YAZARLAR

Küresel güç mücadelesinin yeni adresi: Asya-Pasifik VI

Yazı dizisinin son durağı Japonya sahip olduğu ileri teknoloji ve gelişmiş ekonomisiyle hem ikili hem de çok taraflı işbirliği anlaşmalarıyla bölgedeki varlığını güçlendirmeye çalışıyor. Askeri olarak sırtını ABD’ye yaslasa da Japonya kendi kuvvetlerini oluşturmakta kararlı görünüyor.

“Japonya derhal Batı’yla bütünleşmenin ve Batı’yla aynı teknolojik düzeye gelmenin yolunu bulmalı. Yoksa Batı tarafından sömürülmesi kaçınılmazdır.” Bu sözler 1854’te Japonya limanlarının zorla ABD’ye açılması sonrasında İmparator Mutsihito’nun Meiji Restorasyonu (Aydın Hükümeti) ile beraber bir dizi reformu hayata geçirme politikasının ana fikriydi. Nitekim Japonya komşusu Çin’den farklı bir şekilde sömürgeleşmemiş, oyunu kurallarına göre oynayarak önce 1895’te Çin’i ardından da dünya tarihi açısından Asyalı bir devletin sömürgecilikte kat ettiği yolu göz önüne serecek şekilde 1905’te Rusya’yı yenmişti. Japonya’nın 40 yılda elde ettiği bu başarı literatürde ancak mucize kelimesiyle tarif edilebildi: Japon Mucizesi. Artık dünya sömürgecilik ve emperyalizmin Batı’nın tekelinde olmadığını görmüş, Asya halklarıysa içlerinden çıkan, Batı tekniğini ve usulünü kullanan bu güç karşında çaresiz kalmıştı. Japonya’nın söz konusu bu pratiği II. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle ayrılmasına neden olurken; Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının ardında bıraktığı dehşet dünyanın hafızasında yıkım, yayılma ve savaşın ne olduğuna dair derin izler bıraktı. Savaş sonrası Tokyo, ekonomisini hızla onararak 2009’a kadar dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü olmayı başardı. Yani mucize ikinci defa tekrar etmişti. Japonya’nın bu hızlı toparlanmasının Asya-Pasifik’e yansımaları hatıraları canlandırıyor. Acaba tarih tekerrürden mi ibarettir, acaba Japonya yeniden yayılmacı bir hevesle yüzünü sınırlarının ötesine mi döner? Japonya, Asya Pasifik’te ne olmasını istiyor ve ne bekliyor?

SUŞİDEN DAHA DA ÖTE: JAPONYA'NIN PROFİLİ

Sushi, içeriğine baktığınızda çiğ balık ve lapa halinde pirincin bir araya geldiği ve benim gibi pek çok insanın kullanmakta zorlandığı çubuklarla servis edilen bir Japon yemeği. Dünya mutfağındaki yerini perçinleyen bu yemek, Japonya’nın kültürel gücüne vurgu yapıyor. “Ekonomisi güçlü olan ülkenin mutfağı daha bilinir olur” tezi sadece ABD’nin hamburgeri için değil, Japonya’nın sushisi için de geçerli.

Japonya yüksek sanayileşmiş ekonomisiyle dünyadaki en büyük üçüncü ekonomi. 1968’den 2009’a kadar, yani Çin ikinciliği elinden alana dek, ABD’den sonraki en büyük ekonomi olma unvanına sahipti. Dahası 1960-80 arası Japon ekonomisi dünyanın en fazla büyüyen ekonomisi olmuştu. Bunun bir yansıması olarak Tokyo, IMF, Dünya Bankası, G7 ve G4 gibi uluslararası örgüt ve grupların da en önemli bileşenleri arasında yer aldı, alıyor. Bel kemiğini üretimin oluşturduğu Japon ekonomisi, elektronik araçlar, otomobil, gemi, makine gereçleri ve kimyasallarda dünya lideri konumunda. Bu kadar üretim odaklı bir ekonomide ihracat elbette ekonominin seyri açısından kritik bir öneme sahip. Dünya Bankası 2016 verilerine göre, makine ve işlenmiş mamuller ihracatın temel kalemlerini oluştururken ABD (yüzde 20), Çin (yüzde 17) ve Güney Kore (yüzde 7.2) bu ihracatın ana istikametleri durumunda. Japonya doğal kaynak bakımından fakir bir ülke olduğu için temel ithalat kalemini enerji, makine araç gereçleri ve gıda malzemeleri oluşturuyor. Japonya’nın ithalatında 2007’den itibaren ABD’yi tahtından eden Çin yüzde 25.8'lik payıyla lider konumunda yer alıyor. Onu yüzde 11.1 ile ABD izliyor. UN Comtrade 2015 istatistikleri uyarınca Tokyo ihracatında Asya Pasifik’in toplam payı yüzde 47 civarında. İthalatın da yüzde 52’si Asya Pasifik bölgesi kaynaklı. Veriler gösteriyor ki Tokyo yönetimi ham madde ve enerji ihtiyacını artık yayılmacı politikalarla değil, 21'inci yüzyılın dinamiklerine uygun olarak ticari bağlarla sağlıyor. Kuşkusuz bu da yeni bir bağımlılık ilişkisini beraberinde getiriyor, ancak 19'uncu yüzyıldaki gibi şiddete gebe bir ilişkilenmeyle değil.

Japonya’nın ekonomik olarak hızla toparlamasının en önemli sağlayıcısı bölgedeki en önemli müttefiki ABD. II'nci Dünya Savaşı sonrasında Japonya’nın silahlanması yasaklanarak güvenliği bir nevi ABD tarafından üstlenildi. 1945’ten sonra ABD’li General McArthur yönetimi altında “savaşa bir daha asla” diyen ve Japonya’yı askeri olarak edilgen kılan meşhur dokuzuncu maddeyle birlikte Japon Anayasası yapıldı. 1960’da ABD-Japonya Karşılıklı İşbirliği ve Güvenlik Antlaşması’yla da Japonya’ya yapılacak bir saldırının ABD’ye yapılmış olacağı kabul edildi. Bu çerçevede ABD, kuzey ve güney Japonya’da hava ve donanma üsleri açarak 50 binden fazla askeri personeli buraya konuşlandırdı. Ayrıca ABD, Soğuk Savaş’tan sonra sıkça duyulan ‘ulus inşasının’ ilk örneğini de Japonya’da hayata geçirdi. Japonya bir ticaret devleti olacaktı. Nitekim öyle de oldu. Soğuk Savaş dönemi boyunca Güney Kore’yle beraber ABD güvenlik şemsiyesi altında bulunan iki ülke hızla kalkındı, üstelik ABD pazarına erişimleri kolaylaştırıldı. Sonuç olarak Japonya dünyanın ekonomi devlerinden biri oldu. Ancak Trump dönemiyle korumacılığın yeniden gündeme gelmesi Tokyo’nun Asya Pasifik’e ağırlık vereceğine yorulabilir.

TOKYO VE CANBERRA BİR TARAF, PEKİN BİR TARAF

Halihazırda Japonya 2016–2017 için BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi statüsünde olup BM bütçesine en fazla katkı veren ülkeler arasında yer alıyor. Benzer biçimde Asya-Pasifik’in gelişimi için pek çok ülkeye kalkınma konusunda asistanlık yapıyor. Japonya’nın bölgeye yönelik politikalarının en net göstergesi, çok taraflı işbirliği ve kalkınma projelerinin bir parçası olarak ekonomik açıdan gücünü perçinlemek. Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Forumu (APEC), Güneydoğu Asya Ulusları Birliği (ASEAN), Doğu Asya Zirvesi (EAS), G20, ASEAN Bölgesel Forumu, ASEAN+3’deki (Japonya, Çin, Güney Kore) aktif rolü bu durumun akla gelen temel örnekleri.

Tokyo açısından tüm bölge ülkeleri potansiyel bir ticaret ortağı olduğu için kıymetli olsa da bazılarının daha eşit olduğu söylenmeli. Japonya’nın en gözde ortağı Avusturalya. ABD’nin bölgedeki iki önemli müttefiki olmalarının ve ortak güvenlik algılarına sahip bulunmalarının yanında Avustralya ve Japonya’nın demokratik siyasal yapıları, güçlü ekonomik ilişkileri ve uluslararası hukuku ön planda tutan dış politikaları gibi benzerlikler de yakınlaşmalarını perçinliyor.

İkilinin en dikkat çekici hamlesi, Obama döneminde planlanan ancak Trump tarafından reddedilen TPP (Trans-Pacific Partnership) ticaret anlaşmasını ABD olmadan hayata geçirme gayretleri. Japonya Finans Bakanı Taro Aso Mayıs 2017’de Avusturalyalı mevkidaşı Steven Ciobo ile görüşmüştü. Görüşmenin ardından Aso, ABD dışında 11 ülkeyle Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği’ni ABD olmadan hayata geçirmeye çalıştıklarını ifade etmiştir.

Avusturalya ve Japonya TPP’nin ABD’siz hayata geçirilmesine gayret ederken bunu New York’taki görüşmelerde yapmaları ve “ille de Çin’siz olsun” bakış açısı ABD’nin perde arkasından ikiliyi desteklediği izlenimi bırakıyor. Özellikle Çin’in TPP’ye karşı Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği (RCEP) önermesi bu yorumu daha akla yatkın kılıyor. Çin’e göre TPP Çin’i bölgeden dışlayan bir oluşum olabilecekken RCEP, Çin’in de dâhil olduğu daha kapsamlı bir proje. Yani Pekin-Washington ticaret rekabeti, vekâleten Pekin-Tokyo ve Canberra tarafından yürütülüyor.

Askeri olarak da Japonya Çin ile karşı karşıya gelme ihtimaline karşı hummalı bir hazırlık içerisinde. İlk olarak 2013’te Anayasasının dokuzuncu maddesini güncelleyerek silahlanmanın önünü açtı. Hâlihazırda Japonya 59 milyar dolarlık savunma bütçesiyle dünyada en fazla savunma bütçesine sahip beşinci ülke konumunda. Dahası Tokyo, hâlihazırda çok güçlü bir denizaltı ve destroyer filosu ile etkin deniz gücüne sahip. Bu güçleri olası bir Kuzey Kore saldırısına karşı, ancak temelde Çin için stokladığı artık sır değil. Açıktır ki Japonya hem ekonomik hem de askeri olarak ABD’yle paralel bir biçimde Çin’i çevrelemek konusunda dikkat çekici hamleler yapıyor.

Sonuç olarak yazı dizisinin son durağı Japonya sahip olduğu ileri teknoloji, gelişmiş ekonomisiyle hem ikili hem de çok taraflı işbirliği anlaşmalarıyla bölgedeki varlığını güçlendirmeye çalışıyor. Askeri olarak sırtını ABD’ye yaslasa da Japonya kendi kuvvetlerini oluşturmakta kararlı görünüyor. Benzer biçimde bölgesel işbirliğiyle de Pekin’i sınırlandırma gayretinde. Bunu yaparken de mümkünse ABD ile çatışmadan ama onun merhametine de kalmadan bölgede yerini sağlamlaştırmak istiyor. Tıpkı diğer dört aktör gibi Japonya da bölge siyasetinde, üzerinde söz söylenen değil, söz söyleyen olmayı bekliyor.


Mühdan Sağlam Kimdir?

Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda doktorasını yapmıştır. Enerji politikaları, ekonomi-politik, devlet-enerji şirketleri ilişkileri, Rus dış politikası ve enerji politikaları, Avrasya enerji politiği temel ilgi alanlarıdır. Gazprom’un Rusyası (2014, Siyasal Kitabevi) isimli kitabın yazarı olup, enerji ve ekonomi-politik eksenli yazıları mevcuttur. Barış için Akademisyenler “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzadığı için 7 Şubat 2017'de çıkan 686 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edilmiştir.