YAZARLAR

Kötülüğe çok yakından bakmak

Çocuğa, kadına, LGBTİ bireylere şiddet, tecavüz ve örtbasın bu denli yaygın olduğu ülkemizde keşke biz de bu hikayelerin peşinden gidebilecek yapımlara imza atabilsek. Kötülüğe daha gerçekçi gözlerle ve yakından bakabilsek…

Little Boy The Little Boy Blue'dan, anne-oğul

On bir yaşında, melek yüzlü bir oğlan çocuğu, tuttuğu futbol takımının nevresiminin içinde yatıyor. Annesiyle babası camın ardından onu izliyor. “Girebilir miyiz,” diyor anne, “Orda öyle yalnız olmasına dayanamıyorum...” Görevli girmelerine izin veriyor. Anne çocuğu alnından öpüyor, kokusunu içine çekiyor. Ayrılamıyor bir türlü oğlundan, görevli sonunda tehdit etmek zorunda kalıyor: “Durmazsanız sizi tutuklamak zorunda kalırım.”

“O benim oğlum,” diyor anne, “bana ona dokunma diyemezsiniz…” Maalesef diyebiliyorlar. Çünkü uykudaymış gibi görünen bu güzel baş, artık burada olmayan bir çocuğa ait. Çeteler arası bir çatışmada bir kurşuna hedef olmuş bu minik beden, artık bir “kanıt”. Morgdayız…

İngiliz suç dizisi Little Boy Blue’dan bir sahne bu. Gerçek bir olayı, gerçeğe olabildiğince uygun bir tasarımla ekrana taşıyan dizi, ilk bölümünde bu tür boğaz düğümleyici sahnelerle insanı avucuna alıveriyor.

Daha bir- iki saat önce neşeyle ortalarda dolanan al yanaklı bir çocuk bir anda ellerin arasından kayıp gidiyor. Annenin eve döndükten sonra giysisine bulaşmış evlat kanını dehşetle fark etmesi… Babanın sabah bahçedeki mini futbol sahasında topların yalnızlığına bakıp ağlaması… Öte tarafta başlayan polis soruşturmasıyla, suçluları hapse tıkmanın pek kolay olmayacağının anlaşılması… Tüm bu can acıtıcı detayları serinkanlı bir akış, çok doğal oyunculuklarla izliyor ve trajediyi tırnak diplerimize kadar hissediyoruz. Katıksız acının “iyi hikaye”ye evrilmesi böyle bir şey işte…

İlk bölümü izlerken, yerli dizilerde, anlattığım türden “gerçek an”lara ne kadar az rastlanabildiğini düşündüm. Bizim dizilerde inandırıcılık, anın doğallığı içinde değil ondan alınabilecek maksimum duyguyu sağma yöntemiyle elde edilmeye çalışılıyor. Böylece heba ediliyor duygu da, çoğunlukla anın kendisi de. Diziyi tutturma telaşında gemiden ilk atılan, gerçeklik hissi oluyor! Aradan ufacık bir çekilerek izleyicinin bir duyguya kendiliğinden girmesi “riski” asla göze alınamıyor. Sonucu da bir tür duygu erken boşalması diyebileceğimiz bir hâl. Dünyanın en büyük acısını anlatsan, anlattığını yapaylaştıran bir aşırılık, kuru gürültü…“Bu sahne bizde nasıl olurdu?” diye hayal ettiğimde çığlıklardan, gözyaşından göz gözü görmüyor, fonda da tabii Dandanakan muharebesine uygun tempoda bir müzik… Halbuki minicik bedeni artık kanıt sayılan ölü bir çocuk ve ona dokunamayan annesi… Hepsi bu. Bunu anlatabilsen yeter. Fazlası, çok fazla olur.

Dizi, bir de son dönemde polisiyede arttığını söyleyebileceğimiz bu “gerçeklere dayanma” eğilimi üstüne düşündürttü beni. Bunun iki tür yansıması var: Birincisi, bu örnekteki gibi doğrudan bir gerçek olayı temel alan ya da gerçeklere dayanmasa bile sürükleyici kasvetleriyle hipnotik, hayattan alınmışlık hissi veren kurmaca diziler. İkincisiyse gerçek suç (true crime) belgeselleri ki son birkaç yılda en çok rağbet görenler de bunlar. Gerçek suç hikayelerinin penny dreadfulların, dime novelların (ucuz roman, on paralık roman) bile öncesine uzanan çok eski bir geçmişi var. Okur da, izleyici de suç bifteğini hep olabildiğince kanlı sevmiş, deyim yerindeyse. Ne kadar gerçekçi, o kadar iyi. Bu durumun türlü sosyo-psikolojik nedeni olsa da sık ifade edilen, şöyle bir şey: Başkalarının acılarını evde kanepemizin güvenliğinde izlememizin, “oh halimize şükür!” dedirten tuhaf bir çekiciliği var. Suçlu zevklerin en suçlusu bu… Bir diğer etken de bu dizilerin genelde katil kimliği etrafında dönen bir araştırma içermeleri. Bu hem bir puzzle çözme “zevki” yaşatıyor hem de mesela şeytani bir seri katilin bir adım önünde hissetmemizi sağlıyor. Gerçek hayatta pek yakalanamayacak bir diğer avantaj da bu.

Suç hikayeleri insan psikolojisinin tuhaflıklarına hitap eden heyecanlı türler, evet. Öte yandan bizi gerçek dünyayla en çok yüzleştirenler de onlar…

19 Mayıs’ta yayınlanarak hemen Making a Murderer, The Jinx, O.J: Made in America gibi popüler gerçek suç belgeselleri arasına giren The Keepers, yedi bölümlük bir Netflix belgeseli. Vaktiniz varsa bir günde izler bitirirsiniz, o kadar kavrayıcı, dehşetle sürükleyici.

Bir rahibenin elli yıldır aydınlatılamayan cinayetinden yola çıkan belgesel, Katolik din ve eğitim kurumlarında gerçekleşip örtbas edilen akıl almaz taciz ve tecavüzleri ele almasıyla Spotlight filmini hatırlatıyor hemen. Ancak Spotlight’ın odağı gazetecilikken bu belgeselinki kurbanlar, tanıklar. Dolayısıyla belgeselin dramatik etkisi ironik olarak filminkinden çok daha güçlü.

Belgesel alışıldık bir whodunit (kimyaptı/katil kim) gibi başlıyor ama daha ilk bölümde öyle bir yola sapıyor ki kötülüğün çeşitliliğiyle yerinize mıhlanıyorsunuz. Olayların dramatik başlangıç noktası, Baltimore’da bir Katolik lisesinde öğretmenlik yapan dünya iyisi, güzeli, gencecik rahibe Cathy Cesnik’in 1969 Kasım’ında ortadan kaybolması. Cathy kızkardeşine nişan hediyesi almak için çıkıyor ve bir daha da kendisinden haber alınamıyor. Cesedi aylar sonra, Ocak 1970’te bulunuyor. Soruşturmadan pek bir sonuç alınamıyor ve cinayet, 90’lara kadar büyük bir sır perdesinin ardında kalıyor.

rahibe-catty-1 Rahibe Cathy'yi kim öldürdü?

90’larda bazı isimsiz tanıklar Baltimore, Maryland savcılığına başvurarak Cathy’nin öğretmenlik yaptığı, Başpiskoposluğa bağlı Keough Lisesi’nde, o dönemde bir rahibin başını çektiği sistematik taciz ve tecavüz olaylarına maruz kaldıklarını söylüyorlar. İçlerinden biri, öğretmeni Cathy’yi bu durumdan haberdar ettiğini, cinayetin arkasında bunun yatıyor olabileceğini söylüyor. Hatta gözünü korkutmak isteyen rahip tarafından arabayla Cathy’nin cesedini görmeye götürüldüğünü anlatıyor!

Rahibe Cathy Cesnik'in anısına Rahibe Cathy Cesnik'in anısına

Kurbanın, olayın üstünden 20 yıldan fazla süre geçmişken birden bunları hatırlamaya başlamasının, o dönemlerde gündeme gelen bir psikolojik fenomenle bağlantısı var: Bastırılmış anıların canlanması. Tacize uğradıklarında 13-14 yaşlarında olan kızlar bunu öyle travmatik biçimde yaşıyorlar ki zihnin devam edebilmek için bu anıları gömmekten başka çaresi kalmıyor. Bastırılan bu anılar yetişkinlikte suya atılmış cesetler gibi şişerek kıyıya vurmaya başlıyor. Bu isimsiz tanıklıklar iki kurbanın Keough Başpiskoposluğu’na açtığı bir davaya dönüşüyor. Ve savcılığı, piskoposluğu, polisi el ele vererek bu gibi durumlarda sık rastlandığı üzere bir şeytani örtbas çemberi oluşturuyor. Davanın üstü örtülüyor.

Kronolojik anlamda olayın üçüncü perdesi, günümüzden birkaç yıl önce 60’lı yaşlardaki iki kadının bu çamurlu suya bir değnek sokmasıyla başlıyor. Keough Lisesi mezunu Gemma Hoskins ve Abbie Schaub, çok sevdikleri öğretmenleri Cathy’nin ölümünü araştırmaya başlayınca Pandora’nın kutusunu açtıklarını fark ediyorlar hemen. Cathy Cesnik ve aynı dönemde benzeri bir cinayete kurban giden bir diğer genç kadın, Joyce Malecki cinayetine dair bilgisi olanları bir araya getirme amacıyla kurdukları Facebook grubuna mesaj yağıyor adeta… Kadınların araştırması sürerken bu grup da bir seferberlik halinde büyüyor. Bu iki tatlı, toplumsal olarak “pinpon” sayılabilecek yaşlarına inat zehir amatör hafiye, yıllardır kimsenin beceremediği kadar aralıyor sır perdesini. Belgesel işte bu noktadan, kadınların araştırmasından başlıyor, yerinde geri ve ileri sarmalarla ilerliyor.

The Keepers'ın zehir hafiyeleri The Keepers'ın zehir hafiyeleri

Ortaya çıkan tablo korkunç ötesi… Din-devlet, kısmen de toplum işbirliğiyle örtbas edilen eril şiddetin boyutları o kadar ürkütücü ki anlatılanlara tahammül etmek zorlaşıyor giderek. “Ben izlemeye dayanamıyorum, bunları bir grup çocuk yıllarca yaşamış…” diye hatırlatıyorsunuz kendinize. Olay kız çocuklarıyla da sınırlı değil ve Cathy cinayetinden çok öncesine uzandığı da anlaşılıyor. Otoriteden beslenen bir tek insanın onlarca, yüzlerce hayata ne büyük bir zarar verebileceği konusunda ibret verici bir hikâye, anlatılan.

The Keepers, bir belgeselin dramatik yapısının nasıl örgütleneceği konusunda ders mahiyetinde bir iş. Bu açıdan belgeselle, hatta genelde senaryoyla ilgili herkesin izlemesi gereken bir yapım.

Rahibe Cathy Cesnik ve babası Rahibe Cathy Cesnik ve babası

Belgeselin türdeşleri arasında öne çıkan bir yönü de, konusuna yaklaşımının temizliği. Bu kadar merak uyandırıcı, “cazibeli” bir konuda izleyiciyi asla dürüst olmayan biçimde manipüle etmiyor. Kartları adil dağıtıyor, çok sağlam ve katmanlı bir dramatik yapıyla yedi bölüm boyunca olayın bambaşka boyutlarına dikkat çekip merakı ayakta tutarken esas odağı, kurbanları asla ihmal etmiyor. Benzeri pek çok belgeselde olduğundan daha çok giriyorsunuz kurbanların dünyasına. Katharsise/arınıp rahatlamaya varmayan bir özdeşleşmeyle kurbanların, özellikle de birinin, Jean’in yaşadıklarını o kadar derinden hissediyorsunuz ki… Ama o yumruk da kalıyor boğazınızda. Bu çarpıcı hikaye, belgesel bittikten günlerce sonra bile kafanızda dönmeye devam ediyor.

The Keepers, çocukları tehdit eden tehlikelere, taciz ve tecavüze karşı tedbirler almak ve bunlarla başa çıkma yöntemleri hakkında bilgi edinmek açısından bence tüm ebeveynlerin izlemesi gereken bir belgesel. Olaylar Baltimore’da, Katolik bir dünyada geçiyor olsa da benzeri acılar her yerde, her gün yaşanıyor…

Çocuğa, kadına, LGBTİ bireylere şiddet, tecavüz ve örtbasın bu denli yaygın olduğu ülkemizde keşke biz de bu hikayelerin peşinden gidebilecek yapımlara imza atabilsek. Kötülüğe daha gerçekçi gözlerle ve yakından bakabilsek… Karşısında donup kalmak için değil, onunla başa çıkabilmek için…

*Little Boy Blue (ITV)

Mini dizi, 4 bölüm

Yapım: İngiltere, 2017

Oyuncular: Sinead Keenan, Brian F. O’Bryne, Stephen Graham, Matthew Roberts

Senarist: Jeff Pope

Yönetmen: Paul Whittington

**The Keepers (Netflix)

Gerçek Suç belgeseli, 7 bölüm.

Yapım: Amerika, 2017

Yönetmen: Ryan White


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.