YAZARLAR

Kesik

Görünüşe bakılırsa yırtıp atma, silme veya görsel olanı görmeden geçme üzülmemek, sinirlerimizi allak bullak etmemek, moralimizi bozmamak içindir. Böyle midir gerçekten? Onları duygularımızın kendi rengine boyayan bizler değil miyiz aslında?

Fotoğraf albümlerinde, kutularında zaman zaman rastlarız bir parçası koparılmış, kesilmiş fotoğraflara. Belli ki bir zamanlar koparılıp atılan parçada bir eşin, arkadaşın belki de bir dostun sureti vardı. Kopmuş, koparılmış bir ilişkinin ertesinde çoğu kez öfkeyle gerçekleştirilmiş bu kesik, toptan imha edilmiş suretlerin de olduğunu, olabileceğini hatırlatır bize. Oysa bilmeliyiz ki gözden ırak olanın gönülden de ırak olacağı kabulü ve inancıyla gerçekleştirilmiş hoyrat bir edimdir bu. Suretlerle aramızdaki bu çekişme, suret sahiplerini unutmanın, hayatlarımızdan çıkarmanın neredeyse bir ilk gayretidir. Bir anın hatırasını kaydetmek için nasıl fotoğraflamaya çalışıyorsak, sanki bu kez tersine bir hareketle fotoğrafı imha ederek kaydı da ortadan kaldırmaya çalışıyoruzdur. Oysa yanılgıyla yüklüdür giriştiğimiz eylem. Boşuna bir çabadır. Gerçek bir silme yoktur çünkü. Suret olarak sildiğimiz, unutuşa bıraktığımız çoktan hayatlarımızın bir yerlerine silinmezcesine sinmiştir, izlerini bırakmıştır. Bizde, bizimle yürüyordur. Bir kez gerçekleşmiş olan gerçekleşmemiş gibi addedilemez biliriz. Hayatımıza değmiş olan, ilişkiye girdiğimiz her şey varoluşumuzun koşulu haline gelir çünkü. Ama yine de vazgeçmeyiz bunu inkârdan.

Bir imkânsızı istemek gibi bir şeydir aslında suretleri ortadan kaldırarak hedeflediğimiz. Şiddetli bir unutma arzusuyla giriştiğimiz eylem, tam da unutmayacağımızın, unutamayacağımızın bir delilidir bir yanıyla. Ama böyle olduğuna kapatmışızdır kavrayışımızı. Ne hatırlama ne de unutma iradi olana bağlıdır bütünüyle. Her ikisi de iradi olana direnir. Kişisel hafızamız kollektif olanla işler ki kollektif olan insanlarla kaim değildir yalnız, canlı cansız şeyleri de içerir. Bir sokak, bir evdeki ayrıntı, okuduklarımızdaki bir kelime, karşımıza çıkıveren bir görüntü, usulca kulağımıza çalınan bir ses, bir melodi, bir anda burnumuza gelen bir koku suretlerini sildiklerimizi sökün ettiriverir, şimdimizi işgal ettiriverir. Üstelik ne kadar kaçarsak o kadar ağına takılırız.

Gözü yaşantının odağına almanın yarattığı bir sonuçtur suretlerle giriştiğimiz didişme sanki. Onlarla kurduğumuz bağlantının içerdiği ikircikli halin, görmeye atfettiğimiz öncelikli yerin içerdiği ve sızdırdığı yanılgıya dayandığını söylemek mümkün. Yanılgı görmenin ve görülmemenin çoğu kere varoluşu kuşattığı kabulüyle hareket etmekten kaynaklanır. Böylelikle de bu yanılgı, farkında bile olmaksızın, duygularımızı düşüncelerimizi harekete geçiren vasfı nedeniyle görselliğin ve dahi görünürlüğün hayatımızda azami önem arzeder hale gelmesine yol açar. Aynı zamanda bu yanılgı, suretlerle görsel olanla karşılaştığımızda hisseden biz olduğumuz halde hissettiklerimizin suretin, görsel olanın özelliğiymiş gibi onlara yaklaşmamıza da vesile olur. Yoksa neden yırtıp atarız fotoğrafları veya bir tıkla sileriz dijital kayıtları, eğer onları bir hisler yumağı olarak kabul etmiyorduysak?

Görünüşe bakılırsa fotoğrafları yırtıp atma, silme veya görsel olanı görmeden geçme üzülmemek, sinirlerimizi allak bullak etmemek, moralimizi bozmamak içindir. Böyle midir gerçekten? Onları duygularımızın kendi rengine boyayan bizler değil miyiz aslında? Neden fotoğraf çekip sonradan da onu ortadan kaldırırız? Yaşadığımız hoşnutluğun kaydı olarak sakladığımız şey, işler kötü sonuçlandığında neden yokluğa yolculanır? Önü alınmaz bir duygunun, bir iştihanın ifadesi değil midir bir fotoğraf kaydı bir anlamda? Bir duygu depolama aracı, insanileştirilmiş bir nesne değil de nedir sonuçta bir fotoğraf? Ona yüklenen duygularla görünmez kıldığımız fotoğrafın nesnelik hali değil midir bir yanıyla? Ya peki yırtılıp atıldığında ne oluyor ne yapıyoruz aslında? Bir fotoğraf onu çekerkenki hissettiklerimizin görsel ifadesiyse yırtıp attığımızı, sildiğimizi sandığımız da hissettiklerimiz olmalı. Oysa yırttığımız bir kâğıt parçası, bir nesne. Nasıl ki ilk halinde duygu istilasıyla görünmez kılınan bir nesneyse, yırtıp attığımızda da görünmez kılınan, iptal edilmeye çalışılan bu kez hissettiklerimizin kendisi oluyor. Yani fazlası var, biz farkında olmasak da onunla birlikte yırtıp attığımız birisi birileri değil, onları nesneleştirdiğimiz gerçeği. Değil mi ki onları yırtarak suretlerin sahiplerini de hayatımızdan çıkarmayı, unutmayı hedefliyoruz ve buna canı gönülden inanıyoruz, yaptığımız hayatımıza sindikleri halde o kişilerle yaşadıklarımızın üzerine bir kesik atarak onları hiçliğe gönderme çabası, imkânsız olsa da geri durmadığımız bir uğraş.

Çevremizdeki insanlarla kurduğumuz ilişkileri fotoğraflara kaydedişimiz kimi kez iç dünyamızla dış dünya arasındaki ayrımı bulanıklaştıran duygusal taşkınlıklara yol açtığı kadar duygusal anlamda bir taşlaşmaya da meydan verebiliyor demek ki. Tabii bir de aldığımız armağanlar var, belki de bu durumu fotoğraflardan daha doğrudan görebileceğimiz. Evimizin bize en özel yerlerinde koruyup kolladığımız kimi zaman da hikayelerini üçüncü kişilere aktardığımız ama bir gün çöplüğe yollama ihtimalimiz olan armağanlar. Oysa kalıcıdırlar biz onları yok etsek de.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.