YAZARLAR

Ey Türk kadını!

Mustafa Kemal’in annesi ve manevi kızı üstünden yürüyen, adliyeye kadar giden tartışmada ne oluyor? Ne olacak, bir taraf nefret ettiği bir tarihsel kişiliğin imgesini yıpratmak için kadın üzerinden bel altı lümpen muhabbet yürütüyor. Karşı taraf cevabı, yine kadını harcayarak veriyor. İş neredeyse, “Ey Türk kadını, birinci vazifen yaşlanmayı bilmektir” girişli hitabelere varacak…

Bir bel altı muhabbet dönüyor. Mustafa Kemal adı etrafında. Bu kadar sorunun yaşandığı bir cumhuriyetin kurucu babasının etrafında tartışmalar dönmesi, kavgalar olması elbette doğal. Bir başka doğal şey var ki hiç doğal değil: Tartışma bel altından yürüyor. Doğal görünüyor bu da, çünkü lümpenlik kamusal alanı sarmış durumda; asla doğal değil çünkü lümpenliğin kendisinde ve yayılmasında, teşvikinde hiçbir kamusal fayda olamaz. En özet şu ama: Saldıran da savunan da “kadın”ı kılıç ya da kalkan yapmış, dalmış meydana.

“Mustafa Kemal’e hakaret…” tartışma bu başlıklarla görüldü, yürüdü. Öfke uyandıran lafları edenlere soruşturma açıldı, gözaltı filan. Tutuklama çıkar mı çıkar. Kimseye hakaret edilmemeli. Devlet büyükleri-hakaret-tutuklama dizisi ve düşünce özgürlüğü meselesine hiç girmeden soralım: Fakat efendiler, sadece Mustafa Kemal’e mi hakaret var? Afet İnan’a yok mu?

Yok, çünkü bu “erkek”lerin kavgası. Afet İnan’a “ayıp” edilmiş olabilir, en fazla o kadar.

FATURA ‘MAHALLE KARILARI’NA 

İşte, bir “tarihçi gazeteci yazar”, Murat Bardakçı, şu başlıkla savunuyor Mustafa Kemal’i: “Afet Hanım ve mahalle karılarından beter dedikoducular!

Murat Bardakçı, Afet İnan’ın ve çocuklarının ne kadar zarif, iyi insanlar olduklarını anlatıyor güzel güzel, fakat “hakaret” boyutunu sadece Mustafa Kemal için düşünüyor ve attığı başlıkla, saldırganların vurduğu yerden vurmaya yöneliyor. Saldırganların vurduğu yer: Mustafa Kemal’in annesi ve manevi evladı… Savunmanın en güvenip başlığa aldığı yer: “Bunlar tarihçi değil … dedikoducu mahalle karıları…”

Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu (1951’de Demokrat Parti döneminde çıkarılan 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun) kast ederek, “Karşıyım ama lazım da…” diyor, aklına cinsiyetçiliği geriletecek, cinsel ayrımcılığı törpüleyecek kanun ya da başka düzenlemeler gelmiyor. Niye gelsin? O da bu “tarihçi”lerin hiç de tarihçi olmadığını cinsiyetçi bir ağızla söyleyecek çünkü. Üstelik, olayın bütün kahramanları erkek: Bu tür hikayelerin en ünlü kaynak kişisi, Rıza Nur, bir erkek. Televizyonda bel altı lümpen muhabbetini yürüten üçlü erkek. Zübeyde Hanım aleyhine konuşan bir erkek. Onlara aslanlar gibi cevap veren yazarımız da bir erkek. Herkes erkek, saldırılan üç isimden ikisi kadın ve hedefteki kişi, Mustafa Kemal, kadınlar üzerinden vuruluyor. Saldırılanlar artık konuşamaz, yaşamıyorlar; ama onlar aleyhine konuşan için de lehine konuşan için de “kadın” temel aşağılama aracı, birimi hatta.

Savunanlara sorarsak, Mustafa Kemal, kadının özgürleşmesini, birey olmasını, erkekle eşit olmasını sağlayan devrimlerin de yapıcısı; gel gelelim aşağılık lümpen erkek dilini mahkûm etmek için başvurdukları şey, mesela, “kahvehane köşelerindeki herifler” klişesi bile değil “dedikoducu mahalle karıları” klişesi. İnsanın, lümpenleşme dalgasına kapılıp, “Ulan hepiniz erkeksiniz be!” diyesi geliyor.

İLBER ORTAYLI’NIN KADINCAĞIZ HOCASI

Bunun bir iki boy büyüğü daha var, İlber Ortaylı. Çok öfkelenmiş. Haklı. Afet İnan hocasıymış da. Hocasını zarif olduğunu düşündüğü sözlerle övüyor ama öfkesini çıkarırken “kadın”a uğramayı ihmal etmiyor: “…Bu adamlar zamanında kadınlarla iyi ilişkiler kursaydı, böyle olmazdı.” Kadın, ilişki kurmak için orada burada, ulaşılabilecek her yerde hazır adamları bekliyor, fakat “bu adam”lar var ya bu adamlar, bundan imtina etmiş, o yüzden böyle olmuşlar… Bir de “adam”ın sözlerini, “etnik kökeni yüzünden etnik milliyetçilik”e bağlıyor ki profesörlere şenlik; ne diyor etnik deyince, “Türk” olsa yapmaz, bunlar hep… Gerçi çattığı kişiyi etnik kusurla oyun dışına attıktan hemen sonra, yine o çok övdüğü Afet Hanım üzerinden, “Türk kadını” kategorisine hayli sıkı bir dirsek geçirmeden duramıyor:

“Afet İnan'a çok ayıp edildi. Afet Hanım hem benim hocamdı hem de çocukları arkadaşım olduğu için gider gelirdik. Ben dünyada bu kadar terbiyeli, seviyeli, mütevazi, her şeyi gayet güzel anlatan şekerler şekeri bir hoca görmedim. Üniversitedeki çok insandan daha cesurdur. Gadre uğrayan insanları kendi kürsüsüne alır korur. Kaç tane böyle isim var? Şerafettin Turan (Atatürk'ün Türk Dil Kurumu'nun son başkanı) bunlardan biri. Çok şeker bir kadıncağızdı, Allah rahmet eylesin. Her bakımdan mükemmeldi. Bir kere kadın yaşlanmasını bilen nadir Türk kadınlarındandı.” (https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/05/10/ilber-ortaylidan-ataturke-hakarete-tepki/)

BİR KADINLIK GÖREVİ: YAŞLANMAYI BİLMEK

Hocası, ama “kadıncağız?” Hadi buna aşırı sevgiden gelen bir samimiyet ifadesi diyelim, şuna ne diyelim: “Üniversitedeki çok insandan daha cesurdur.” Üniversitede çok insan var, bir de Afet Hanım var, Afet Hanım, insandan daha cesur. Yani pek insan sayılmaz mı diyor? Yok, İtalyan filozof Adriana Cavarero’nun antik Yunan filozofu Platon’dan deşifre ettiği bir kategori ile konuşuyor: “İnsan”, erkektir; kadın “eksik erkek”tir, o yüzden o kadar da insan değildir. O yüzden bir kadın, “birçok insandan daha cesur” olarak övülür, erkekten demek istiyor, yani. Önceki sıfatlar da o yüzden öyle tuhaf: “Seviyeli, terbiyeli, mütevazi, her şeyi gayet güzel anlatan…” Kadın dediğin, seviyeli ve terbiyeli olmak zorundadır. “Her bakımdan mükemmeldi” deyip, benim buraya kadar dediklerimi boşa çıkaracak bir laf geliyor sandım, yanıldım: “Yaşlanmasını bilen nadir Türk kadınlarındandı.”

Meziyete bakın! Yaşlanmasını bilmek diye bir kadınlık meziyet sınavı var, yaşlanmasını bilecek ki insan, erkek onu sevsin, övsün. Çünkü “Türk kadını” yaşlanmasını bilmez, veri bu. Detay yok, çok üstüne gitmeyelim, kemik erimesi mi olur ne yiyeceğini bilmemekten ya da bulamamaktan, romatizma mı olur sobasız evde oturmaktan, beli mi bükülür yük taşımaktan, makyaj mı yapmaz erkek efendinin gözü rahatsız olmasın diye, ne kast ediyoruz bilmiyoruz.

Bilebileceğimiz tek şey şu: Öyle tuhaf günler ki etnik, dinsel, cinsel, siyasi, ahlaki, hukuki sayısız sorun içinde, sorunları çözecek tartışmalara, mücadelelere yönelmek yerine semboller üzerinden tiyatrolar kuruluyor. Bu son piyesin en büyük kaybedeni de “kadın”lar, Mustafa Kemal’in yakınında olmuş oldukları için, hem de mahallede oturdukları için, hem yaşlanmayı bilmedikleri için…

"Ey Türk kadını" diye başlayıp, "Birinci vazifen yaşlanmayı bilmek, erkek muhabbetlerine tahammül etmektir" diye devam eden hitabeler yazılacak bu gidişle...