YAZARLAR

Ezilmiş

İstanbul’da 15 yıldır aşçılık yapan İsmail Erdoğan, halen bir yandan çalışırken bir yandan da kalbinden direniyor. Büyük sloganlar, kampanyalar olmaksızın kendi doğrusunda. Kendi kaçınılmazlığından. Sözünün gücü bu sahiciliğinde saklı zaten.

Ezilmiş hissediyorum. Bir gece vakti karşıma Nuriye Gülman ve Semih Özakça’nın tutuklanmasının ardından destek açlık grevine giren aşçı İsmail Erdoğan’ın söyleşisi çıkıyor. İnsanhaber sitesinde Gülşen İşeri’nin yaptığı röportajda İsmail Erdoğan’ın dedikleri öyle yenilir yutulur lokma değil. Ağır. Boğazda yumruyla okunmalık. Sonrası bize kalmış.

İstanbul’da 15 yıldır aşçılık yapan Erdoğan, halen bir yandan çalışırken bir yandan da kalbinden direniyor. Büyük sloganlar, kampanyalar olmaksızın kendi doğrusunda. Kendi kaçınılmazlığından. Sözünün gücü bu sahiciliğinde saklı zaten.

“Başından beri Yüksel Direnişi’nden haberim olsa da, açlık grevinden haberdar olduğumda Nuriye ve Semih’in açlıklarının 60'ıncı günüydü. 60 gün boyunca haberdar olmamış olmak da bende derin bir mahcubiyet yarattı; sonrasında sokak için yapılan çağrılara kulak kabartıp sokağa çıkan toplulukların parçası olmaya çalıştım. Ama 70 tane fraksiyonun olduğu bir memlekette 70 kişilik bir tane gösteri bile görmedim!” Böyle başlıyor işte söze. Hani herkesin bildiği ama kimsenin bilmediği bir aile sırrını pat diye haykıran sofraların kara koyunu gibi.

'KENDİMİN DE PİŞTİĞİNİ...'

Hayatının merkezine yemeği koymuş bir insanın, çaresizlikle kavrulduğu kırılma anını okuyorum: “Ocağın üzerine koyduğum her sahanla beraber kavrulduğumu hissettim, o tavada kendimin de piştiğini gördüm! Karar alma sürecimde bunları yaşadım. Nuriye ve Semih tekrar beslenmeye başladıklarında ben de açlık grevimi sonlandıracağım.”

İsmail Erdoğan hayatı her gün kendiyle, kendini içindeki adalet kantarıyla sınayanlardan. Havadaki atalette korku dışında siyasal konformist ve elitist bir tutumun etkisini anlatıyor. “Sosyal medya üzerinden ifade ettiklerimiz günlük hayatta hiçbir yere değmiyorsa, kendisine bir karşılık bulmuyorsa, oturup bir düşünmek gerekiyor. O mecrada biz ne için bir şey anlatıyoruz? En azından kendi payıma, yazıyla kurduğum ilişki meram anlatmak üzerine kuruludur. ‘Söyleyeyim de rahatlayayım, oh omuzlarımdan yük kalktı’ değil!”

Bir yanda kendini Gezi Direnişi’nden mesafelendirmeye çalışarak sürdürülen Adalet Yürüyüşü’ne, bir yandan her Allah'ın günü üç beş kişi olarak verilen Yüksel mücadelesine bakıyorum. Nuriye ve Semih’in el yazılarına, Esra ve Sultan’ın sevdiklerine destek verirken hiç belli etmedikleri o kahrolan yanlarına, 104 diye bir rakamın daha sinsice kıvrılışına bakıyorum. Hava deli. Gecede sağanak yağmurun serinliği var. Hırkamla titrerken birkaç saate güneşin altında yanacağımı düşünüyorum.

KURŞUN SESLİ SAATLER

Gece gündüze evrilmiyor. Her şey kopuk kesik. Parçalanmış. Mardin’in Kızıltepe ilçesinde evinin önünde babası ile birlikte polis tarafından öldürülen Uğur Kaymaz’ın kaldırılan heykeli vardı ya hani, yerine saat kulesi dikilmiş. Sinir halinde bir gülme geliyor. Saat kulesini günde on üç kez kurşun sesi çıkaran bir mekanizma olarak hayal ediyorum. Evet ya, bu ülkede duvar saatleri, dikili saatler hep silah patlamasıyla bildirmeli zamanı. Tam da yaşadığımız, yaşatıldığımız gibi.

Açlık grevine karşı olan ama şu zamanda tartışmanın değil iki insanı karşılanmış talepleriyle hayata katmanın gereğini anlatan İsmail Aşçı’nın o öfkeli “Kimse kendini ağırlamasın!” sözü çınlıyor kulağımda. “Bugünler bittiğinde bugünleri hatırlayanlar, insanları yaptıkları ve yapmadıklarıyla hatırlayacaklar. Politik çevreler, sendikalar, örgütler yaptıkları ve yapmadıklarıyla hatırlanacaklar...”

Ama ne bugünler bitiyor ne de kimse hatırlıyor. Yaşarken kahrolunacak neler yüklendik de şu hayatı hiçbir şey olmamışcasına devam ettirmiyor muyuz hâlâ? Okulundan meclisine, hastanesinden lokantasına hayatın zınk diye durması gereken ne acılar vardı. Hep birilerininki olarak kaldı. Hakkıyla paylaşılamadı.

İsmail Erdoğan üçüne sığındığı bir inancı fısıldıyor bize: “Nuriye ve Semih’in açlık grevi benim için artık politik bir mesele değil. Bir tarafta iyiler var, diğer tarafta kötüler. Ben inanıyorum ki, bu ülkenin iyi insanları kötülerden daha çoklar. Belki dağınıklar ama daha çoklar. Burada mesele şu: İyilerin bildiklerinin namusuna sahip çıkarak kötüler kadar cesur olması gerekiyor.”

Özü sözü bir olanlar sahi daha mı çok? Emin değilim hiç. Hem de iyiliğe bu denli inanan biri olarak değilim. Çünkü faşizm sadece büyük siyasi manevraları değil, günlük hayatı hedef alıyor. İnsanın birbiriyle hatta insanın kendiyle ilişkisine kadar nüfuz ediyor.

O yüzden işte direnmek dediğin de ahkâm kesmekle değil kendine dönüp bakmakla başlıyor. Önce bir ezilmekle bir şeylerin birilerinin, kendi kalbinin karşısında.

Sızlayan yer omurgandır.


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.