YAZARLAR

‘Sivil ölüm’ ve adaletsizliğin ebedileşme tehlikesi

Açlık grevleri, siyasetin çölleşmesinin, çölleştirilmesinin yol açtığı eylemlerdir. 12 Eylül’den beri Türkiye’nin iyi tanıması gereken eylemlerden. “Benim dediğim gibi yaşarsan âlâ, yaşamazsan senin payın (sivil) ölümdür” emrine itaatsizlik. Bu sefer “örgüt emri var” pişkinliğine de vuramıyor kimse. Duymamayı, görmemeyi seçenler, kendi geleceklerine dair bir seçimde de bulunuyor: Adaletsizliğin ebedileşmesi seçimi.

Açlık, felakettir. Canlının felaketi. Canlı, yer. Aç bırakmak, başkasının payını vermemek, suçtur. Çünkü açlık öldürür. Başkasının payını vermeyen, onu öldürendir. Hak kavramı icat edildiğinden beri başkasının payını vermeyen, el koyan, hak yiyen, can yemektedir.

Açlık grevi, felaket eylemidir. Bedenin felaketiyle sonuçlanır. Başkasının değil, kendi bedeninin. Kim, nasıl, neden böyle bir eylem yapabilir? Kim kendini felakete sürükleyebilir? Başkasının değil, kendi bedeninin yıkımıyla karşımıza çıkanlar, ne yapmaktadır?

*

Avrupa sömürgecilerinin dünyada kendilerinden başka insan olmadığı, ötekilerin ancak kendi sayelerinde insan olabileceği inancıyla küreyi yakıp yıktığı çağlarda, 1800’lerin ikinci yarısında Uruguay’dan dört yerli Avrupa’ya getirilir. Kafes içinde sergileneceklerdir. Vaimaca Peru, yerli reis, yemeyi reddeder ve birkaç ay içinde ölür. Senacua Senaque, hekim, onun ölümü de gecikmez. Sebep aynıdır: Açlık. Yemeyi reddetmiştir. (Uruguay, Vaimaca Peru’nun müzede “son yerli şef” etiketi altında sergilenen kemiklerini 2000’lerin başında aldı. Ulusal efsanevi kahramanlar olarak hatıralarını yad etmek üzere.)

Peru ve Senaque, insan onuruna yaraşmayacak koşulları ölümle karşıladılar. Bugün anladığımız anlamda “insanlık onuru” ya da “açlık grevi” kavramlarına yaslanıyor değillerdi kuşkusuz, yaptıkları şey, yaşam alanlarından koparılışlarına cevap vermekti. Kendilerini insan saymayan, kafeslerde sergileyen kıyıcı, kibirli tüccar fatihlere, mahkûm edildikleri yaşamı sürdürmeyi reddederek cevap verdiler. Kendi bedenlerine yönelttikleri şiddetle hak ve haksızlık terazisine ölümün ağırlığını koydular.

*

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, KHK ile atılan akademisyen ve öğretmen. İki aydan fazla bir zamandır açlık grevindeler. Kemal Gün, iki buçuk ayı da geçti. Gülmen ve Özakça, mesleklerine dönmek istiyor. Gün, çatışmada öldürülen oğlunun cesedini istiyor. Gülmen ve Özakça, geçinme haklarının çiğnenmesine itiraz ediyor, üçüncü gömme hakkının. Ağır bir şiddet bu. Öldürmeyen, ama ölüme giden bir şiddet. Kendilerine reva görülene, devletin hikmetinden sual edilmesini istemeyen şiddetine cevaben.

*

Açlık grevleri, siyasetin çölleşmesinin, çölleştirilmesinin yol açtığı eylemlerdir. “Benim dediğim gibi yaşarsan âlâ” emrine itaatsizlik.

Türkiye, açlık grevlerini iyi tanıyor. En azından 12 Eylül’den beri. Radikal solu, her tür devrimci hareketi, işçi hakları çerçevesindeki her örgütlenmeyi, azınlıkları, Kürtleri, hasılı, kendi kaderlerini devlete ve sahasının egemenlerine bırakmayan, kendi kaderlerine devletin fermanlarından başka bir yaşam uğruna sahip çıkmak isteyen herkesi ezme yeminiyle siyaseti tekeline alarak ülkedeki akıl ve vicdanları karanlığa gömen 12 Eylül’den beri. Kürt yarasının en acılı yerlerinden Diyarbakır 5 No’lu cezaevinden başlayarak, memleketi zindana çeviren politikaların daima en çok belirginleştiği Mamak, Metris, Bayrampaşa gibi cezaevlerindeki eylemlerden tanıyor.

Her seferinde benzer şeyler oldu: Önce uzun bir sessizlik, ölüm eşiği yaklaşana ya da ölümler başlayana kadar süren sessizlik. Sonra bildik söylemler: “Örgütün zorla yaptırdığı işler bunlar, devlet böyle şeylere yüz vermez. Talepler meşru olsa...”

Arada, âkil kişiler kamuoyunu ve siyaset üretenleri etkilemek üzere çırpındı durdu, merhum Yaşar Kemal’den Zülfü Livaneli’ye, Mehmet Bekaroğlu’na varan bir avuç kişi canla başla ölümlere engel olmak için çırpındı.

Bu sefer her açlık grevinde hemen ortaya atılan “örgüt” lafıyla bağlantılı bir fenomenle karşı karşıya değiliz. Bu sefer, bireysel hakların çiğnenmesine bireysel itirazla karşı karşıyayız. Basit, ama hayati: Mahkeme kararı ya da mahkeme denetimi olmaksızın iş akdinin feshi, basit ama hayati bir ilkedir. Ferman niteliğindeki kararnamelerle tarumar edilen, sadece atılan kişilerin düzeni, hayatı değildir; ülkede yaşayan herkesin yurttaş olarak tehdit altında kalmasına yol açacak bir olağanüstü halin kalıcılaşması, herkesin hayatının tarumar edilebileceği bir düzenin ebedileşmesinden başka sonuca açamaz.

*

İktidar etrafında kalem oynatanların açık açık söylemekte beis görmediği “sivil ölüm”e mahkûm edilmeye karşı çıkıyor Gülmen ve Özakça. Gün ise kadim Yunan mitolojisinden beri tartışılan “gömme hakkı”nı istiyor, yaşlı Priamoslar ülkesi Dersim’den bir yaşlı olarak.

Gülten Akın, 12 Eylül sonrasında, 42 gün süren bir açlık grevi sürecini şiirleştirerek toplumsal bilince sunarken, “aynı dille konuşuyor, aynı dili konuşmuyoruz” diyordu. Kamuoyu üstünde etkisi kuvvetli olabilecek isimlerden bir Sezen Aksu’yu duyduk bu sefer; inceliklerin şairinin bestecisi, incelikle ses etti. Haksızlığın, “sivil ölüm” gibi ağır bir mahkûmiyetin sevinçle seyrinde olanlar, üç maymunu oynayanlar, insanlık onuru ve adaletin gündüz gözüyle çiğnendiği yerde kendilerine mutlu bir gelecek ummasınlar. Büyük şairin 1986’da yayınlanan “42 Gün” adlı kitabından:

"kardeş benim ölüp ölüp dirildiğimi

şimdi dıştala sen umursama

bugün benim başımdaki ağrı

yarın senin de başında"