YAZARLAR

Herkes için adalet

Kılıçdaroğlu, bunca yıllık siyasi kariyerinde hiç yapmadığı bir şeyi yaptı, adalet talebiyle yollara düştü. Biz adaletin yanına demokrasiyi de ekleyelim. Yürüyüşü desteklesin desteklemesin, küçük, mutlu, huzurlu evrenlerinde yaşayanların da, uzaktan seyretmekle yetinenlerin de, bu hayatlarını ancak demokratik bir rejimin güvencesi altında, adalet herkes için olduğunda sürdürebileceklerini anlamaları gerekiyor.

Paralel evrenlerde yaşıyor gibiyiz. Üç yıl önce muhafazakâr bir Anadolu kentinde bir konferans için bulunmuştum. Bizi davet edenler arasında AKP’ye gönülden bağlı bürokratlar da vardı. Onlarla birlikte kenti gezerken, ufak gündelik sohbetlerimizde, sadece farklı kentlerde değil, farklı dünyalarda yaşadığımız duygusuna kapılmıştım. Kastettiğim politik görüş ayrılıkları değil. Sonuçta birbirimizi az ya da çok tanıyorduk. O birkaç gün içinde politika konuşulmadı. Kentteki tarihi eserler gezildi. Restorasyon adına tahrip edilmiş tarihi bir camiyi ziyaretimiz sırasında örneğin, camiye ne kadar yazık edildiğinden söz ettiğimizde “çok şükür, çok güzel oldu, çok iyi yaptılar” diyebiliyorlardı. Kentin en iyi bölgelerinde, havuzlu, modern sitelerde yaşıyor, iyi arabalara biniyor, refah içinde bir hayat sürüyorlardı. Kentteki kirliliğe dikkat çektiğimizde, “inşallah onlar da düzelecek” yanıtını yetiştiriyorlardı. Doğrusu özenmedim diyemeyeceğim, huzur içinde, mutlu bir hayat işte böyle oluyor, diye düşünmüştüm. Her şeye şükredip “Allah devlet büyüklerimizi başımızdan eksik etmesin yeter ki” dediğinizde, demek ki huzur ve refah kapıları da önünüzde açılıveriyordu.

Oysa bizim evrende hep bir rahatsızlık, hep bir çaresizlik, hep başkalarının yapıp ettiklerinden utanma hali hâkim değil miydi? Her seferinde “yok artık, o kadar da olmaz” dediklerimiz olup bitiyor, yaşadığımız şehirler giderek beton yığını ve neon ışıkların istila ettiği ucubelere dönüşürken belediye başkanı anayol kavşaklarına yerleştirdiği plastik oyuncaklar için çıkıp “bu benim kişisel zevkim” açıklamasında bulunabiliyordu. Tarihi binaları fütursuzca yıkabiliyor, kamu arazilerini gönlünce dağıtabiliyor, yargı kararına rağmen Atatürk’ün mirası olan Orman Çiftliği arazisine zemininin eskiden bataklık olması nedeniyle belki de ileride çok kazalara yol açabilecek lunaparkı dikebiliyordu. Bizim evrendekiler şükretmeyi bilmiyorlar, o yüzden oluyor belki de bunlar diye düşünebilirsiniz tabii. Mümkündür. Zeytin mi daha önemli tesis mi, diye sormamış mıydı geçenlerde koskoca başbakan. Zeytini, ağacı, ormanı, çiftliği ne yapacaksınız? Tamam, diyelim ki çok şükür yolumuz var, betonumuz var, dağ taş TOKİ Allah daha da çok versin… Yok, olmuyor, huzursuzluk bitmiyor. Bu sefer de insanın aklına sadece gazetecilik yaptığı için tutuklananlar, hapisteki milletvekilleri, eş genel başkanlar, haksız yere adı KHK’ya eklenip işini kaybedenler, işini kaybettiği için ölmeye yatanlar geliyor…

Belki de paralel evrenlerimizde böyle yaşayıp gidecektik yollarımız kesişmeseydi. Temel stratejisini toplumu kutuplaştırma üzerine kuran ve kutuplaşmadan, nefretten, düşmanlıktan beslenen bir siyaset anlayışının hüküm sürdüğü bu rejimde yolların bir kavşakta kesişmesi kaçınılmazdı oysaki. Şimdi birlikte ne olup biteceğine bakacağız.

Bu kavşağın bir tarafında hiçbir parti bayrağı olmadan, sadece “herkes için adalet istiyoruz” sloganı ile 19 gündür 69 yaşındaki Kemal Kılıçdaroğlu yürüyor… Diğer tarafında kafilenin konaklayacağı yere tezek döktükten sonra görüntülerini sosyal medyada “bizde misafire ikramda bulunmamak ayıptır” sözleriyle paylaşan bir kamyonet sürücüsü…

Bir tarafında tutuklu milletvekilleri, gazeteciler serbest bırakılsın, KHK’lar ile haksız yere ihraç edilenler işlerine geri dönsün, OHAL rejimi sonlandırılsın diye 40 dereceyi aşan sıcakta yüzlerce kilometreyi arkada bırakan binlerce insan... Diğer tarafında Düzce’de yürüyüş alanına dökülen gübrenin bir uyarı olduğunu ileri sürüp tehditler savuran bir sendika yöneticisi… Bir eğitimci.

Bir tarafında sadece haber yaptığı için aylardır tutuklu olan kırk yıllık gazeteciler var. Diğer tarafında “AK Parti döneminde ifade özgürlüğü ile tanıştık” diyen film yıldızı.

Bir tarafında işini geri istediği için 118 gündür açlık grevindeki Nuriye ve Semih, diğer tarafında daha önce haklarında açılmış bir dava, soruşturma olmaksızın onları terörist ilan eden, akşam olunca evlerine gidiyorlar, yemeklerini yiyorlar diyen bakan.

Bir tarafında herkes için eşit, barış içinde, insanca bir yaşam için çabalayanlar var. Diğer tarafında her türlü barışçıl gösteriyi bastıran, her türlü muhalif görüşü susturan, terörist ilan eden, işsiz güçsüz bırakan, sivil ölüme mahkûm edenleri onaylayanlar var.

Şimdi diyebilirsiniz ki ikinci taraf diye bu sıraladıkların hep münferit. Tam olarak öyle değil. Nefretle, kinle, düşmanlıkla hareket edenler, sürekli yeni düşmanlar yaratanlar, kendilerinden olmayan herkese fütursuzca hakaret edip demokratik her talebin ardında bir örgüt, fitne arayanlar nihayetinde cezasız kalacaklarını biliyorlar. Çok çok gözaltına alınıp salıverilecekler, küçük para cezalarıyla temize çıkabilecekler; kendilerine her şeyi hak görmeleri, karşılarındakinin ise her türlü hak talebini marjinalleştirmeleri biraz da bu güvenden… Onlar söyleyince, yazıp çizince, en ağır hakaret, hedef gösterme, nefret söylemi ifade özgürlüğü kabul ediliyor. Başkası söyleyince ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek eleştiriler, sosyal medya paylaşımları tutuklama sebebi oluyor. Adalet de paralel evrenlerde ayrı işliyor. Bu cesaretle bir kamyonet sürücüsü ana muhalefet partisi liderinin yoluna tezek döşeyebiliyor, bir sendika yöneticisi tehditler savurabiliyor…

2007’den bu yana ama özellikle de AKP’nin ustalık devri olarak adlandırdığı 2011 seçimlerinin ardından ivme kazanan kutuplaştırma siyasetinin bir sonucu bu yaşananlar. Toplumu birbirinden nefret eden, birbirini anlamak için çaba göstermek bir yana, varlığına bile tahammül edemeyen iki kampa ayırma stratejisi ile ayakta kalan ve bu yolla giderek daha baskıcı bir hale gelen AKP rejiminin bizi getirdiği nokta…

Yollarımızı birleştirmemiz çok zor görünse de bu kavşaktan bir kazaya uğramadan geçebilecek miyiz? Görüş ayrılıklarımızla, farklılıklarımızla, kırgınlıklarımız ve kızgınlıklarımızla bir arada yaşayabilmenin bir yolunu bulabilecek miyiz? Öyle görünüyor ki bu noktada uzaktan seyredenlere, sessiz kalanlara, ölü taklidi yaparsam, görünmez olursam bana bir şey olmaz diyenlere, çok şükürcülere önemli bir rol düşüyor. Kaldı ki onların da bütün bu olup bitenden memnun olduklarını düşünmüyorum. 2016 yılında psikiyatri kliniklerine başvuranların sayısı 9 milyona ulaşmış. Ekonomik buhran kadar kutuplaşma ve korku atmosferinin de bir payı olsa gerek bu sonuçta.

Kılıçdaroğlu, bunca yıllık siyasi kariyerinde hiç yapmadığı bir şeyi yaptı, adalet talebiyle yollara düştü. Biz adaletin yanına demokrasiyi de ekleyelim. Yürüyüşü desteklesin desteklemesin, küçük, mutlu, huzurlu evrenlerinde yaşayanların da, uzaktan seyretmekle yetinenlerin de, bu hayatlarını ancak demokratik bir rejimin güvencesi altında, adalet herkes için olduğunda sürdürebileceklerini anlamaları gerekiyor. Çok geç olmadan…


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.