
Tercihsiz tercih ya da amor fati
Kötü, çok kötü zamanları yaşıyoruz. Bu duruma ilişkin kendi meşrebimizce belki sık sık belki arada sırada bu kötülükler içinde yaşamanın zorluğunu, ağırlığını vurgulayıp “iyi ki bunları görmedi” diyerek ölmüş olan yakınlarımızın, sevdiklerimizin şanslılığından dem vuruyoruz ya da doğrudan “keşke doğmamış olaydım” diyerek doğmuş olmaya serzenişte bulunuyoruz. Ya da gündelik hayatın hay huyunda sökün eden hayal kırıklıkları karşısında “keşke doğmayaydım da bunları görmeyeydim” sözleri dökülüveriyor ağzımızdan. Evet, ölmüş olmayı onaylamakla doğmamış olmayı istemek aynı şey değil elbette, ancak yine de ortak bir noktaları var: Yaşamayı istememek.
“YAPMAMAYI TERCİH EDİYORUM”
Herman Melville’in Kâtip Bartleby adlı bir eseri vardır. Bu eserin ‘pasif direniş’, ‘sivil itaatsizlik’,‘kapitalizmin çalışma koşullarının insanı ne hallere soktuğu’, ‘yabancılaşma’, ‘psikopatoloji’, ‘absürdlük’ vs üzerinden pek çok dikkate değer analizi mevcut. Ancak, bu eser beni asıl olarak doğmamış olma isteğine dair imalarıyla etkilemiştir. Eserin bu yönüyle beni etkilemesinde, J. L. Borges’in eser hakkında “evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığı gösteren üzücü ve gerçek bir kitaptır” saptamasının da payı var kuşkusuz.
Bu kısacık eserin şöyle bir öyküsü var: Noterlik de yapan bir avukatın yanında çalışan ve asıl olarak orijinal belgeleri kopya etmekle görevli kâtip Bartleby, işe başladıktan kısa bir süre sonra kendisinden belgelerin orijinalleriyle kopyalarını karşılaştırmaya yardım etmesi istendiğinde kısa ve net bir yanıt verir: “Yapmamayı tercih ederim”. Her ne kadar bu yanıt, avukatın şaşkınlığa ve dehşete düşmesine sebep olsa da aşikâr bir tepkiyle karşılaşmaz. Kendisinden kopyalama dışında, belgeleri kontrol etmek, postaneye evrak götürmek gibi ayak işleri için yardım istendiği her seferinde kâtibin yanıtı hiç değişmez. Ve günler böyle geçerken bir gün belge kopyalamayı da “yapmamayı tercih ederim” yanıtıyla karşılar. Artık zamanını masasının başında penceresinin baktığı tuğla duvara bakarak geçirmeye başlar. Avukatın kendisine başlarda anlayışlı bir edayla sonrasında öfkesini dışa vuran sözcükler kullanması kâtibin tavrında hiçbir değişiklik yaratmaz, o her seferinde yapmamayı tercih eder. Karşı karşıya kaldığı durumu kendince anlamlandırmaya çalışıp bu davranışı mazeretlerle savuşturan avukatın kâtibe karşı duyguları acımadan giderek tiksintiye doğru yol alır. Tiksintiye yol açan şey, kâtip Bartleby’nin hemen fark edilemeyen kibrinin, kendi halinde olma tavrı ve kayıtsızlığının avukatı bir tür atalete sürükleyip onu evcilleştirmiş olmasıdır. Değişik duygular ve düşüncelerde gezinen avukat, ‘kaçınılmaz olanı metanetle karşılama’ inancıyla kendinde bir ruhsal dengeyi sağlar sağlamasına da kâtip Bartleby, işten çıkarılma da dâhil her türden girişimi “yapmamayı tercih ederim” diyerek boşa çıkaracak, avukatın bürosunu taşımasına rağmen büroyu terk etmeme ısrarı sonucunda hapishaneye atılacak, orada da yapmamayı tercih ederek kısa zamanda hayata gözlerini yumacaktır. Eser, ölümünden sonra kâtip hakkında daha önceleri postanenin ‘sahipsiz mektuplar dairesi’nde çalıştığına ve söz konusu mektupları tasnif ederek yakmakla görevli olduğuna dair söylentiyi duymuş olan avukatın “Vah Bartleby! Vah insanlık!” nidasıyla sonlanır.
Şüphesiz ki biteviye aynı sözcükleri bir yerden bir başka yere taşımak hiçbir doyuma yer vermez, bu nedenle de katlanılamaz bir şeydir. Bunun karşısında Bartleby’den yapması istenilen diğer şeyler de hakeza. Anlamsız bir koşuşturmanın içinde debelenip durmanın hiçbir çekici yanı yoktur özetle. Sonu ölüm olan bir yolu yürümenin ne anlamı olabilir ki eğer geleceğin başka türlü olabileceği umudunu taşıyan biri veya dindar bir kişi değilsek? Hem Hume da yıllar öncesinden demiyor muydu hayatın kendine has bir anlamı yoktur diye? Ve ona anlam atfedenin bizler olduğunu? Ya da yaşamanın bizi gerçek bir doyuma ulaştırmasının mümkün olmadığını, bu nedenle de hiçbir bağlanmanın bir değerinin olmadığını, ama bu bilgiye ulaşmanın ve bu bilgiyle bütün olumsuzluklara karşın yaşamayı istemenin insani olanın gerçeği olduğunu söylerken bizi neye ikna etmeye çalışıyordu Schopenhauer? İstemenin özgürlük olduğunu ve bunun her şeye gücünün yettiğini. İşte her seferinde “yapmamayı tercih ederim” diyen Bartleby istemeyi istememektedir bir bakıma, tercihsiz bir tercihle doğmamış olmayı istediğini vazetmektedir tekrarladığı bu cümleyle. İronik olan doğmamış olmayı istemenin ancak doğmuş olmakla mümkün olabilmesidir. Doğmamış olmayı istemek ölümü istemekten çok daha radikal bir hale işaret eder. Kahramanımız sonuçta kendini ölüme teslim etmiş gibi görünür, oysa yapmamayı tercih etme tavrı, doğmuş olmanın ve ölmenin ortadan kaldırılması arzusuna işaret etmektedir sanki daha çok. Nitekim hapsedilmesinin hemen öncesinde, boşaltılan büronun merdivenlerini terk etmeye direnirken avukatın ona iyi gelebileceğini düşündüğü uğraşlarla onu ikna etmeye çalışması karşısında “ben sabit olmayı seviyorum. Ama özel bir tercihim yok” yanıtını verir. Bu yanıt, hiçbir şeyin hayalini kurmama hayalini, hiçbir şeyi arzulamama arzusunu ima etmektedir bir bakıma. ‘Sahipsiz mektuplar dairesi’ndeki deneyim Bartleby’yi yaşamanın asıl olarak ne olduğunu bilir hale getirmiştir, o artık hayatın esasen ne olduğunu bilmektedir. Doğmamış olmanın çok daha iyi olacağına karar vermiştir, en nihayetinde bütün uğraşlar ölüme koşmaktadır. Âlimi mutlak bir mertebeye tırmanmıştır, yıkıcı sonuçlara yol açan bir mertebeye. Burada artık alternatif düşüncelere, değerlendirmelere yer yoktur. Eserin son cümlesindeki yazıklanış sanki bunu yankılar.
YA DA AMOR FATİ
Doğduk ve yaşıyoruz ve evet öleceğiz. Hayatın kendinden menkul olarak kendi başına bizi yaratması ya da desteklemesi söz konusu değil. Bu temel gerçek bizim kaderimiz, kaçarı yok. Ancak hayatı, yaşadığımız dünyayı yaratan bizleriz. Uygunsuzsa katlanılmazsa bu hayat, bu dünya, bu uygunsuzluğu, katlanılamazlığı yaratan bizleriz. Yarattığımız ve peşinden koştuğumuz kültürel ideallerle onu bu hale biz ve bizim edimlerimiz getirdi. Böyle böyle kaybedilen bir dünya oldu bu.
Doğmamış olmayı istemek, dolayısıyla hayatın yaşanmaya değer olmadığı ya da tersine hayatın yaşanmaya değer olduğu kendiliğinden karşımıza çıkıveren inançlar değildir. Devraldığımız, sahip olduğumuz değerlerle vücut bulurlar. Belli şeyleri yasak ederek belli bir biçimde eylemeyi vazederler ve edimlerimize rehberlik ettikçe hâkim olurlar. Bize devredilen bizim sahiplendiğimiz düşünce ve değerleri eleştirel bir süzgeçten geçirip yeniden değerlendirmeden kaybedilen bir dünyaya karşılık yeni bir dünya mümkün olamayacaktır o zaman bizim için. Yani alternatifimiz var. “Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız/ve devam ediyor başkalarının suçlarıyla” diyor ya şair. İşte bu gerçeğe karşılık, başkalarının aşkla aslında gözü dönmüşçesine diğer herkesi ve her şeyi yerle yeksan edişlerinin parçası olmak yerine, başkalarının suçlarını üstlenmek ve onlara ortak olmak yerine, hayatın yaşanılabilirliğine katkı yaparak birbirimiz için yapabileceklerimize güvenle yol alabiliriz. Yeter ki hayata dair öne sürülmüş her önermenin yasaklama işlevi görebileceğini, talimatlara dönüşebileceğini unutmayıp ona göre eyleyelim.
Bizi yaşamdan bıktıracak hale getiren, yaşamayı değil yaşamayı istememeyi biteviye önümüze süren bir coğrafyada bu hiç de kolay değil. Hemen akla geliveren şu iki örnek bile işimizin hiç de kolay olmadığını gösteriyor: Düşünsenize “ay çok güldük, başımıza kesin kötü bir şey gelecek!” inancının benzeri başka yerlerde bu kadar hâkim midir acaba? Gülmenin, keyfin hep gölgelenerek usulca yasaklanması değil midir bu? Ya da giderek daha da hâkim olan kadınları tahrik unsuru derekesine düşüren vaazları hatırlayalım. Oysa güzel, hoş bir kadından, bir erkekten tahrik olmanın nesi kötü? Karşılıklı birbirini isteyen iki insanın sevişmesindeki güzelliği nasıl reddederiz? Sevişmenin güzelliğini yaşayamadığımızdan ve bunu yaşatmamak için de elimizden geleni ardımıza komadığımızdan dolayı değil midir yaşamakta olduğumuz felaketlerin önemlice bir kısmı? Size de böyle gelmiyor mu ne dersiniz?
İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Siftahsızlar
Bir kısım küçümen dükkânların sahipleri hiç istiflerini bozmazken kimileri ha gayret deyip yarım ağızla da olsa “buyurun” diyor giren çıkanlara, ne de olsa velinimet diye bellenmiş. Bir esnaf diğerine kırık gülümsemesiyle “yok işte iş yok, oturuyoz n’apçan” derken yokuşun bir diğer köşesinde “şu işi halletsek bir” diyen dükkân komşusuna “önce bir parayı bulayım da” diye cevap veriyor diğeri
Badem çiçek açtı!..
Badem ağaçları çiçeklerle donandığında, ağaçların etrafında dolanarak büyükler ki çoğu kadın olurdu, alkışlar eşliğinde “Badem çiçek açtı Seda Nuri’ye kaçtı!” benzeri ritmik nidalarla küçükleri birbirlerine yakıştırırlardı.
Zalimin zulmü varsa
Zalimlik hareket karşıtıdır, zapturapt altına almadır. Çıkışları biteviye tıkamaya çalışılan bir labirentte hayat bulur.
Sosyo-politik iklimimizin ‘mümtaz’ programı
Sosyo-politik iklime mükemmelen uyarlanmış programlar dururken görme ve düşünme tarzlarımızı değiştiren veya değiştirme potansiyeli taşıyan sanatçılar, bilim insanları, entellektüeller payelendirilip sırtları sıvazlanacak değil her halde. Onların payına olsa olsa değişik biçimlerde susturulmak düşüyor. Ve susturma sadece iktidar namzetlerinden gelmiyor, onlarla suç ortaklığına soyunan farklı kesimlerden epeyce insan var ülkede.
Karşıyakalı Sami'nin poşetleriyiz!
Şifa bulmaz poşet bağımlılarıydık, her birimiz Sami misali. Hangi perhiz reçetesi sağaltabilir bizi artık? Peki, poşetlerimiz olmadan ne yapacağız şimdi? Bir tür çözümdü bizler için bu poşetler oysa.
Çöpümüzü çöpünüzle kirletmeyin!
Temel uğraş, küçüğünden büyüğüne kendi çöplüğünü koruma, kurtarma derdinden mustarip. Ya da gözünü başkasının çöplüğüne dikip onu eşeleyip dururken kendi çöplüğünden bihaber, görevini ifa etmenin rahatlığıyla mutlu mesut yaşayıp gidiyor.
Katliama katliam diyememek!
Dil siyasîdir, hiçbir siyasî edim dil dışında gerçekleşemez. O nedenle adlandırma basit bir müdahale değildir, geçmişin nasıl ve hangi biçim altında temellük edildiğini gösterir. Geçmişte olan yok etmeleri olay olarak adlandırmak, onlar arasındaki derin illiyet bağlarını gözlerden kaçırmanın bir aracıdır.
Oyuncaklara sahip çıkmak
Ne oyuncak önemsiz bir şeydir ne de onunla kurulan ilişki. Yoksa neden alınsın? Var bir ‘hikmeti’ ki oynayandan koparılmak için gayret gösteriliyor, ısrarcı olunuyor.
Muktedirin müstehcen dili
Hep konuşmak, hep dolaşımda olmak arzusuyla yanıp tutuşmaktadır müstehcen dil. Hiç susmayan, her vesileyle vara yoğa hep konuşan günümüz muktedirlerini hatırlayalım, çoğu bu müstehcen dile özgü tüm biçimleri seferber ederek konuşuyorlar, yazıyorlar.
İyilikten uzak iyiden yana
İyi iyilik yaparak olunan değil, adım adım kurulan bir şeydir. Kabullenmek değil, uzlaşmazlığı ifşa etmek, uzlaşmazlığın acısını hafifleterek reddetmek değil, onun büründüğü biçimleri aşikâr kılmaktır. İyilikle mazlumu yüceltmek değil, mazlumu üreten sisteme çomak sokmaktan her daim geri durmamaktır.
Düşünceden kaçış, bilinene teslimiyet
Her boyutuyla bilinenle yetinmenin, onun devamlılığına iman etmenin en muteber tavır olarak tescillendiği yerde düşünmeden, düşünme ahlâkının varlığından söz etmek mümkün değildir. Ya da olsa olsa kof ve beyhude düşünceden söz edilebilir.
Tadilat ifradı: Evde evle oyalanma ısrarı
Tadilat ifratından, arzulanılan ‘kutsallığın’ bir türlü ele geçirilemediği şüphesi doğuyor zihinlerde ister istemez. Evler bir türlü ‘yuva’ kılınamıyor, ‘yuva’ haline gelemiyor, biteviye kurban istiyor mekânları ‘yuva kılmaklık’. “Lanetli pay”ın israfında kalmıyor olan bitenler, sık sıkıya kapatılmış cümle kapılarının eşiklerinden, pencere pervazlarından dışarıya sızan başka şeyler var.
Al gülüm ver gülüm!
Veren ve alanın, sanki ortada bir “bağış mübadelesi” varmış gibi bir gizli ortaklık çalışmasına girişmeleri gerekmez çoğun, bir ‘bağış’ lafı ortalıkta dolansa da üstelik. Ancak yine de verilen şey ile alınan şey arasında riayet edilmesi gereken kurallar vardır. Astın üste verebilecekleriyle üstün asta verebileceği asimetriktir. Ne de olsa biliriz ki ‘ağanın eli öpülmez’!
Bir kedi bakışında birazcık var olma hali
Bir kedi bakışında başka duygu ve düşüncelere de kapı aralanıyor, delice de görünse yüzünün haritasındaki çizgiler, mekân kadar zamanın, zaman dışılığın ağırlığını aklıma getiriyor. Sevecen bakışı tıpkı kendisine yasak etmiş insanlardaki gibi hiddetle harmanlanmış bir hüzün var tekirin yüzünde. Hem ürküten hem merhamet hissi yaratan, hiçbir şeyin güvenli olmadığını anımsatıveren.
Bir kurban mevsimi
Biri bitmeden bir diğerinin hatta birçoğunun başladığı sürgit bir kurban ritüeli. Deyim yerindeyse “publica sacra”lar sarmış dört bir yanı, “halk için devlet bütçesiyle” gerçekleştirilen kurbansal ‘törenler’. Sanki kurbandan razı olunmamış da bir yenisi, bir yenisi isteniyor. Neden bu kadar çok kurban?
'Kültürümüzde var'
Bugün peşi sıra patlak veren ve değişik tahlillere konu olan olayların failleri, onlara ne kadar patolojiğin hanesinden sıfatlar taksak da tüylerimiz diken diken olacak belki ama onlar buranın ‘normali’, ‘sıradanı’ maalesef. Öfkeyle ‘sapık’, ‘cani’ yaftalarının, bir nebze de olsa içimizi rahatlatsa da üstünü örttüğü şey, gerçek paçavrasını ayağımızla tekmelediğimiz gerçeğinden başkası değil.
Yenişehir’den
Burada bir önceki gecenin tedirgin bekleyişleri, kaygılı telaşları hiç yaşanmamış sanki, yaşanamaz da zaten. Tedirginlik ve kaygılar başka mahallerde mukim çünkü. Bu panayır halinde, burada bulunmaklıkta hem rahatsız edici hem de tuhaf rahatlatıcı bir yan var...
Dedikodu dediğin
İlk bakışta dilin ‘düşük’ hali ya da en hafifinden boş lakırdı belki de. Ancak hemen itiraz etmeyip kabul etmek lâzım, kötüsü var, iyisi var, değil mi ama? Kötüsü sadece kaba laf lojistiği, ama iyisi bir tür maceralı tur rehberliği, her jestinde had bildiren parazitli söze karşı darbı mesel kıvamında diğeri.
Gölgelenen gülüşler
Gerontokrasinin her bir hücresinde buram buram yer ettiği muhafazakâr bir ülkede genç olmak, genç olabilmek zor vesselam! Akılları bir karış havada adımları bulutları arşınlayacak çağda genç olamadan, gençliğini yaşayamadan yaşlanıyorlar sanki. Buyurun sonuçlar ortada, başarımızdan gurur duymalıyız!
Yoksullar mide bulandırır…
Yoksullar ve yoksulluktan, yoksulluk görüntülerinden rahatsızlıkta büyükelçimiz yalnız değil, hiç değil, ne o zaman ne şimdi. Evet, yoksulluk, ona bakanlarda mide bulandırabilir, tiksinti yaratabilir. Peki midesi bulananlar kimdir çoğun? Hemen baştan söylemek gerek her sınıftan insanlarda, yoksulların kendisi dâhil.
Binlerce gözün kulağın olsa da boşuna!
Argos’un hikâyesi ve tabii tavus kuşunun hikâyesi dillendirdikleriyle, işaret ettikleriyle bir iktidar hikâyesi işte!: Bir yanıyla ne kadar güvenceye alınsa da küçüklü büyüklü çelmelerle, taktik ve kandırmacalarla iktidarı zaafa sürükleyebilecek gündeliğin içinde pek çok şeyin bulunduğunu ve önemli olanın bunları ha deyince göz ardı etmemek gerektiğini açık ederek.
Çiçekli cadı
Çiçek yetiştirmek kadınların gizlerinin izlerini taşır bir bakıma diye düşünüyorum; müstehcenliklerinin, tinsel esrimelerinin, erginlenmelerinin. Bir tür şehvet vardır çiçekleriyle aralarında. Derin muhabbet kadar kıskançlıkla esirgerler onları. Belki de o nedenle olsa gerek çalınması makbuldür. Suçla masumiyet sımsıkı birbirine sarılmıştır kadınların çiçekli dünyasında
Müsait bir yerde inecek var!
Yaşamın her evresinde farklılaşan ontolojik güven ihtiyacının yerinde ve zamanında uygun biçimde karşılanamaması, bunun kişilerde değişik düzeylerde yarattığı onulmaz tatminsizlikler, dolayısıyla yaşlı olanın, her şart ve koşulda, kendinden menkul bir ‘saygınlığa’ haiz olduğu kabulü, ‘mevkiyi’ işgal etmiş olanın, salt o ‘mevkiyi’ işgal etmiş olmasından dolayı o ‘mevkiyi’ hak ettiği, ona layık olduğu inancının hâkimiyeti, aslında çöküntüye sebebiyet veren bir artık uhde artışı yaratıyor.
Ciğeri beş para etmez
Çok uzun zamandır her yerde karşımıza daha bir sık çıkıyorlar, bürokrasinin değişik kademelerinde, medyada, üniversite koridorlarında değişik namzetlerle arzı endam ediyorlar. Yüzlerindeki ifade benzerliği çok şaşırtıcı gerçekten. Ağız dolusu hiç gülmemiş gibiler, bir kas atmasıyla ortaya çıkan gülümser bir halleri var, hazımsızlık sorunu çekenlere has donuk, ancak sinsi bakışlar, tuhaf bir bönlük, sürekli yalanıyormuş hissi veren dudaklar falan.
Hayatın hafriyatı, taşınmak veya bahar temizliği
Yaşamdaki ani, beklenmedik değişiklikler, daha önce edinilmiş eşyalar üzerinden kişilerin hayatını birden hafriyata dönüştürebiliyor. İhtiyaç üzerinden, belki de ondan daha fazlası için ayıklama yapmak, bir takım eşyaları tasfiye etmekle karşı karşıya kalınabiliyor. Kolayca eli varmıyor insanın; her atma girişimi geçmişin varoluşlarına reddiyeymiş gibi olabiliyor çünkü.
Küfre teslim olmuş dil
Ne aynı memleketten ne aynı topluluktan olmak ne de aynı dili konuşmak gerekiyor anlaşabilmek için. Hatta biz ve onlar ikiliğini biteviye ısıtıp ısıtıp önümüze koyarak aynı olanın peşinden gitmenin, o biz denilenin kendi içinden infilak etmesine sebebiyet vermekten başka bir sonucu yok. Biz ve onlar ikiliğine vurgu, bizin kendi içinden sürekli iç düşmanlar yaratır. Ne kadar da aşina olduğumuz bir durum!
Hikâyelerin gaspı
Katledilmiş bir genç ve katle yazgılı kılınmış bir çocuk, kendileri gibi hayatları çalınmış, hayatlarına el konulmuş gençlerin ve çocukların oluşturduğu kalabalık mı kalabalık bir kortejde yerlerini aldılar. Hasan Songur, her yıl sayıları katlanarak artan iş cinayetleri istatistiklerinde yer alacak yakında, küçük kız çocuğuysa yaşamadan ölüme ve öldürmeye daha bir alıştırılacak.
Kaldırım kartvizitleri
Ayrıntıları içersin ya da içermesin, renkleri ve renksizlikleriyle maliyeti çok ya da az olsun tüm bu kartvizitlerin işaret ettiği apaçık bir gerçek var. O da ilişkinin her iki taraf açısından da araçsal oluşu, insanın her zaman amaç olduğunun ve bu tasavvurla muamele görmesi gerektiğinin altını çizen etik anlayışın yok derekesine düşürüldüğü gerçeği. İlişkideki her yönüyle ortaya çıkan gayrişahsilik, ilişkinin şahsi olana en uzak olanla eşdeğer kılınması: Parayla alınan zevke karşılık parayla satılan ve böylelikle heder edilen bir haz, bir zevk.
Gülümseyin, bunca turist yanılmış olamaz!
Birkaç zamandır bu kadar çok turisti görünce insiyaki olarak hangi merakla neyi görmeye gelmişler diye birden aklımdan geçiverdi. Özellikle son yıllarda kişi başına düşen ellerindeki makineli tüfeklerle her köşe başında arzı endam eden çelik yelekli polis sayısının tavan yaptığı bir şehirde bu görüntüler onlara ne düşündürtüyordur acaba? Hiç rahatsız olmuyorlar mıdır Yüksel’deki anıtın hazin görüntüsünden ve içindeki konteynerin bir süredir triplekse dönüştüğü polis barikatından mesela?
Ölümün gaspı
Savaş hali turnusol kâğıdı gibi kullanılır iktidarlar tarafından. Yandaşları ve karşıtları ayıran sınırların bir mühendislik titizliğiyle anbean çizildiği, yeniden çizildiği haldir. Bir ölüm mühendisliği, ölümün siyasallaştırılması. Savaş bunun şahikasının en iyi temsillerini sunar. Savaşta ölenin cenazesi, musalla taşının etrafında şekillendirilmiş sıra düzen, sözcelemelerdeki vurgular, tabuta uzanmış o el ölüm siyasetinin en iyi imgelerinden birini gözler önüne serer.
Her şeye rağmen 'geldim' dediydi
On bir yıldır gücünden çok ama çok şey kaybetti umutvar haller, her şeye rağmen senin ve senin gibilerin bıraktığınız mirasa halel getirmeyerek kendi meşreplerince direnmeye gayret edenler de var. Belki çok değiller, belki adımlarında kimi kez müteredditler, ama bilesin ki varlar.
Sizin için, insan kardeşlerim!
Tanrı Kabil’in sunusunu reddedişiyle kardeş katline zemin hazırlamıştır ve suç ortağıdır. Şiddet Kabil’in Habil’i öldürmesiyle değil, Tanrı’nın reddedişiyle devreye girmiştir. Bunun yanı sıra verdiği cezayla da Tanrı başka şeylerin yanı sıra Kabil’e karşı merhametin önünü keser. Düzenbaz olan Tanrı olmasına rağmen, kötülük üzerinden tüm sorumluluk düzenin ‘mağduruna’ yüklenir.
Taziye mi okuntu mu?
Aile denilen kurumun her zaman bir ‘karanlık yüzü’ vardı ve o karanlık yüz, modernliğin hayata geçirdiği düzeneklerle etkileşerek modernist tahayyülle biçimlendiği haliyle ailenin bodrumuna kilitlenmişti. Ve belki de aile üzerinden tanık olduklarımız, ailenin dönüşerek katkıda da bulunduğu, uzunca bir süredir serpilmekte olan farklı türden bir iktidar şebekesine eklenmesinin dışa vurumlarından başka bir şey değildir.
Hamili kart yakinimdir!
Sosyal bilimlerde yakınlar arasındaki iltimaslı ilişkiler için uygun bir kavram var, nepotism yani ‘yeğencilik’ deniyor bu tür durumlara. İlke basit: Yakınına ver! Ver ki sana da kolayca dönsün. Ne olarak mı? En özet biçimde söyleyecek olursak ‘formunu koruma’ olarak: Gücün, iktidarın sürekliliği de, her türden çıkarın garantilenmesi de, hâsıl olduğunda değişik ihtiyaçların giderilmesi de buna dâhil. Bir karşılıklılık hali, al gülüm ver gülüm, bugün sana yarın bana!
Bir kart aldım, size mektup yazdım
Mektup üzerine hasbıhal etmem hoş bir tesadüf sayesinde oldu aslında. Bu kez posta kutusunda fatura ve tanıtım broşürleri değil de, sıcacık duygularla yazılmış satırlarıyla elle yapılmış bir yılbaşı kartını bulmak, bu yazının vesilesi oluverdi işte. Bir zamanlar uzun uzun mektuplar yazan, kendi elleriyle kartlar hazırlayan beni şöyle bir sarstı,
İtaat et; etin de benim, kemiğin de!
Devam ede gelen olgu, bağımlı benlik yapısının sebebi ebeveyn-çocuk, toplum-çocuk ilişkisi temelinde asıl olarak ebeveynlerinin ve büyüklerinin sözünü dinleyen çocuklar istememizdi. Çiğdem Kağıtçıbaşı, buradan hareketle de toplumumuzun ve dahi devletin itaatkâr insanlar/yurttaşlar peşinde olduğunu belirtiyordu.
Bir 'vahşi kadın' hikâyesi Niobe
Kadının, iktidarın arzu ettiği matemden sarfı nazar ettiği her hal en şedit eylemlerle cezalandırılır. Bu bapta Zeus’un Niobe’yi taşa çevirmesi, kendi varoluşları adına ölümü yüceltenlerin kendilerine karşı çıkanlara reva gördükleri tavrın en saltık ifadesidir. Niobe’nin dramı, iktidarlar nezdinde kadına biçilen rolün ve bu role itirazın bedellerinin hikâyesidir.
Dilim döndüğünce
“Giden” bir coğrafyanın insanlık ideallerine yaşamlarını vakfetmiş olanlardansa, onun ufkunu gökkuşağı renklerine boyayanlardansa kayba uğrayan, yaşamının en hakiki ilkesindeki tahribatla geniş bir topluluktur çünkü. Ve katledilenin dünyasına dâhil olanlar için “giden”in ardında bıraktığı iz bir borca da karşılık gelir, bilirler.
Sizi gidi sinsiler sizi!
Şimdi epeyce eski bir film üzerine yazmak nereden çıktı diyeceksiniz? Şuradan: The Prowler’ın içerdiği pek çok sinemasal özelliğinin yanı sıra dikkate değer bulduğum tarafı, Webb karakteri özelinde, neredeyse, en yetkin örneklerine Georg Simmel’in çalışmalarında rastladığımız toplumsal tipleri hatırlatan bir biçimde sinsi karakterinin incelikle örülmüş olması.
Şeytana pabucunu ters giydirenler ülkesi
Tuhaflık bizi her fırsatta yolumuzdan çıkaranın hep şeytan olması, asıl sorumlunun o olarak görülmesi. Biz hiçbir halt karıştırmıyoruz, yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla onu hiç kışkırtmıyoruz, işe koşmuyoruz maşallah! Ondan sonra gelsin şeytanla mücadele, dindarlığın payitahtlarını berkitenleri mi dersiniz, böylelikle küplerini dolduranlar mı, iktidarlarına yenilerini ekleyenleri mi? Oh ne âlâ! Nasıl bir şeytanlık ama! Tam da şeytana pabucunu ters giydirmek bu, kumpasın büyüğü tam da burada!
Hey! Sahi sizin isminiz neydi?
Memlekette isimlendirme konusunda içine düşülen ironik haller, antropolojinin bize sunduğu örneklerin içerdiği ciddiyetten, sahip olduğu tutarlılıktan epeyce uzağa düşmekten kaynaklanıyor bir yanıyla. Epey bir kafa patlatıp afili isimler veriliyor da iş o ismi layığıyla hak etmeye, varlığa getirmeye gelince sırra kadem basılıyor nedense. Ya da ismin işaret ettiği nalıncı keseri gibi kendine yontuluyor: Rabbena hep bana yani.
Kâğıda dökülen lekeler
Deyr-i Zor yolları, Batman’nın mezar evlerine, Maraş’ın Çorum’un sokakları, Dersim’in koyaklarına, Diyarbakır meydanları, Dört Ayaklı Minare, Gar Meydanı'na, Madımak Oteli’ne, Şişli’ye bağlanıyor, daha niceleriyle birçoklarıyla beraber; her biri bir labirentin sapakları oluyor, giderek büyüyen bir labirentler kompleksine katılıyorlar.
Her saray bir labirenttir
Yeraltı Ateşi Sarayı bir cehennemdir aslında. Borges’in ifadesiyle diğer cehennemlerden farklı olarak sadece ceza vermez, insanı günaha da teşvik eder.
Nefes alabilmek ve yutkunabilmek
Geçmiş zamanların adımlarıyla devleşen bir kötülük sarmalı yakıp yıkıyor her yanımızı. Şehvetle kuduz bir iştihayla girişilen geçmişin talan ve katliamları, yolları döşeyip bugünkülere el vermiş aslında. Dolayısıyla bugünün talancılarının, fırsatçılarının arzuları, iştihaları kendi sermayelerinden çıkardıkları şeyler değil, tıpkı zalimliklerinin yarattığı dehşetin kaynağının kendilerinde olmaması gibi.
Her koyun kendi bacağından asılır! He öyle!?
Belanın asıl müsebbibi başına bela gelen olduğu için “kişi kendinden bilir işi”, irade kavrayışının etrafında sarmalandığı çekirdek sanki. Böyle bir sıçrama tahtası da belaya sebep olanların iradeden yoksun olarak kabulünde, denkleme dâhil edilmemesinde sorunsuzca yer almasına meydan veriyor. İnsanın aklına ister istemez neo-liberalizmin temel mottolarından “her koyun kendi bacağından asılır” gelebilir.
Bir çuvaldız yazısı: En son ne zaman çimdiklendik?
Yaptıklarımızla yapmadıklarımızla yanı başımızdakilerle kurduğumuz ilişkilerde faşizm kol geziyor. Yakında olan şeylere bakmaktan kaçınmak, yakına odaklanmayı reddetmek faşizmin ekmeğine yağ sürmek değil mi bir anlamda? Ya da kayıtsızlığa karşı duranlara, kolay umutlara pas vermeyenlere yüz çevirmek, Diyojen misali fener tutanlardan yüz geri durmak, çimdiklemelerine meydan vermemek, merhamete elveda demek anlamına gelmiyor mu birazcık bile olsa?
Bir ben var bende benden içeri!
Sanki bir boşluğu, bir uçurumu kapatma gayreti bu selfieler, özçekimler. Bunların doldurmaya, kapatmaya çalışır göründüğü ne tür bir boşluk ya da uçurum peki? Bana öyle geliyor ki doldurulmaya çalışılan geçmişle gelecek arasındaki aralık, yani şimdi. Şimdiyi ele geçirme ve böylelikle de sanki kutsal addedilen, çok uzan bir zamandır kutsallığına daha bir iman ettiğimiz, kendisinin her yerde aynı olduğunu görmek istediğimiz, biricik olduğunu biteviye ilan etmek istediğimiz ‘ben’.
Arakhne’nin düğümü
Bu ülkenin yetenekleri değirmen misali öğüterek heba ettiği ya da henüz baş vermeden dumura uğrattığı sık sık aklıma geliyor. Tıpkı Athena'nın Arakhne'yi cezalandırması gibi
Biz kayabalıkları
Küçük kayabalığımızın ve dahi çoğumuzun trajedisi budur: Bir kez derin bir nefes alabilseydi kayabalığı, bir yapabilseydi bunu, engin denizler bir seyirlik dünya haline gelmez, özlemi olmaktan çıkar gerçeği olurdu.
'Gitsenize memleketinize!'
Oyunla karışık süpürge yaparken çıkmaza yeni taşınmış ailenin babası karşıma dikiliyor iri cüssesiyle ve çalı süpürgesini hışımla elimden alıyor. Ve çalı süpürgesiyle toprağa bir çizgi çiziyor. Hiddetle “bu çizginin bu tarafına geçmeyeceksin, o tarafta oyna, orayı süpür!” diyor. Gözlerindeki öfke bugün bile hâlâ o kadar canlı ki hafızamda. Yanlış bir şey yaptım düşüncesiyle korkmuş öylece duruyorum titreyerek. Ve o devam ediyor: “Hem ne işiniz var burada gitsenize memleketinize!”
Çat kapı geleni kim sever?
Vakit nakitse eğer, hızın geçer akçe olduğu bir dünyada, yavaşlamak, Allah göstermesin hele bir de durmak, neredeyse cehennemi bir hal olarak mahkûm edilmeyip ödüllendirilecek değil ya. Performans kriterleri var ey ahali! Bunun diğer adı, hem üretimin hem tüketimin hızın kadiri mutlaklığıyla kuşatılmışlığı değil mi?
Kaybedilmeye karşı kaybolmaya bir çağrı
Hayattan alınabilecek hazların ve dolayısıyla var olmanın güzelliğinin kefilidir sanat. Çünkü hayatı sevebilme olanağını bize gösterendir. Onun kullandığı özerk dil, meşru zevklerin yerine sahiden zevk aldığımız şeyleri koyabilme olasılığını gösterir. Kendimize dair hakikatin, aslında kendimizde bilmediğimiz, anlamadığımız yönlerimizde yattığını hatırlatır.
Orpheus: 'Ya benimsin ya kara toprağın'
Orpheus nasıl bir erkek? Eurydike nasıl bir kadın? Ya Orpheus’u parçalayan kadınlar? Öfkelendikleri, nefretlerini kustukları tutkuyla seven bir erkek mi sadece, yoksa temsil ettikleri mi? Orpheus’un şahsında “sen kimseyi sevemezsin sevmeyeceksin” diyen handiyse “sen kara toprağın bile olamazsın” diyen bir erkekle karşı karşıya değil miyiz? Ne kadar da tanıdık değil mi?
Utanmayı öğrenmek
Utanma duygusu gayet önemli ve yararlı bir toplumsal araçtır insanlar arası ilişkiler için. Saygının, onurun payandasıdır. Hatamızı kabul edip özür dilemeyi öğrenmemize vesile olur. Aymazlığa sınırdır, arsızlığa bukağı.
Hangi cehennemlere saka, hangi cennetlere hamalız?
Biliriz ki cennet de cehennem de bizimle kaim ve şimdimizde. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla hayat veriyoruz onlara. Asıl mesele hangisine baş koyduğumuz, dert ettiğimiz. Zihni melekelerimizle cennet ve cehennemleri tasavvur edebiliriz ve ediyoruz da. Nice sayısız civanlar nice ahu bakışlılar cennete hamal cehenneme saka oldular da şimdimizin zeminlerinde kırık dökük de olsa yer etmekteler.
Kesik
Görünüşe bakılırsa yırtıp atma, silme veya görsel olanı görmeden geçme üzülmemek, sinirlerimizi allak bullak etmemek, moralimizi bozmamak içindir. Böyle midir gerçekten? Onları duygularımızın kendi rengine boyayan bizler değil miyiz aslında?
Huzurda şiddet vardır!
Saraylarımız, köşklerimiz birilerinin kanı pahasına, açlığa teslim edilmiş bedenler pahasına ayakta durmaktadır aslında. Birilerinin yıkımları kimilerinin hükümleridir. Anlarız ki hüküm de mülk de incinen, yaralanan, katledilen bedenler varsa vardır. Aksi takdirde yok!
Siz bizi ergen mi sandınız?
Ergen olmaktan ergin olmaya geçiş meşakkatli. Kendiliğinden olmuyor. Bu nedenle olsa gerek neredeyse her topluluğun geçiş ritüelleri var. Ehil kişilerce, üstatlarıyla gerçekleştiriliyor bu ritüeller.
Toprağın laneti
Bir toprağı iyi, şenlikli ya da kötü, meşum kılan onun üstünde yürüyenlerin adımlarıdır esasen. O adımın figürlerinde, ritminde, onları biçimlendiren hedefinde, ona eşlik eden heybenin taşıdıklarında, onların toprakla nasıl buluşturulduğundadır.
Tamahkârlığı nasıl bilirsiniz ey cemaat?
Bir şeyi çok, ama neden çok isteriz? İstemeyi çoklaştıran, onu kaşıyan dinamikler neler? Her halde bir şeyi çok istememiz, ondan yoksun olmakla, onun eksikliğini hissetmekle ilgili olmalı. Ama ihtiyacımız olan kadarına değil de daha fazlasına yöneliyorsak başka bir eksiklik söz konusu. Asıl onu gidermek peşindeyiz. Ne olabilir bu?
Hınç birikim rejimi
En temel dizgede hayat bulan fedakârlık ilişkisi, kaçınılmaz olarak tüm toplumsal bağlamlara da sirayet etmiş oluyor, elbette biçim değiştirerek. Asıl olarak liyakatin iş gördüğü her alanda kendine uygun ortam bulabiliyor kolaylıkla mesela: okulda, işyerinde, sendikada, örnekleri çoğaltmak mümkün.