YAZARLAR

Ataerki ve kadın nefreti

Kadına duyulan düşmanlık bedene duyulan düşmanlıkla yakından ilgilidir. İnsanlığın bu narsistik patlamasının getirdiği sahiplenme hırsı kadına da yöneldi. Kadına bir mal gibi sahip olmaya başladıktan sonra, kadının başka bir erkekle cinsel ilişki yaşaması hırsızlık ya da hak ihlali olarak görülmeye başladı. İnsan olmanın manası ‘varoluş’tan ‘sahip oluş’a böyle evrildi.

“Bir gün gelecek kadınların altından gözleri olacak. Altından saçları olacak.

Bir gün gelecek, erkekler ve kadınlar cinsiyetlerinin şiirini tekrar keşfedecekler.

O gün gelecek, hepimizin özgür olacağı o gün.

Hepimiz özgür olacağız, şimdiye kadar hayal edebildiğimiz her özgürlükten daha özgür.

Ve bizi bozan ne varsa, yok olup gidecek.

Özgür olacağız.

Birlikte özgür olacağız, kadınlar ve erkekler.

Ve ellerimiz iyilik yapma yeteneğini kazanacak.

Ve ellerimiz sevme yeteneğini kazanacak.

Ve bu bizim özgürlüğümüz olacak.”

Ingeborg Bachman

Kadın nefretini anlamak istiyorsak mutlaka ataerkini (patriarki) anlamak zorundayız. Ataerkinin nasıl ortaya çıktığını, mülkiyetin ortaya çıkışını anladığımızda erkeğin şiddetinin neden kadına yöneldiğini de daha iyi anlarız.

Patriarki kelimesi baba egemenliği anlamına gelir ve erkeğin egemenliği anlamında kullanılır. Bundan takriben 6 bin yıl kadar önce ortaya çıkmıştır. Antropologları, özellikle feminist antropologları şu soru hep meşgul etmiştir. Patriarkiden önce matriarki, yani anaerki var mıydı? Kadının iktidarda olduğu bir zaman dilimi söz konusu muydu? Bu soruya gelecek haftaki yazımda yanıt vermeye çalışacağım.

Bugünkü yazım bu konuda yaptığım antropoloji okumaları sonrasında ortaya çıkmıştır. ‘Aşkın Halleri’ kitabımın son baskısına eklediğim bu bölümün ‘Mizojini’ serisinin bu bölümüne de uygun olduğunu düşünüyorum. Yazı cinselliğin insanlık tarihi boyunca nasıl yaşandığını ve nasıl bir değişim göstererek kadına şiddetin, kadın nefretinin bir aracı haline geldiğini anlatıyor.

Yukarıdaki şiir benim gençlik günlerimde başucumda bir şiir kitabı gibi tuttuğum ‘Malina’ romanıyla tanınan büyük Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’ın bir şiiri. Çeviri bana aittir. Kendisinin şu sözünü de çift terapilerinde çok sık anımsadığımı belirtmeden geçemeyeceğim. “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar.”

Bu hafta size bu konuda iki kitap önereceğim. Birincisi ‘Kadın Antropolojisi’ Hazırlayan, Rayna R. Reiter, Dipnot Yayınları. Diğeri ‘Çöküş’ Yazarı Steve Taylor, Mayakitap Yayınları…

CİNSELLİĞİN VE AİLENİN ANTROPOLOJİSİ...

Toplumsal bir kurum olarak ailenin kökeni anne, çocuk ve kardeşler arasındaki ilişkiye dayanır. Anne çocuk ve kardeşler arasındaki ilişkinin özel bir ilişki olduğu bilgisi ailenin doğuşuna olanak sağlar. Erkeğin dölleme yetisinin varlığı çok sonra fark edilmiş ve baba böylece ailenin içine dahil olmuştur. Babanın ailenin içine dahil olması ve anne baba arasındaki ilişkinin önemi ailenin kurumsallaşmasının başlangıcı olarak kabul edilir.

Tarih öncesinden Taş Devri'nin sonlarına kadar olan zaman diliminde insanın toplumsal organizasyonlarıyla ilgili çok az bilgi var elimizde. Taş Devri öncesinde insanlar sürüler halinde, 20-40 kişilik akrabalardan oluşan avcı toplayıcı gruplar olarak yaşıyorlardı. Cinsiyetler arasında da fiziksel güçlerine uygun bir iş bölümü vardı. Erkekler avcı, kadınlar toplayıcı olarak çalışırlardı. Antropologlar sürüler halinde yaşayan insanların cinsel partnerlerini sürü içinde (endogami) değil de, diğer sürülerde (ekzogami) - ensest yasağı - bulduklarını düşünüyorlar. Endogami sayesinde farklı grup ve sürüler birbirleriyle ilişkiye girerek yakınlaşabiliyorlar. Birbirlerini ziyaret ediyor, değiş tokuş yapıyorlar. Bu da onların karşılıklı bir sorumluluk taşımalarına neden oluyor. Yani ensest yasağının insanlığın toplumsal organizasyonlar oluşturmalarındaki ilk ve en önemli adımlardan olduğu söylenebilir.

Yaşam koşulları nedeniyle çocuk sayısı da korunma, kürtaj ve çocuk öldürme (infantisid) gibi yöntemlerle sınırlanıyordu. Zaten uzun emzirme dönemleri ve cinsel tabular da çocuk sayısının artmasına engel oluyordu. Kürtaj ve çocuk öldürme çocuk sayısını sınırlama için en önemli yöntemlerdi.

TARIM, SAVAŞLAR VE ATAERKİ

Avcı-toplayıcılıktan bahçe tarımcılığına geçiş yaşam koşularında ve biçimlerinde temelden değişikliklere neden oldu. Bu dönemde de atalarımız, akrabalıkla birbirine bağlı ama çekirdek ailenin arka planda olduğu topluluklar olarak yaşıyorlardı. Bahçede çalışacak iş gücüne ihtiyaç olduğu için, çocuk sayısında belli bir artış olmaya başladı, çünkü kürtaj ve çocuk öldürme yavaş yavaş ortadan kalktı.

Bahçe tarımına geçişle birlikte ataerki de ön plana çıkmaya başladı. Patriarkal yapının ön plana çıkmasına neden olan en önemli etken bu dönemde yetersiz besin kaynaklarının paylaşımı için savaşların başlamasıdır. Ve günümüze kadar bu ataerkil düzen sürüp gider. Gittikçe şiddetlenerek üstelik. Savaşları, tecavüzleri, işkenceleri yapan hep erkektir.

Günümüzde kadın belli haklara sahip olsa bile 3'üncü Dünya Savaşı’nın başladığı ve giderek şiddetlendiği günümüzde kadın aklının yine rafa kaldırıldığını ve erkek vahşetinin ulaşabileceği en üst düzeye vardığına tanık oluyoruz. Savaşın sona ermesi, barış, dayanışma, dostluk, hoşgörü kültürünün egemen olması, insanların birbirleriyle rekabet ettikleri değil, ‘tekrar’ sanatla müzikle uğraşarak huzur ve mutluluk içinde yaşar hale gelmeleri için kadınlığın erkek egemenliğine son vermesi ve anaerkinin değil ama kadın erkek arasındaki eşitliğin gerçek anlamda inşa edilmesi birincil koşuldur.

İLKEL CİNSELLİK

Kadın bedeni üzerinde kurulmak istenen ve kurulan hakimiyet ataerkil düzenin, yani ‘varoluş’ yerine ‘sahip oluş’un geçmeye başlaması anlamına gelir. Kadının kontrol edilmesi, doğurganlığın, dolayısıyla insanlığın devamının kontrol altına alınması demekti. Öyleyse cinselliğin kendisine atfedilen anlam değiştirilmeli, özellikle kadının cinselliğini kendi istediği şekilde, özgürce yaşaması engellenmeliydi. Oysa ilkel dediğimiz atalarımız zamanındaki beden ve dolayısıyla cinsellikle olan ilişki bugün tahayyül bile edilemez.

Henüz ataerkil düzenin egemenliği söz konusu değilken, ilkel atalarımız çırılçıplak dolaşıyorlardı. Hatta Avusturalya yerlileri Aborjinler günümüzde de çırılçıplak dolaşır ve cinsel organlarının gizlenmesi gereken bir şey olduğunu düşünmezler. Çocukların cinsel organlarını oyun amaçlı gıdıklarlar. Tıpkı bizlerin çocukların burunlarını, yanaklarını sıkmamız gibi.

İlkel insanlarda cinsellik zevk almanın sağlıklı ve doğal bir yolu olarak görülür. Aborjinlerde cinsellik konusu, hatta sevişmenin kendisi çocuklardan asla saklanmaz. Çocuklar beş yaşından itibaren, aralarında cinsel ilişkiyi taklit etmek de olmak üzere, çeşitli cinsel içerikli oyunlar oynarlar. Cinsel ilişkiye de çok daha erken yaşta, örneğin dokuz yaşında başlarlar.

Bu bütün ilkel halklar için geçerlidir. Antropolog Malinovski’nin Trobriand Adaları'nda yaptığı gözlemler de bunu doğruluyor. İlkel halklar cinsel hayatları daha başlamadan birbirlerinin cinsel organlarını merak ettikleri için geliştirdikleri oyunlarla cinsel zevki keşfederler.

Cinsel olgunluğa eriştiklerindeyse biz modern insanı şok edecek bir özgürlüğe sahip olurlar. Birçok halkta bekaret anlamına gelecek sözcük dahi yoktur. Ergenlik dönemi cinselliği öğrendikleri ve deneyimledikleri yaşlar olarak kabul edilir.

Birçok ilkel kabilede çocukların kendilerine ait yatakhaneleri vardır ve burada özgürce farklı eşlerle cinsel deneyimlerini geliştirirler. Yetişkinlerin bu yatakhanelere girmesi yasaktır. Üst üste üç gece aynı kızla sevişen oğlanlar cezalandırılır. Bir köyün gençleri diğer köyün yatakhanesine giderek başka cinsel partnerler bulabilirler. İlişkiyi oğlanlar kadar kızlar da başlatmakta özgürdür. Cinselliğin öğrenildiği bu dönem, insan hayatının en özel ve eğlenceli zaman dilimi olarak değerlendirilir. Oysa, başka nedenlerle de elbette, ergenlik günümüzde insanın en sıkıntılı yaşam evrelerinden biridir maalesef.

Çocuklar ergenliğin sonunda çift olmaya başlarlar. Eşlerini seçmek konusunda serbesttirler. Anne babaları onları eşlerini seçme konusunda kısıtlamaz ve zorlamaz. Çift olmaya evlenmekten ziyade bağlanmak diyebiliriz, çünkü herhangi bir ritüelleri yoktur. Bağlandıklarında da cinsel özgürlükleri devam eder. Hatta evlilik dışı cinsel ilişki yaşamaları ahlaki bir görevdir. Örneğin kuzenleri onlardan cinsel deneyim edinmek için bir istekte bulunduğunda bunu karşılıksız bırakmamaları gerekir. Aksi takdirde cinsel organları konusunda çok cimri olmakla itham edilirler.

Birçok kültürde insanların yeni insanlarla cinsel ilişki yaşamaları için festivaller düzenlenir. Trobriand Adalı kadınlar, günümüzde bile yer elması hasadı sırasında adalarda dolaşıp diğer adalardan gelen erkeklere ‘tecavüz’ ederler ve eğer yeteri kadar tatmin olmazlarsa erkeklerin kulaklarını ısırarak onları cezalandırırlar.

Erkek ve kadının cinsel ilişki farkı da saygıyla karşılanır. Aborjinler kadınların birden fazla erkekle cinsel ilişki yaşamasına izin verirler. Çünkü bir erkeğin sevişme tarzı kadınları her zaman tatmin etmeyebilir.

Yeni Zelanda’da bazı yerli kabilelerde kadınlar daha haz dolu ve ‘narin’ seks için 13-14 yaşlarındaki erkek çocuklara seks dersleri verirler. Onlara, kadınlara nasıl zevk vereceklerini öğretirler. Bu dersler sonucunda delikanlıların, kadınların sevişme sırasında birden fazla orgazm olmalarını sağlamaları beklenir. Eğer bunu başaramazlarsa haklarında dedikodu başlar ve onların eş bulmaları zorlaşır. Bir erkek erken boşalıp eşini tatmin edemezse kadın bunu arkadaşlarına anlatır ve erkek kısa sürede yetersiz bir sevgili olarak kötü bir üne kavuşur.

Yemeklerini paylaştıkları, en temel eşyalar dışında hiçbir şeye bireysel olarak sahip olmadıkları gibi eşlerine de sahip olduklarını düşünmezler.

Eşcinselliğe de garip bakmazlar. Transseksüeller 19'uncu yüzyılın yarısına kadar Amerikan yerlileri arasında kabul ve hatta saygı görürdü. İçlerinde iki ruh taşıdıklarına inanılır ve bazıları şamanlıkla onurlandırılırdı.

Bazı kültürlerde erkeklerin erkeklik gücü kazanmaları için yeteri kadar meni yutmuş olması gerektiği için, olgun erkeklerle oral ve anal seks yapmaları gerekiyordu.

BEDEN ARTIK ÖTEKİDİR

Özge Ekmekçioğlu'nun çizimi. Özge Ekmekçioğlu'nun çizimi.

İlkel dönemlerden tarih öncesi döneme geldiğimizde de, insanların cinsellik ve insan bedenine suçluluk duygusundan uzak bir tutumları olduğunu biliyoruz. Sanatlarına cinsel içerikli resimler hakimdi. Büyük memeli kadınlar, uyarılmış penisler, vajina şeklinde kakma ve oymalar vardı. Vajina şeklinde kapıları olan rahim şeklinde anıt mezarlar bulunmuştur.

İlk cinsel devrim MÖ 4000’lerde yaşanmıştır. Savaşların, ataerkinin ve toplumsal eşitsizliğin ortaya çıkmasıyla birlikte cinselliğe ve bedene bakış da değişti. Çöküş kitabının yazarı Psikolog Steve Taylor’ın tanımıyla “egonun ortaya çıkması” ruh beden ikiliğine kadar gitti ve beden küçümsenen, tiksinilen, utanılan yan olmaya başladı. İnsanlar kendi bedenleri olmak yerine, artık o bedenin içindeki ruh olmaya başlamışlardı. Beden artık ötekiydi ve ötekinin olduğu yerde korku ve düşmanlık vardı.

Taylor’ın ‘çöküş’ olarak adlandırdığı insanlık tarihinin mutlu dönemlerinin bitişi ve günümüz modern toplumlarının temelinin atılmasına şu ikilikler açısından bile bakmak yeterli aslında: Farklı insan toplulukları arasında çatışma (savaş), farklı toplumsal sınıflar ve gruplar arasında çatışma (toplumsal eşitsizlik), kadın ve erkek arasındaki çatışma (ataerkillik) ve insanla doğa arasındaki çatışma (çevre sorunları). Ego ve beden arasındaki çatışmaya da aynı pencereden bakılabilir. Aşırı gelişmiş eril ego sadece diğer insanlar – özellikle de kadınlar – ve doğa üzerinde değil, kendi bedenleri üzerinde de tahakküm kurmaya çalıştı. Tamamen doğal ve insani içgüdüler günahkar, tamamen bedensel süreçlerse kirli ilan edildi. D.H. Lawrence’in dediği gibi: “Müstehcenlik, ancak akıl bedeni küçük gördüğünde ve ondan korktuğunda, beden ise akıldan nefret edip ona karşı koyduğunda sahneye çıkar.” Her üç tek tanrılı din de tenin yozlaşmasıyla ruhun saflığını karşı karşıya getirerek aynı karşıtlığı, ikiliği gündeme getirmişlerdir.

RUHSAL RAHATSIZLIKLAR ORTAYA ÇIKIYOR

İnsanların bedenlerine karşı beslediği açık ve olumlu tavırdan baskıcı ve suçluluk duygusuyla yüklü bir tavra doğru yaşadıkları bu dönüşüm Taylor’a göre ruhsal rahatsızlıkların da ortaya çıkmasında rol oynayan en önemli etken. Ona göre, insanların kendi bedenlerine bu kadar yabancılaşmasının tek nedeni ego patlaması. Ve bu ego patlaması nedeniyle ortaya çıkan ruh-beden ikiliği. Ego bedene sadece kendinden başkası olarak değil, aynı zamanda aşağı bir varlık olarak da baktı.

Söz konusu olan aynı zamanda bir kontrol meselesiydi. Aşırı gelişmiş ego her şeyden çok iktidarı istiyordu. Bu iktidar tutkusu, savaşın, toplumsal eşitsizliğin ve ataerkilliğin en temel nedenidir, Taylor’a göre.

Ego elbette bedeni de kontrol etmek istiyordu. Cinsellik ve bedene yönelik bütün kısıtlamaları bu yönde bir çabanın ürünü olarak değerlendirebiliriz. Ancak sorun şu ki, doğadan gelen içgüdülerimizi ne kadar kontrol altında tutmak istesek isteyelim bunu başaramayız. Cinsel dürtülerimiz içimizi kemirecek ve fırsatını bulduğunda su yüzüne çıkacaktır. Gandhi 37 yaşından sonra hiç cinsel deneyim yaşamamış ve 30 yıl geçtikten sonra cinsel içgüdülerine tamamen hakim olduğuna inanmıştı. Ancak yaşlı bir adam olarak bir sabah uyandığında müstehcen bir rüya gördüğünü anımsadığında kahrolmuştu. İşte tam da bedenin bu başına buyrukluğu, asiliği egonun ona düşmanlık beslemesine neden oluyor.

Kadına duyulan düşmanlık bedene duyulan düşmanlıkla yakından ilgilidir. İnsanlığın bu narsistik patlamasının getirdiği sahiplenme hırsı kadına da yöneldi. Kadına bir mal gibi sahip olmaya başladıktan sonra, kadının başka bir erkekle cinsel ilişki yaşaması hırsızlık ya da hak ihlali olarak görülmeye başladı. İnsan olmanın manası ‘varoluş’tan ‘sahip oluş’a böyle evrildi. Kadın cinselliğinin özgürleşmesi insanlığın varoluş mücadelesinin en önemli kazanımlarından biri olacaktır. Ama kadın cinselliğinin özgürleşmesi günümüz modern şehirli kadının istediği erkekle, istediği zaman cinsellik yaşaması, sadakatsizlik konusunda kadının erkeğe yetişmesi değildir. Çünkü sevişmekte özgür olan kadın ya da özgürce cinsellik yaşama olanağına sahip olan kadın, erkek hakimiyetindeki düzenin tanımladığı kadındır. Fit, her zaman bakımlı, seksi, bedenini bir cinsel obje olarak erkeğin göz önüne süren plastik cerrahi ve kozmetiğin esiri olan kadın.

Bugün kadın ve erkek arasındaki özgürleşmenin önünde günümüzün korkunç güzellik anlayışı var. Oysa “en çirkin yerinden sevmeye başlamak istiyorum seni” diye seslenebilmeli erkek kadına, kadın erkeğe. Çünkü her şeye rağmen, hâlâ faşizmin giremediği tek yer, Eluard’ın da dediği gibi, iki insan arasındaki ilişkidir.