YAZARLAR

Madımak’ın soykütüğünden bir kesit

Bundan 51 yıl önce, 1966’da Ortaca’da meydana gelen olaylara ilişkin gensoru Meclis’te reddedilmişti. Gensoruda, “1000 kişi nereden silah buldu? 10 kilometre yolu nasıl güvenlik güçleri durdurmadan yürüdü” diye soruyordu. Birkaç gün önce de Zeynep Altıok’un Madımak’la ilgili soru önergesi geri çevrildi. Ortaca vakası, Madımak katliamı sonrasındaki devletlûların tutumunu açıklayan nüveler barındırıyor.

Meclis Başkanı İsmail Kahraman, CHP Milletvekili Zeynep Altıok Akatlı’nın soru önergesini, İçtüzüğün 96’ıncı maddesini gerekçe göstererek reddetmiş. Madde der ki, soru (önergesi), “kısa, gerekçesiz ve kişisel görüş ileri sürülmeksizin; kişilik ve özel yaşama ilişkin konuları içermeyen bir önerge ile açık ve belli konular hakkında bilgi istemekten ibarettir.”

Sonra da 97’inci madde: “… istişare amaçlı konular içeren soruların Başkanlıkça kabul edilmeyeceğini hükme bağlamıştır.”

Sonuç? Önergenin reddine…

Adalet Bakanlığı’nın yanıtlaması talebiyle hazırlanan önergede yedi soru var, ilk altı soru telgraf cümlelerle, kısa kısa yazılmış ve son derece somut, örneğin: “Halen cezaevinde bulunan hükümlü sayısı kaçtır? Bu hükümlülerin isimleri nedir?”

Sorular kısa ve açık olduğuna göre ret, “kişisel”e mi dayanıyor? Zeynep Altıok böyle anlıyor haklı olarak, babası, zarif şair Metin Altıok’un Madımak’ta yakılması elbette onun için öncelikle kişiseldir; mesele zaten katliam mağdurlarının kişisel durumlarıyla katliamın içinde meydana geldiği toplumun kamusal sorunları arasındaki bağı görmekte. “Hayır” diyor önerge reddiyle Meclis başkanı, katliamın faillerine ilişkin sorgu ve soruşturmaların kapısı kapatılmıştır.

1966 ORTACA VAKASI

Biraz eskiye gidelim, bugünden 51 yıl, Madımak’tan 27 yıl önceye:

Muğla Köyceğiz’de, Ortaca köyünde 5 Haziran 1966’dan başlayarak bir dizi “vaka” yaşanır. “Tahtacı”ların yaşadığı köy ile etraftaki “Sünni” köyler arasında “çatışma” olarak yansıtır gazeteler olayı. Tecavüz, yangın, silahlı saldırı…

MP Ankara Milletvekili Hüseyin Balan, 16 Haziran 1966’da bir gensoru verir. O günlerde Alevilere karşı Ortaca dışında meydana gelmiş bazı fenalıkların da sıralandığı gensoruda, Ortaca hakkında açık sorular yer alır: (Alevi köyüne yürüyen) 1000 kişi nereden silah bulmuştur? (Bu 1000 kişi) Kızılyurt ile Ortaca arasındaki 10 kilometrelik yolu giderken hiçbir askeri güvenlik kuvveti tarafından nasıl durdurulmamışlardır?

Sonuç? Gensorunun reddine…

Elbette, gensoru gibi siyasi sonuçları ağır bir mekanizmanın işletilmemesi, soru önergesi gibi daha basit ve bilgisel boyutu daha öne çıkan bir mekanizmanın işletilmemesinden daha anlaşılır bir durumdur. Ne var ki, Ortaca olayına yakından bakınca, Sivas 1993 kıyımından bugüne kadar hükümetlerin tutumunun kimi öncellerini bulmak mümkün olur.

Dönemin başbakanı, AP lideri Süleyman Demirel meseleyi “münferit vak’a” olarak tanımlayacaktır, belki de “münferit vaka” sözünün ilk kullanımıdır. Demirel, mezhep ve tarikat ihtilaflarının yüzyıllar evvel bittiğini dile getirecektir. Madımak’tan sonra da “dinsel” ve “mezhepsel” boyuta değil, karanlık güçlere, dış güçlere ve en vahimi de saldırının hedefleri arasındaki Aziz Nesin’in “tahrik”ine bağlanıvermiştir iş.

LAİKLİK VAR, SORUN YOK

İçişleri Bakanı Faruk Sükan da “Türkiye’mizde sureti kati’yede bir mezhep kavgası olamaz” diyecektir. Vali, bazı belirsiz kişileri ve gazeteleri suçlamakta, tecavüz vakası için, önce olaylarla ilgisi olmayan bir münferit hadise demekte, sonra da zaten doğru olmadığını eklemektedir.

Hem o günkü gazetede, hem daha önce ve sonrasındaki gazetelerde yetkililer, ortada bir Alevi-Sünni gerilimi olmadığını, olayların “münferit” olduğunu, Türkiye’nin her yerinde rastlanabilecek türden adi nitelikte olduğunu vurgulamaya çalışır. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, laiklik olduğuna göre Alevi ya da Sünni diye bir şey olmadığını söyleyerek müdahil olur.

Valinin, “yalan haber yazan muhabirler dahil” gazetecileri bir araya getirip konuştuğunu açıklamasının ardından, haberlerde “tekzip”li bir üslup öne çıkar: “Bir taraf Alevi bir taraf Sünni olduğu için sanki Alevi-Sünni çatışması varmış gibi aksettirilen olaylar…”

Resmi görüş mezhep çatışması yoktur demekteyse de, “din adamları”na bir açıklama yaptırma mecburiyeti de hissederek kendi kendini tekzip etmekte gecikmez: 19 Haziran 1966 tarihli Milliyet’e göre din adamları, bütün Müslümanların kardeş olduğunu söyleyip çatışmadan uzak durulmasını ister. Açıklama, Demirel-Sükan-Sunay beyanatlarının dinsel ifadeyle özetlenmiş halidir. Zaten Devlet Bakanı Refet Sezgin 17 Haziran’da din adamlarını göreve davet etmiş, 19 Haziran’da da bu adamlar davete icabet etmişlerdir.

HÜKÜMET ETME SANATI

16 Haziran tarihli Milliyet’te çok ilgi çekici bir haber daha yer alır: Başbakan Süleyman Demirel, “Sivaslı Alevilerin” çektiği telgrafa cevap vermektedir. Telgrafı, AP İl İdare Kurulu üyesi Hüseyin Yıldırım yollar; Yıldırım, “Alevilerin en yoğun olduğu Sivas’ta Ortaca’daki olayların yol açtığı akisleri belirtmiş ve Demirel’den “hükümet etme sanatını göstermesini” istemiştir. Demirel de, “Bütün vatandaşlar eşittir” cevabıyla sanatını konuşturur. Demirel’in hükümet etme sanatı, hükümeti ele alan herkesin kılavuzu galiba.

Hasılı, Sivas 1993’teki insanlık suçuna karşı dönemin başbakanı Tansu Çiller’den başlayarak, Cumhurbaşkanı Demirel dahil, devlet yetkililerinin tutumlarının nüveleri 1966’da bulunabilir. Vaka da hadise de “münferit”tir. (Vaka, 1000 kadar kişinin Alevi köyüne yürümesiyken, “hadise”, olayların başlangıcında bir grubun bir Alevi kadına tecavüz etmesidir.) Ortalığı karıştırmak isteyen kişiler, meseleleri başka türlü göstermektedir. Dış güçler Türkiye’yi karıştırmak için bu tür işler yapmaktadır.

Bu saldırganların ve saldırganlığın mahkûm edilmesine engel olan tutum, daha bir yıl geçmeden, 1967’de Elbistan’da yine yürürlükte olacaktır. Ondan 11 yıl sonra Maraş’ta “vaka” insanlık suçu boyutlarına ulaşır; açıklamalar yine aynıdır. 12 Eylül 1980 öncesi Sivas ve Çorum vakaları da öyle…

Şimdi biraz şekli değişti hükümet laflarının; eski açıklamalara (dış karanlık güçler, tahrik, kötü niyet) bir de “medeniyet” klişesi eklendi: “Bizim medeniyyetimizde… yoktur.” Sivas’ta konuklarını ve komşularını ateşe veren binlerce kişi bu “medeniyyet”ten değilseler, neden korundular; bu “medeniyetten” iseler bu nasıl bir “medeniyyet”tir ki insanları ateşe atıp cuş u huruşa gelen insanlar çıkıyor içinden? Zeynep Altıok’un sorularının cevapsız kalması, bu sorulara cevap verilemeyeceği için mi, verilmek istenmediği için mi? İkisi de birbirinden vahim değil mi?

NOTLAR

Zeynep Altıok’un soruları şöyle:

1) Halen cezaevlerinde bulunan hükümlülerin sayısı kaçtır? Bu hükümlülerin isimleri nelerdir?

2) İnfazı tamamlanıp serbest kalan hükümlü sayısı kaçtır? Bu hükümlülerin isimleri nelerdir? Bu hükümlüler ne kadar süre cezaevlerinde kalmıştır?

3) Hakkında arama ve yakalama kararı olan sanık sayısı kaçtır? Bu sanıkların isimleri nelerdir?

4) Firari sanıklardan yurtdışında olduğu tespit edilen sayısı kaçtır? Bu sanıkların isimleri nelerdir? Bu sanıkların hangi ülkelerde olduğu tespit edilmiştir?

5) Hakkında yakalama kararı bulunan sanıkların yakalanması için ne gibi çalışmalar yürütülmektedir? Firari oldukları ülkelere talep yazıları gönderilmiş midir? Gönderilmişse ne zaman gönderilmiştir?

6) Kırmızı bültenle aranan sanık var mıdır? Varsa sayısı kaçtır? İsimleri nelerdir?

7) Son dönemde yazılı ve görsel medyada Sivas Katliamı hükümlülerinin cezaevinden gönderdiği mektuplarla “masum olduklarına” ilişkin yaygın bir algı operasyonu yürütüldüğüne tanıklık etmekteyiz. Ayrıca Temmuz 2014 tarihli Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurumu Raporu’nda da sanıkların sorumluluğu perdelenmiş ve tüm kusur kamu yönetimine yüklenmek istenmiştir. Bu çerçevede Bakanlığınız Sivas Katliamı hükümlülerinin daha önce başka katliamların sanıklarının, suikastların katillerinin sessizce torba yasalarla serbest bırakıldığı gibi serbest bırakılmasına dair bir çalışma mı yürütmektedir? Bu algı operasyonlarıyla kamuoyu buna alıştırılmak mı istenmektedir?

*

Ortaca vakası hakkında 19 Haziran 1966’da Milliyet Gazetesi’nde Esen Kaftan şu ilginç cümleleri kuruyor:

“Köyceğiz’de olsun, bucakta olsun, çevrede olsun kötü bir hitap şekli vardır. Sünnîlerden bahsedilirken “Türk” denilmekte, Alevi vatandaşlar için ise “Tahtacı” ve “Alevi” ayrımı yapılmaktadır. Sanki Aleviler de Türk değilmiş gibi… Bu hitap şekli Aleviler ile Sünniler arasındaki küskünlüğü kamçılamaktadır.”

Alevileri “Türk” denilmemesi, “Türk”ün devlet nezdinde “Sünni” ile eşit kabul edilmesindendir; “Türk, Sünni” makbul vatandaş anlayışı bugün de “yerli ve milli” koduyla yürürlükte, elbette önemli bir ek yapıldı: Türk, Sünni ve AK Parti yandaşı.

Esen Kaftan, aynı haberde bir ilginç açıklama daha veriyor: Aleviler, toprakları daha az olmalarına rağmen daha iyi organize olmuş ve ekonomik açıdan daha kalkınmış haldedir, Sünniler ise tefecilere muhtaç kalmıştır. İşte Alevilere nüfuz edemeyen tefeciler, Aleviler aleyhine kışkırtıcılık yapmaktadır. Ekonomik motivasyon, daha sonra Elbistan ve Maraş katliamlarında da benzer bir rol oynamış gibidir.

*

Gazeteler, o dönem birçok vakada olduğu gibi “Nurcular”ın olayda rol aldığı iddialarını da gündeme getirir; ancak bu gerçekte orada Alevilere karşı Nurcuların baş rol oynadığı bir örgütlenme olduğundan çok, dinsel tabanlı bir çatışma her söz konusu olduğunda “olağan şüpheli” olarak Nurcuların adının ortaya atılmasıyla bağlantılı olabilir.

Nurcular işin içinde olsun olmasın, her halükarda saldırının küçümsenmesi, saldıranla saldırılanın (Alevi-Sünni ayrımı yoktur, varsa da tarihte kalmıştır vs teraneleriyle) eşitlenmesi, yani nefret saikinin örtülenmesi söz konusudur. Örtünün altında büyüyüp duracaktır haliyle nefret…

*

Aynı günlerde, 25 Haziran’da Nesimi Çimen’in bir açıklaması yer alır gazetede; “Alevi şairler ‘Bizi yanlış anlamayın’ dediler” başlıklıdır haber. Nesimi Çimen, “Hatayı Gecesi” nedeniyle uğradıkları manevi saldırıya karşı yapmıştır açıklamayı, “… elimizdeki saz ne silah ne bombadır.” Madımak’ta can verenlerden Nesimi Çimen, daha o zaman kendilerinin komünist, bölücü vs olarak sunulmasına da isyan eder aynı habere göre.

*

Ortaca ile ilgili alıntılar ve atıflar, Haziran 1966’daki milliyet gazetesinin dijital arşivde bulunan nüshalarından. Aynı tarihlerde gazetede iki de “fikri” yazı var.

Biri 19 Haziran 1966 tarihli, İbrahim Agah Çubukçu kaleminden. Diğeri 25 Haziran tarihli, Bülent Daver imzalı.

Çubukçu, Alevilerin “namuslarına son derece düşkün olduğunu”, tarihteki ve Türkiye dışındaki Ali taraftarlarının aşırılıklarından uzak olduklarını anlatmak için dil dökerken, Alevi nefretine dinsel bir su dökme çabasındadır.

Daver ise cumhuriyetin getirdiği hukuki eşitliğin önemini vurgular; ancak hukuki eşitliğin fiili eşitsizliklere karşı etkisizliğinin pek farkında değilmiş gibidir.

Sanki, ilahiyatçı Çubukçu Sünnilere, hukukçu Daver ise Alevilere seslenir gibidir.