YAZARLAR

Başka pencere

Kılıçdaroğlu yazısı gelecek günlere kaldı. Hani iyi bir şey olacağı zaman nefesinizi tutarsınız, büyüsü bozulmasın istersiniz ya… O an kimse üzerine konuşmazsa gerçek olacakmış gibi. En son 8 Haziran sabahında bu duyguyu yaşamıştık.

Yazmak, neredeyse aklım ermeye başladığından beri başka türlü nasıl yaşanacağını bilemediğim için kaçınılmaz bir şey benim için. Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez başladığım bir iş… Çocukluk şiirlerini ilk gençliğimin öyküleri izlemişti. Muhtemelen şimdi okusam çok içe dönük, kapalı metinler olduğunu düşüneceğim. Sonra çocuk kitapları geldi; akademik hayat içinde editörlük, çeviri, makale, kitap derken şimdi hiç de aşina olmadığım başka bir yazarlık deneyiminin içinde buldum kendimi. Bunları anlatmamın sebebi, her ne kadar yazarlıkta tecrübeli olsam da gazete yazarlığında ne denli acemi olduğumun daha ilk denememde kendimi düşürdüğüm durum sayesinde farkına varmış olmam.

Ömrümün 23 yılı öyle ya da böyle akademik disiplin içinde yazarak geçti. İki tez, onlarca makale, birkaç tane kitap… Bunların her biri kendine göre bir yoğunlaşma, sistematik, disiplin gerektiren yazı biçimleri. Mesela tez dili denilen bir şey var; bu dilin dışına çıkarsanız ve çok da yenilikçi olmayan bir danışman ya da jüri üyesi ile karşı karşıya iseniz “köşe yazısı değil tez yazıyorsun” benzeri bir uyarı ile karşılaşmanız pek olası. Diğer yandan tez diliyle bir kitap yazmaya kalkarsanız, kimse okumaz! Makalenin kendine göre üslubu var. Kitap yazar gibi de makale yazılmaz. Laf kalabalığını kaldırmaz mesela, dipnotlara boğamazsınız sonra; editörler genelde özene bezene kaleme aldığınız, sadece ve sadece meraklısına hitap eden ve aslında ana metne paralel giden bir alt metne dönüşen dipnotların tümünü makalenin sonuna taşımayı yeğlerler. Oysa kitaplara ne kadar da yakışır dipnotlar. Metnin altından başka bir metin akar. Özellikle dipnot okumaya meraklı kaç akademisyen tanıdım.

Gelgelelim gazete yazısına. Köşe yazısı diyesim geliyor ağız alışkanlığıyla, hem de daha havalı duruyor ama gazete online olunca bir köşesi de olmuyor tabii. Gazete Duvar’daki arkadaşlarım “Sen neden yazmıyorsun?” diye sorunca hiç tereddüt etmedim. Duvar’ın ihraç edilen barış akademisyenlerini köşeyazarlığı camiasına kazandırma atağı sayesinde bir sürü arkadaşım çok beğendiğim yazılar yazmaya başlamıştı. Benim de söyleyecek sözüm var diye düşündüm.

Farkındayım, çok kişisel bir hikâye anlatıyormuş gibi görünüyorum ama inanın bu işe koyulduğumda niyetim hiç de böyle kendi yazarlık hikâyemi anlatmak değildi. Tüm bunları yazmamın geçerli bir nedeni var. Aslına bakarsanız, büyük bir ciddiyetle, yaklaşık bir hafta kadar ne üzerine yazmalıyım, acaba kafamdaki sorunlardan hangisi okuru daha çok ilgilendirir; bir ilk yazıya daha çok yakışır diye düşündüm. Nihayetinde geçtiğimiz haftanın başında bilgisayarımın başına oturdum ve Kılıçdaroğlu’nun demokrasi söylemi üzerine bir yazı yazmaya koyuldum. Derdim, CHP liderinin “demokrasi iyidir”, “demokrasiyi severiz” benzeri açıklamalarının ardalanında demokrasiyi içeriği boşaltılmış bir slogan olarak görmekten ileri gitmeyen sığ bir anlayış olduğunu ve bu yaklaşımın, somut hak taleplerine işaret etmediği sürece seçmende bir karşılık bulmasının zor olduğunu ileri sürmekti.

Yazıya başladığımda Kılıçdaroğlu önce HDP genel merkezine gitmiş, daha sonra da eski MHP’li muhalifleri ziyaret etmiş, “hayır” blokunu bir sonraki seçimlere kadar bir arada tutabilmek adına “demokrasi için ortak paydada buluşma” çağrısı yapmıştı. Çağrı önemliydi. Üzerine söylenecek çokça söz vardı. Özellikle de demokrasi çağrısı yapan Kılıçdaroğlu’nun tam olarak demokrasiden ne anladığını ortaya koyabilmek, bu çağrının toplumda ne ölçüde yanıt bulacağını da anlayabilmek adına açıklayıcı olacaktı. Bu amaçla, önce Kılıçdaroğlu’nun seçim meydanlarında yapmış olduğu konuşmalara döndüm, sonra ziyaretlerinde yaptığı açıklamaları inceledim; kendimce bir sonuca da ulaştım.

Özetle ‘hayır’ın yüzde 48.5’ini yüzde 51’e çıkarmak üzere seçmene seslenen Kılıçdaroğlu’nun seçmene tam olarak ne vaat ettiğini açıkça ortaya koyması gerekiyor, diyordum: “Kılıçdaroğlu’nun milliyetçi-muhafazakâr seçmene ya da partinin ulusalcı tabanına şirin görünmek adına iktidarın hamaset üreten diline teslim olmak yerine barışı yeniden tesis etmenin yollarını arayan bir dile ihtiyacı var. En aşağıdakileri, seçim meydanlarında elini vicdanına koymayıp harama ortak olmakla suçladığı AKP seçmenini de kapsayan bir dile… Eş genel başkanı ve 15 milletvekili CHP’nin dokunulmazlıkların kaldırılmasına verdiği onayın da katkısıyla tutuklanan HDP seçmeni için de demokrasi ve adalet talep eden bir dile… Hatta vatandaşlığa alınırlarsa koşa koşa gidip AKP’ye oy vereceklerini varsaydığı ve Türkiye’de volta atmak yerine ülkelerine dönüp savaşmalarını emrettiği mülteciler için de barış ve insanca bir yaşam isteyen bir dile ihtiyacı var… Seçim meydanlarında “topuklu efe” diye tanıttığı ve evde temizlik yaptığı için siyasette de temizliği en iyi onların yapabileceğini iddia ettiği kadınların hak mücadelesini tanıyan, cinsiyetçi olmayan bir dile… Onların yanında görünürsek bize şöyle derler, böyle derler korkusuyla siyaset alanını sürekli daraltan bir dil yerine özgürlüğü ve adaleti herkes için isteyen bir dile…”

Yazıyı tamamladığımda günlerden çarşambaydı. O akşamüstü Enis Berberoğlu’nun tutuklandığı haberi geldi ve tepemizde helikopterler uçmaya başladı. Ertesi gün Kılıçdaroğlu “adalet yürüyüşü”nü başlattı. Üstelik de önce parti ileri gelenlerinin ağzından, daha sonra ise kendi ağzından yalnızca kendi milletvekilleri için değil, bütün tutuklu vekiller için yürüdüklerini, adalet için yürüdüklerini, herkes için adalet istediklerini beyan ederek…

İşte, acemi köşe yazarının çilesi de böylece başlamış oldu. Önce süreci takip edip yazıyı güncellemeyi denedim. Sonra deneyimli bir gazeteci olan arkadaşıma içinde bulunduğum durumun beni ne kadar şaşkına çevirdiğini anlatınca gülerek “hocam, yazıyı teslim etmeden üç saat önce yazmaya başlayacaksınız, başka türlü olmaz bu işler” dedi. Bunu yazarken bile kendi halime gülüyorum şimdi. İçinde yetiştiğim akademik disiplin bana işleri son dakikaya bırakmamayı öğretmişti oysa. Şimdi diyeceksiniz ki “Öğretti de ne oldu? Artık o akademik disiplinin içinde olmadığına göre…” Evet, hatta o disiplini üretecek ve öğretecek bir akademi bile –geride kalan birkaç kıymetli meslektaşımı tenzih ederek- kalmadığına göre…

İLEF’teki odamın penceresi dışarıya değil, binanın iç avlusu da sayılabilecek aralığına bakardı. Doğrudan güneş almazdı, ama aydınlıktı. Dışarıda olan biteni göremezdim; fakültenin önündeki yokuştan gelip geçenleri, arabaları, karşıda çimlere uzanan öğrencileri, aynı kampüs içinde karşılaşmadan yaşayabilmenin yolunu bulmuş kedileri ve köpekleri… O odada çok yazdım. Şimdi o avlunun dışındayım. En az içerideki kadar yorucu. Alışık olduğum, bildiğim, neredeyse kendiliğinden bir hal almış yazma ve üretme deneyiminden çok farklı… Daha çok bocalayacağım belki böyle… Ama çalışırken başka bir pencereden bakmak, üstelik de dışarıya bakmak ne eşsiz bir deneyimmiş.

Kılıçdaroğlu yazısı gelecek günlere kaldı. Hani iyi bir şey olacağı zaman nefesinizi tutarsınız, büyüsü bozulmasın istersiniz ya… O an kimse üzerine konuşmazsa gerçek olacakmış gibi. En son 8 Haziran sabahında bu duyguyu yaşamıştık. Belki bu seferki yürüyüş bizi gerçekten adalete götürür.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.