. Tüm bunlar, felaket geçip kurtulanlar bildiğimiz uygarlığı yeniden kurarken o sığınaktan çıkma, o aşamaya sağ salim ulaşma projesi.

Pentagon bir rapor yayımlamış. Buna göre, “dünya değişiyor ve ABD imparatorluğu çöküyor”muş. Sıralanan çareler arasında “daha fazla askeri yayılmacılık” da var. Aynı gün aynı yerde, haber sitemiz Duvar’da bir başka başlık, “Dünyanın en büyük korkusu IŞİD” diyor. Dünya halkları en çok IŞİD’den Türkiye ise ABD politikalarından korkuyormuş. Böylece taşlar yerine oturuyor. Sadece çevre, ulusal siyaset değil, belki de ondan daha sıcak ve gerçekçi bir tehdit dünyanın yeni savaş dalgasına doğru sürükleniyor olması… Beğensek de beğenmesek de içinde kendimize bir hayat kurduğumuz medeniyetin sonu gelmiş gibi sanki…

Kendi sığınağını inşa edip tedbir almak, akla en yatkın çözüm gibi geliyor herkese. Tıpkı 60’larda nükleer tehdide karşı kendi nükleer sığınaklarını yaptıran hatta oralara saklanan zengin Batılılar gibi. Pek çok filme konu olmuş, şimdi terkedilmiş halleri ve ‘retro’ teknolojileriyle bazen internet sitelerine foto galeri olan bu nükleer sığınaklar bugün paranoyak bir aklın ürünü, delice ve tabii ki komik görünüyor. Nükleer silahlar hala var ve yenileri üretiliyor ama nükleer felaket artık uzak bir ihtimal. O sığınakları yaptıranlara en çok insanlığa güvenmedikleri ya da tek başına bir kurtuluşa inandıkları için gülüyoruz aslında.

DAHA KÖTÜ BİR DÜNYA MÜMKÜN

Evet daha kötü bir dünya mümkün. Buna direnmenin yolu ancak topluluk halinde var olan bir tür olduğumuzu unutmamaktan geçiyor. Ekolojik ve politik felaketler karşısında insanlık her zaman dayanışma gücünü seferber ederek direnebildi. Muhtaç olduğumuz iyimserliğe, yine yaşadığımız topluma ve parçası olduğumuz insanlığa inanarak kavuşabiliriz. Başka çaremiz yok. Nükleer tehlikeleri, büyük selleri, tsunamileri, korkunç savaşları yaşasa bile yaralarını sarıp ayakta kalmayı başardığımızı hatırlayalım.

Ekolojik uyarılara kulak vermek, barış için, demokrasi için çabalayanlara omuz vermek ve kendi kentimizde, kendi ülkemizde, kendi dünyamızda daha iyi bir hayatı talep etmek, bırakıp gitmekten daha akıllıca ve gerçekçi bir çözüm değil mi? Ne başka ülkelerde bir yaşam ne terk edilmiş köylerde bir hayat ne de sahilde kalıcı bir kurtuluş ve mutluluk pek mümkün görünüyor. Çünkü o şehir arkandan geliyor, yalnızlık ise seni ancak hüzünlü bir gerilim filminin kahramanı yapabiliyor.