YAZARLAR

Göçün kadınlaşması ve Emani

Yabancı kadına duyulan arzu, bilinmeze ama en çok da ötekinin sahip olduğuna duyulan arzudur. Boşuna "komşunun tavuğu komşuya kaz görünür" dememişler. Emani örneğinde ise mülteci olma halleri, yoksullukları, kimsesizlikleri Emani'yi ve kocasını daha kırılgan, baş edilebilir ve daha baştan mağlup kılıyordu. Suriyeli mülteci kadınların Türkiye'de kuma olarak, genellikle kendilerinden yaşlı, maddi durumları görece iyi erkeklerle birlikte yaşamaları artık kanıksanmış bir durumdu üstelik. Dolayısıyla katil, Emani'nin kocasından karısını istemekte beis görmüyordu.

Göçün kadınlaşması diye bir kavram var. Seksenler'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla dünyanın dört bir yanına göçen kadınların deneyimleriyle daha da dikkat çekici hale gelen bir kavram. Bu kadınlar, aileleri hayatta kalabilsin, sonraki kuşaklar biraz daha güvenli bir hayat yaşayabilsin diye kendilerini feda etmişler, çocuklarını ve sevdiklerini uzun süre görmemecesine geride bırakmışlardı. Çöken bir ekonomide, huzursuz ve umarsız bir toplumda başka bir seçenekleri kalmamıştı. Peki neden erkekler değil de kadınlar göçmek zorunda kalmışlardı? Dünyanın daha müreffeh ülkelerinde, kadınlara ihale edilmiş bakım hizmetlerine daha ucuza ulaşmak isteyen ve aynı zamanda bu hizmeti Batılı bir kültürle yetişmiş, meslek sahibi, Batı dillerinden bir veya birkaçını bilen, "eli yüzü düzgün" kadınlardan almak için istekli bir kesim vardı. İşte o kadınlar, o ülkelere gittiler. Başka bir şey daha vardı. O da, komşu ülkelerin erkeklerinin yerli olmayana, bilinmeyene, "başkasına ait olduğu" düşünülene duydukları arzu ve bu arzunun şekillendirdiği fantaziler. İşte o kadınlar, o arzular ve fantezileri kendileri ve ailelerinin hayatta kalabilmesi için gereken parayla takas ettiler yıllarca.

"Nataşa" adlandırmasını hatırlamayanınız yoktur. Karadeniz Bölgesi'nden başlayarak Türkiye'ye yayılan kadın göçü uzun yıllar, fuhuş, eğlence sektörü ve bakım hizmetlerinde eski Sovyet vatandaşı kadınların emeklerinin sömürülmesini, sembolik ve fiziksel şiddete uğramalarını ve nefret söylemine maruz kalmalarını beraberinde getirdi. Dilini bilmedikleri, kültürüne yabancı oldukları, bir de üstüne arzu nesnesi haline getirilirken, diğer yandan da ahlaksızlıkla yaftalandıkları bir ülkede çoğunlukla kaçak olarak çalıştılar yıllar boyu. Tabii sadece eski Sovyet vatandaşları değildi göç mağdurları. Afrika, Asya ve Ortadoğu ülkelerinden çeşitli coğrafyalara dağılan, yaşlılık günlerinin refahı ve ailelerin geçimi için gençliklerini gözden çıkaran milyonlarca kadın daha var.

İşte bu kadınların çalışma koşullarına ve yaşam tarzlarına bakılarak, göçün kadınlara erkeklerden daha fazla yük getirdiği konusu girdi literatüre ve tartışılır oldu. Sovyet sisteminin çöküşüyle bahsettiğim sorunlarla karşılaşan kadınlara, savaşlar, çatışmalar, soykırımlar, açlık ve hastalık tehlikesi, nefret söylemi ve şiddet nedeniyle evlerini, topraklarını, ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar eklendi.

Göçmen veya mülteci olmaya karar vermek hiç de kolay değil. "Gitmek mi zor, kalmak mı?" sorusuna cevap bulmak gerekiyor her şeyden önce. Ama araştırmalar bize gösteriyor ki, gitme veya kalma kararını veren çoğunlukla erkekler. Tıpkı savaşların ve çatışmaların müsebbibinin erkekler olması gibi. Peki savaş ve çatışma ortamının sonuçlarından en çok kim etkileniyor? Tabii ki kadınlar ve çocuklar.

***

Savaşın yol açtığı göçün son kurbanlarından biri Suriyeli Emani. Sakarya'nın Kaynarca ilçesindeki evinden kocasının iş arkadaşları tarafından kaçırılıp tecavüz edildikten sonra, on aylık oğluyla birlikte vahşice öldürüldü. Bu konuda çok yazan oldu. Özellikle Berrin Sönmez'in Gazete Duvar'daki yazısı büyük ölçüde hislerime tercüman olmuştu. "Kadın bedenini savaş alanı ve kendi bedenini savaş silahı" olarak gören erkeklerden bahsederken Emani'nin kısacık hayatının özetini yapıyor gibiydi. Ben konuya göçün kadınlaşması açısından yaklaşayım istedim. Göç sürecinin, mültecilik konumunun özellikle kadınları ne kadar savunmasız, çaresiz bıraktığını, her anlamda bir kapanmayı, kabuğuna çekilmeyi dayattığını hatırlatayım dedim.

Emani, ölümünden sonra öğrendiğimize göre, 20 yaşına yaklaşan genç bir kadın olarak kocası tarafından, "namusunu korumak" niyetiyle Suriye'den Türkiye'ye göç ettirilmişti. Hiç bir dahli olmadığı bir savaştan kaçmak, hem de namusunu korumak isteyen kocası tarafından "kaçırılmak" zorunda kalmıştı. Çünkü, düşman bellediğinin sahip olduğunu düşündüğün her şeye saldırmak, onu yok etmek yahut temellük etmek erkekler için bir fetih tecrübesi, erkekliğin sağlamasıydı. Düşman tarafın "kadınına" sahip olmak veya ona tecavüz etmek, hatta öldürmek savaşta bir cephe kazandırıyordu saldırgan tarafa. Yalnız bunu yaparken kendi "kadınını" da aynı azim ve güçle korumalıydın. Maazallah, seninle aynı erkeklik öğretilerinden geçmiş karşı taraf da cephe kazanmak sevdasında olabilirdi. Yani, hayatta bir kendi kadının vardı, bir de öteki kadınlar. Bizim örneğimizde Emani'nin kocası Halid'e duyulan düşmanlık, onun başka milletten ve mülteci olmasının yanında, katillerle aynı işyerinde, onlara rakip olarak çalışıyor olmasından kaynaklanıyordu. Tabii bir de, Türkiye Cumhuriyeti devletine yük sayılan, vatandaşlardan daha fazla ihtimam gördüklerine inanılan bir kitleydi Suriyeli mülteciler. Yakın zamanda yaşanan gerginlikler, çatışmalar bunu gösteriyordu. Çoğunun Müslüman olması, kültürel olarak bizden çok da farkları bulunmaması onlara karşı takınılacak tavrın bulanıklaşmasına sebep oluyordu. AKP'nin politikalarını eleştirenler ile destekleyenlerin mülteciler karşısındaki tavrı birbirinden farklı olsa da, neticede yabancı ve geçici olana müsamaha bir yere kadardı ve onlara huzur yoktu. Kalış süresi uzadıkça bu zoraki misafirlik ev sahibinin tacizkar tavırlarıyla iyiden iyiye sığıntılığa dönüşüyordu.

Emani'nin kocası kadınının namusunu, yani kendi şerefini, haysiyetini, erkeklik onurunu, hasılı iktidarını korumak niyetiyle geldiğini beyan ediyordu Türkiye'ye. Emani, muhtemeldir ki, bu küçük ilçede, herkesin gözü üstünde geçirdiği aylar veya yıllar boyunca göçün kadınlara yaşattığı her türlü olumsuzluğu tecrübe etmişti. Dil bilmemesi, çevreyi tanımaması, iki çocuklu olması, kocasının "namusuna düşkün olması" vb. sebebiyle ev çeperinde yaşamak zorunda kalmıştı. En fazla zorunlu ihtiyaçlar için çarşıya-pazara gidebilmişti. İlk çocuğu henüz yeni doğmuşken, ikincisine hamile kalmıştı. Daha lohusalığını bile savamamışken yeni bir bedensel ve ruhsal yükle baş başa kalmıştı yaban ellerde. Üstüne üstlük bir de "güzel"di. Bu güzellik meselesi de üzerinde durulmaya değer. Emani'nin güzelliği, mütecaviz ve katil erkeği kışkırtan bir azmettirici veya hafifletici bir sebep gibi sunuluyordu kimi yayın organlarında. Öyle ki, evli ve çocuklu olan katil, güzelliğine meftun olduğu Emani'yi, iki çocuğu ve kocasına rağmen muhtemelen kuma olarak alıkoymak istiyordu. Yahut hevesini alana kadar ara sıra koynuna girsin yeterdi. Çarşıda-pazarda peşine düşüyor, taciz ediyordu. Yine muhtemeldir ki, sığıntı gibi yaşadıkları bu ilçede, korkudan şikayette bulunamıyorlardı karakola.

***

Yabancı kadına duyulan arzu, bilinmeze ama en çok da ötekinin sahip olduğuna duyulan arzudur. Boşuna "komşunun tavuğu komşuya kaz görünür" dememişler. Emani örneğinde ise mülteci olma halleri, yoksullukları, kimsesizlikleri Emani'yi ve kocasını daha kırılgan, baş edilebilir ve daha baştan mağlup kılıyordu. Suriyeli mülteci kadınların Türkiye'de kuma olarak, genellikle kendilerinden yaşlı, maddi durumları görece iyi erkeklerle birlikte yaşamaları artık kanıksanmış bir durumdu üstelik. Dolayısıyla katil, Emani'nin kocasından karısını istemekte beis görmüyordu. Bir hemşehrisine bunu teklif dahi edemeyeceğini de hepimiz iyi biliyoruz.

Yeri gelmişken, Osmanlı döneminde günlük hayatın içinde önemli bir yeri olan ama artık şakayla karışık bir hakaret sözü olarak kullanılan köftehorluktan söz edelim. Karısı tarafından aldatıldığı tespit edilen erkek, hakaret ve aşağılamalara maruz kalmasının yanında, oldukça ağır bir vergi ödemek zorunda kalıyordu devlete ve bu verginin adı da köftehor vergisiydi. Bu verginin korkusuyla erkeğin karısını daha fazla zapt-u rapt altına alması amaçlanıyordu muhtemelen. Sahip olduğu kadını başkasıyla paylaşmak, bu durum kadının isteği hilafına da olsa bir erkek için artık vergi yükümlülüğü getirmiyorsa da, hâlâ temizlenmesi gereken bir leke, bir utanç vesilesi.

Hal böyle olunca, yine muhafazakar bir kültürden gelen Emani'nin kocası Halid, namusunu korumak için Türkiye'ye getirdiği karısının tecavüze uğramasıyla şerefini ve iktidarını da bir ölçüde kaybetmiş sayılacaktı. Nitekim, Emani'nin öldürülmesinin değil, tecavüz edilerek öldürülmesinin onu daha da utandırdığını öğrenmiş bulunuyoruz. Diyor ki: "Trafik kazasında öldüğünü söyleyelim cenazeyi Suriye'de teslim ederken". Emani'nin ölmüş olması, ikincil bir soruna indirgeniyor böylece. Kocasının iktidarını, erkekliğini sarsacak bir düşman saldırısıyla ölmüş olması asıl mesele haline geliyor.

Halid'in mesai arkadaşları ona ezici bir mağlubiyet yaşatmak istemişler. Bu öyle baş döndürücü bir haz ki, sonunu düşünememişler. Erkekleri tecavüze sevk edenin, dehşet içindeki ve savunmasız bir kadının bedeni karşısında erekte olmasını sağlayanın sadece cinsel arzu değil, öfke, iktidar kurma niyeti ve düşmanı mağlup etmenin hazzı olduğunu da bir kez daha hatırlamış oluyoruz böylece. Savaş dönemlerindeki toplu tecavüzlerin müsebbibi de bu mağlup etme isteği. Tecavüz fiili de, bir insanın vücut bütünlüğüne bir saldırı, bir temel insan hakkı ihlali olarak değil namusa tasallut olarak görüldüğünden, tecavüz edilen kişinin ölmesi bir kurtuluş olarak bile görülebiliyor. Onun için intihar ediyor birçok tecavüz mağduru kadın. Ölmemişse ömür boyu bir suskunluk ve utanç içinde yaşaması; onun sahibi olduğunu düşünen erkeğin de bir mağlubiyet hissiyle, mütecavizden çok tecavüze uğrayan kadına hınçlanması, hatta onu terk etmesi, bazen de kendi elleriyle öldürmesi sık karşılaştığımız tecrübeler.

***

Olay sonrası failler karakola götürüldüğünde kapının önünde toplanan linççi güruh da anılmaya değer. Kadınların mağduru oldukları erkek şiddetinin hesabını sormaya, cezasını vermeye gelenlerin yine erkekler olması, yine cinsiyetçi küfürler ve tehditler eşliğinde fiziksel şiddet uygulamak için hareketlenmeleri çok ürkütücü bir sahneydi. Bu tavır, hem Kaynarca halkını temsilen olay karşısında duyulan hiddeti gösterecek, hem de ilerde cezaevinde katillerin başına gelebilecek şiddet olaylarını bir kısasa kısas pratiği gibi gösterip meşrulaştıracaktı. Niketim, Özgecan'ın katillerinden biri cezaevinde öldürüldüğünde kimsenin içinin sızladığını söyleyebilir miyiz?

Oysa ertesi günkü cenazede kenetlenen ilçe halkının kederli duruşu, dayanışmacı tavırları daha fazla ümit vericiydi. Her zaman söylüyorum, kadınlar doğaları gereği barışçı değildirler. Savaş ve çatışmadan en çok onlar zarar görecekleri için barış isterler. Dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur. Kadınlar geçmişten ders alarak sahip çıkarlar barışa. Hem dünya çekilir bir yer olsun diye, hem de çocuklarıyla birlikte ölmemek için...


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.