YAZARLAR

03.07.1993

Babam için üzülmem gerekmiyor muydu? Neden Madımak’ta olanları tartışıyordum ben hararetli hararetli? Annemi nasıl bir hayatın beklediğini düşünmem ve onun için endişelenmem gerekmez miydi Türkiye yerine? Aldığım sorumluluğun genç omuzlarımdaki ağırlığını mı azaltmaya çalışıyordum, kim bilir?

Oldukça kişisel, toplumsal bir yazı olacak bu. Ben genellikle bildiğimi sandığım konularda ahkam keserim. Bunlar da psikoloji, psikiyatri, psikoterapi ve buna bağlı olarak insan ilişkilerinde yaşanan sorunlar, biraz da edebiyat olur.

Bugün 24 yıl önceye gitmek istiyorum. Madımak Katliamı’nın olduğu günlere. O zamanlar akıllı telefon yoktu. Sivas’ta olanları gün boyu radyolardan, akşam haberlerinden ve ertesi gün gazete başlıklarından öğrendik. Ben daha 25 yaşındaydım. Genç bir doktor. Çorlu Devlet Hastanesi acil poliklinik hekimi pratisyen doktor alper hasanoğlu. Küçük harflerle.

Babam 58 yaşındaydı ve ağır kalp hastasıydı. Buna rağmen kalbini zorlamaktan vazgeçmiyordu. İçki de içiyordu, sigara da. Ama o hafta nedense, uygulayıp uygulamayacağını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir karar almıştı. İçki ve sigarayı bırakacak, tedavi görecek, gerekirse ameliyat olacak ve daha sağlıklı bir hayat sürecekti. Benim hiç umudum yoktu ama, “Tamam, hadi bakalım,” demiştim. Annemi de düşünerek. Uzun yıllar onun alkollü eve gelmesinden çok sıkıntı çekmişti ve “Belki de anneme çektirdiklerinden pişman olmuştur,” diye düşünüyordum, annem de safça, “İnşallah!” diyordu.

Ben tıp fakültesini bitirdikten hemen sonra evden ayrılmış, sevgili Aydın Ağbi’mle ve iki sokak beyazı kedimizle Bakırköy’de bir apartmanın altıncı katındaki kiralık bir dairede yaşamaya başlamıştım. Hasanoğlu apartmanından ayrıldığım için kendimi özgürleşmiş hissediyordum. Çorlu Devlet Hastanesi Bakırköy İncirli otobüs durağından şehirler arası otobüse bindiğinizde 45 dakikalık mesafedeydi ve ben de bu nedenle İstanbul’da yaşamaya devam edebiliyordum.

2 TEMMUZ ÇOK SICAKTI, BİRİLERİ DE MADIMAK'I CEHENNEME ÇEVİRİYORDU

2 Temmuz 1993 günü nöbetçiydim. Nöbetler 24 saat sürüyordu. Hastane E5 üzerinde olduğu için çok yoğun bir acile sahipti. Trafik kazaları, kavgalar, bıçaklamalar, kurşunlamalar vs gırla gidiyordu. Babam o gün kendi kendine bir karar almış ve final yapmak istiyormuş. Son kez içki içecek ve 3 Temmuz’dan itibaren içki ve sigarayı bırakarak hayatında temiz bir sayfa açacakmış.

Bu sözünü de tutmuş ve o gün çok içmiş. 2 Temmuz çok sıcaktı. Cehennem sıcağı. Ağır kalp hastası birinin içki içmesi için pek uygun değildi yani. Birileri de Madımak Oteli’ni cehenneme çeviriyordu o sırada, biz de televizyon ve radyodan takip ediyorduk acilde gördüğümüz hastalardan vakit bulabildiğimizde. Oteldeki sanatçılar ve yazarlar için endişeleniyorduk. Ama Erdal İnönü başbakan yardımcısıydı, bir şeyler yapardı, ona güveniyorduk.

Babam final yapıyordu, ağırlıklı olarak Yunanistan göçmenlerinin gittikleri Emin’in meyhanesinde. 3 Temmuz’da yeni bir hayata başlayacaktı. Daha sonra meyhaneci Emin’in anlattığına göre cila yapmak için ısmarladığı birasının yarım bırakıp kimseye tek bir söz söylemeden ve hesabı da ödemeden kalkmış masasından ve sallanarak eve yollanmış. Kimse de Şeref Ağbi’lerine, “Nereye gidiyorsun hesabı ödemeden?” demeyeceğinden, durdurmamışlar babamı.

Annem evde kahvesini yapmış ama her zamankinden daha durgunmuş babam. Arada durup durup garip sözler ediyormuş. Annem içkili olmasına verip idare etmeye çalışıyormuş. Normalde yarım saat içinde kıvrılıp yatması gerekirken uzun süre uyanık kalmış ve konuşmasının garipliği de giderek artmış.

"ZARIMI ANNEMDEN YANA ATTIM"

Sabaha karşı 05.00 suları ben nöbetçi doktor odasında tavşan uykusundayken telefon çaldı. Ben yeni bir hasta diye uyandım, ahizeyi kaldırdım, santral görevlisi annemin telefonda olduğunu söyledi. Annem telaşla, babamın çok garip davrandığını, kendisini tanımadığını, bunun içtiği içkiyle ilgili olamayacağını söyledi. İlk tepkim sinirlenmek oldu. İşte yine anneme neler yapıyordu bu adam. Ama annem anlattıkça ciddi bir durum olduğunu anladım ve hastanede gerekli yerleri bilgilendirdikten sonra hızla anne ve babamın evine gittim. Nasıl gittiğimi hiç anımsamıyorum. Hâlâ…

İlk fizik muayenesini ben yaptım. Komadaydı, beyin kanaması geçiriyordu ve acil beyin cerrahisine gitmemiz gerekiyordu. Cerrahpaşa’ya girmeden önce Kocamustafapaşa’daki özel bir tomografi merkezine gittik, ki zaman kaybetmeyelim. Durum hiç hoş değildi, beyninin yarısı kan dolmuştu.

Nöroloji ve beyin cerrahisinde sınıf arkadaşlarım nöbetçiydi. Ameliyata almak istediler. Ben ameliyat sonucunu biliyordum. En iyi olasılıkla salonun köşesinde altı bez bağlı oturmuş ya da uzanmış, konuşması anlaşılmayan ve yıllarca bakıma muhtaç biri olarak hayatını sürdürecekti. Zarımı annemden yana attım ve babamı ameliyata almalarına izin vermedim. Anneme kararımı söylemedim. Bütün sorumluluğu tek başına aldım. 25 yaşında. Babam yarım saat sonra öldü.

Sabah olmuştu artık. Can dostum Mehmet Mehmetoğlu, daha sonra kendisi de psikiyatr olan sınıf arkadaşım Dr. Aziz Arıcı, nöroloji nöbetçi doktor odasında dehşet içinde gazetelere bakıyor ve Madımak Katliamı’nı konuşuyorduk. Babam öleli yarım saat olmuştu. Garip düşünceler geçiyordu kafamdan. Babam için üzülmem gerekmiyor muydu? Neden Madımak’ta olanları tartışıyordum ben hararetli hararetli? Annemi nasıl bir hayatın beklediğini düşünmem ve onun için endişelenmem gerekmez miydi Türkiye yerine? Aldığım sorumluluğun genç omuzlarımdaki ağırlığını mı azaltmaya çalışıyordum, kim bilir?

DÜKKANI KAPATIP GİDELİM Mİ?

Teyzem anneannem dışarıda annemin yanındaydı, halam, amcamın oğlu, eniştem hepsi onun yanındaydılar. Ben Madımak’ta yanan, dumandan boğulan insanlar için üzülüyor, bunu yapan yobazlara öfkeleniyordum.

Türkiye’nin nereye gittiğini konuşuyor, daha ne kadar kötü olabileceğini soruyorduk birbirimize. Güneydoğuda başbakan Tansu Çiller’in bilgisi dahilinde kirli bir savaş yürütülüyor, Kürt işadamları katlediliyordu. Deniz Gezmiş’lerin idamına evet oyu kullanmış Süleyman Demirel cumhurbaşkanıydı. Daha sonra CHP’yle birleşecek olan SHP’nin genel başkanı ve İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü başbakan yardımcısıydı. Güya Aziz Nesin’i arayıp jandarma ve polisin en kısa sürede olaya müdahale edeceğini söylemişti. Daha sonra yaptığı açıklamada hiçbir yetkisinin olmadığını, o nedenle hiçbir şey yapamadığını söyledi. Duy da inanma. Türkiye Cumhuriyeti başbakan yardımcısının hiçbir yetkisi yoksa, zaten hepimiz dükkanı kapatıp gidelim, değil mi?

DEMİREL: TÜRKİYE YÖNETİLEMEZ İDARE EDİLİR!

Bu yazıyı yazmadan önce gazetelerin o günkü manşetlerine baktım internette.

Hürriyet: “Sivas’ta Aziz Nesin İsyanı: 35 Ölü”

Milliyet: “Olay Konuşma”

Sabah: “Alevi Sünni Çatışması Yok”

Bunlar da Nazlı Ilıcak’ın satırları: "Olayın abartılarak batı basınına yansıyacağına eminiz. Sivas'taki katliamın münferit ve kendine özgü şartlar içinde geliştiği unutularak köktenci akımlarda bir tırmanış olarak gösterilmesi de mümkündür..."

Uzatmak istemiyorum. Şu an ana muhalefet partisi olan CHP’nin kurucularından İsmet İnönü’nün oğlunun başbakan yardımcısı olduğu bir zamanda yaşanan bu katliam bu ülkede hiçbir zaman siyaset sahnesinde dürüstlüğün, samimiyetin, cesaretin olmadığını göstermiyor mu? Bu durumda, hukuksuzluk CHP’nin kapısını çaldığında başlatılan Adalet Yürüyüşü’ne neden inanalım? Edirne Cezaevi’nin önünde değil de Maltepe’de biten bir yürüyüş ne kadar adil olabilir? Türkiye’de herkes durumu idare etmiyor mu yalnızca?

Demirel ne güzel söylemiş zamanında: “Türkiye yönetilmez, idare edilir!” O tarihten sonra bir daha oy kullanmadım.

Annem 45 yaşındaydı babam öldüğünde. Benim şu anda olduğum yaştan beş yaş daha genç. 65 yaşında ölene kadar bir daha hiç sevişmedi.