YAZARLAR

Zürefanın düşkünü

Zarifin hoşa giden, beğenilen biçim, görünüş, dış yüzden başka bir şeyi yoktur; içi dışı birdir. Bir başka deyişle yalan nedir bilmez, olduğu gibidir. Çünkü tıpkı küçük serseri Şarlo gibi umursamaz dar ceketini, bol pantolonunu, ayaklarına büyük gelen ayakkabılarını. Bununla birlikte mendili, şapkası, bastonu olmak zorundadır.

. . . Yokluğun mertliği öldürmediği –Emine Teyze’yi rahmetle anıyorum- bir dünya için kitlelerin başlıca işi, zarafeti üsluplarınca kazanmak olmalı.

Mert, yani ölümlü, yani insan; insan, yani kavim, halk, yani dost, yakın, evcil. Kimdir mert? Sözünün eri, güvenilir, yiğit. Demek ki yokluğun, yoksulluğun tahrip ettiği, öldürdüğü, esas olarak sözünün arkasında durmaklık, gayretkeşlik, evcillik, yakınlık, dostluk, ölümlülük. Öleceğini bildiğinde dost, yakın, evcil, gayretkeş, sözünün eri olur ölecek olan. Mertliğin, âdemliğin, insanlığın temelinde asıl olarak ölümlülük duruyor o halde. Yokluğun öldürdüğü, ortadan kaldırdığı ise ölümlülük oluyor. Yokluk, en çiğ, en insiyaki ölüm korkusuna varmıyorsa, ölecek olana mertliği (ölümlülüğü) tümüyle unutturamaz. Yani ölüm, oyun kurucu olarak hep ensemizdedir. Bu nedenle ölümü unutmaya hep yakınızdır, hep pay alıyoruzdur ondan: ya ölüm/can korkusuna büsbütün teslim olarak (ki en yalın canilik, zalimlik, faşizm buradan türer) ya ölümden var gücümüzle sonsuza/ölümsüze kaçarak (ister ölüm sorununu açık bir biçimde çözüme kavuşturduğunu iddia eden her tür dine, ister her tür hiççiliğe gömülerek) ya da ikisi arasında bir yerde duran, zulümden, hakikatçilikten, hiççilikten mürekkep gündelik olana tutunarak.

Mertliğin, yani insanı insan yapan ne varsa tümünün muhafazası için ölümün unutulmaması gerekir. Sonsuza/ölümsüze kaçış, az çok iradidir, bir tercih meselesidir. Ama can korkusu temelde gayriiradîdir; örneğin kendimize hiçbir surette yakıştıramayacağımız katillik, can korkusu marifetiyle yakamıza yapışır, ya açlıktan ölmemek ya da nefsi müdafaa için başkalarının canlarına kıyıveririz: başta içinde olmak istemediğimiz bir yarışta, canımızla tehdit edildiğimizi, oyunun bizi çaresiz bıraktığını düşündüğümüzde gözümüzün bir süre sonra kazanmak dışında hiçbir şeyi görememesi. Bahsi geçen kuşkusuz, insanın inanılmaz icatları arasında en başlarda sıralanacak katillik mesleği değil, katilliğin, kötülüğün herkesin başına gelebilecek, bizzat insanı, merdi ortadan kaldıran türü. Can korkusunu, yokluğu toplumsal tertibatın çekirdeği olarak ısrarla muhafaza etmek ya da ölümü unutturmak üzere insanın kültürel mirasından, altında toplanılacak sancaklar türetmek, insanı/merdi gaflete düşürmenin, yani onu yabancılaştırmanın, ona ölümlülüğünü, kendisini unutturmanın en keskin yollarıdır. Gerçek şu ki mertliği öldürmek esasen onu esir almaktır ve insanın esir alınmasının, kendine yabancılaştırılmasının en zahmetsiz yolu gündelik olanı, her gün olup biteni, sıradan olanı, ölümlülüğü unutturmanın bir aracı haline getirmektir. Örneğin günümüzde hiççiliğin bir şubesi olarak işleyen tüketimcilik mertliğin/insanlığın gündelik olan aracılığıyla zayıflatılmasının, esir alınmasının en yaygın, en güçlü yoludur. Gündelik olanın, sıradan olanın esarete düşürücülüğünün teminatı ise sığlıktır. Ortağı olduğumuz kötülüğün kendiliğinden nedeni esaretimiz, esaretimizin teminatı ise sığlık; mertliği esir almak suretiyle “öldüren” sığlık ancak asalet, yani birincillik talebiyle geriletilebilir.

Peki, nasıl asil olunur? Bir kere esareti, kötülüğü, sığlığı geriletici asalet münferit olamaz. Ancak herkesin asil olduğu bir toplumda esaret ve onun temin edicisi sığlık esaslı bir biçimde geriletilmiş olur. Azınlığın asaletine dayalı toplumsal yeniden üretim rejimlerinin (örneğin kapitalizmin) asalet talep etme yordamlarının rekabetçi, kıyıcı olması şaşırtıcı değil, aksi de zaten istisna olur. Herkesin asil olacağı bir toplumsal yeniden üretim rejiminde, asalet ancak zarafetle talep edilebilir, asaletin yordamı zarafet olabilir. Kuşkusuz herkes tarafından oluşturulan kitleler, zarafeti yeniden içeriklendirecek, onu üsluplarınca kazanacaklardır. Herkesin asaletinin, yani özgür bir toplumun teminatı ise, zarafetin hep bizatihi bir tercih meselesi olarak kalacak olmasıdır. Tercih meselesi olmadığında, yani ölümlü olduğunun olabildiğince farkında bireylerin seçim sorunu olmadığında, zarafetin asalete yol açmasını, bizi ortağı olduğumuz kötülüğe, sığlığa karşı uyanık tutmasını bekleyemeyiz. Zarafet, diyelim ki bir gazetenin yayın işlerinden bir sendika yönetimine, bir futbol kulübünün idaresinden üniversite senatosunun işleyişine, Birleşmiş Milletler’deki karar alma süreçlerinden Amerika’nın yerli topluluklarının yönetim mekanizmalarına kadar, kafeteryada yemek sırasından toplu taşıma kuyruğuna iktidar şebekelerinin işlediği her yerde zürefa, yani zarifler tarafından yüklenilir. Elbette zarafete ilişkin birikimimiz, bizlere zürefanın, zariflerin kimler olabileceği ve muhtemel eylemlerinin mahiyeti hakkında ipuçları sağlıyor. Her şeyden evvel zürefa (zarifler) düşkündür. Kast edilen ironik bir biçimde bağımlılık olsa bile, düşkünlük, irade dışılığa gönderme yapar. Yani zarif, zarafete düşkündür, çünkü elinden başka türlü davranmak gelmez, becerebildiği ölçüde zarif olmayı tercih edecektir daima. Diğer yandan özgür bir topluma doğru yol alınmasını sağlayacak ve böyle bir toplumu taşıyacak asiller olarak zarifler için ilk örnek kabul edilebilecek figürler hep düşkündürler: Don Quijote, Cyrano de Bergerac, Şarlo, bizde Turist Ömer. Söz konusu ilk örneklerin en göz önünde ve yerinde olanı 20'nci yüzyılın büyük sanatçısı Charles S. Chaplin’in yarattığı Şarlo tipidir. Şarlo kapitalist bir toplumda yan yana gelemeyecek iki mefhum arası mesafeyi olabildiğince kapatır: kitle ve zarafet.

Zarif, yani çekici, yani biçim, görünüş, durum, konuşma ve davranışlarıyla hoşa giden; daha da kökende bir şeyin dış yüzüyle ilgili olan. Bizim özgür toplumumuza yol açacak, onu yüklenecek zürefa, kavramı ancak şu şekilde yeniden içeriklendirebilir: Zarifin hoşa giden, beğenilen biçim, görünüş, dış yüzden başka bir şeyi yoktur; içi dışı birdir. Bir başka deyişle yalan nedir bilmez, olduğu gibidir. Çünkü tıpkı küçük serseri Şarlo gibi umursamaz dar ceketini, bol pantolonunu, ayaklarına büyük gelen ayakkabılarını. Bununla birlikte mendili, şapkası, bastonu olmak zorundadır. Mesele yokluk, yoksulluk değildir zira. Yapıntı olmayan bir uyumsuzluk, umursamazlık yüzünden elbette. Hikâyesinin nerede başladığı belli değildir, çoğu kez sonlanmaz da. Yersiz-yurtsuzdur Şarlo, ama ekseriyetle mutludur. Örneğin Sirk filminin sonunda dünya denen çölün ortasında yapayalnız kalmıştır ama yürümeyi, yaşamayı sürdürür. Kimsesizdir, herkesle akraba, herkese yakındır bu yüzden. Umursamadığı, hayat, yaşamak değil başkasının ne dediğidir. Buna rağmen zarafetin çekirdeğindeki güzellik arzusu hep orada duruyordur. Nedir mesela onca yoksulluk içindeki o boyunbağı, hep korunan sofra adabı? Kavgacıdır sonra. Hakkından fazlasına tenezzül etmez ama hakkı olana el koyar; “çalar” düpedüz. Mülksüzdür ama müreffeh yaşamak arzusundadır. Ciddidir, baştan savma değildir; başkaları güler ona. Bununla birlikte tercihleriyle ironik varlığının farkında olduğunu sezdirir. Ve candan sever; köpekleri, çocukları, kadınları, dostları. Otoriteyle, resmiyetle, diktatörlerle, kötülerle zoru vardır; hepsinde haksızlığa karşı gelir. Zarif, yani içi dışı bir olmaya, biçimi öz kılmaya gayret eden, yani zarafete düşkün.

Zarafete düşkün değilsek, güzel diye yaptığımız hiçbir şeyi ayakta tutmamız mümkün değildir nitekim.


Aydın Ördek Kimdir?

1979'da İmranlı'da doğdu. ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat bölümünden mezun oldu. Siyasal-iktisadi bir kategori olarak parayı tanımlama sorununu konu alan doktora çalışmasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde sürdürmektedir.