YAZARLAR

40 yıldır 12 Eylül: ‘Seher yeli kız’lar, kömür gözlü çocuklar

12 Eylül, bir yargı davası değil, bir ‘devlet yönetme davası’ olarak 40 yıldır açık duruyor. Gece yarısı, sabaha karşı, çocukların, genç kızların uyuduğu odalara giriyor. “Bir gece ansızın” geliveriyor.

2009 yılının 29 Ocak günüydü. Davos’ta Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e öfkeli bir şekilde “Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir” diyor, “Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü çok iyi biliyorum…”

2007’deki ‘e-muhtıra’yı, bir yıl sonra dalgalar halinde başlayan Ergenekon operasyonlarını yaşamış Türkiye’de bugünkü kadar bir gerilim yok; ama Başbakan’ın ‘sevmeyeni’ de çok… Ertesi gün basının karşısına çıkıp “Ben moderatöre ‘one minute’ dedim” diye geri adım atmış olsa da o ‘sevmeyenleri’ bile, bir İsrail Cumhurbaşkanı’na Filistin suçlarının bu denli uluorta söylenmesinden gizli bir haz duymuş.

Üç yıl önce, 2006 yılının Mart sonunda Diyarbakır, Batman, Siirt ve Mardin’de sivil göstericilere polis ‘müdahale’ etmiş ve 6’sı çocuk 14 kişi ölmüş. Ölen çocukların ikisi 17 diğerleri 3, 6, 8 ve 9 yaşlarında… Üç çocuğun ölüm nedeni “biber gazı kapsülü” ile vurulma…

Tüm bunlar olurken, Ankara’da Başbakan sıfatıyla “Terörün maşası haline gelen her kim olursa olsun, kadın da olsa çocuk da olsa gereken yapılacaktır” diye ‘talimat’ vermiş olan Davos fatihi; tam 3 yıl sonra, Gazzeli çocukları savunan, ‘kendisinden hoşlanmayanların bile’ bir nebze gönlünü kazanan bir kahraman olarak dönüyor yurda, Ocak 2009’da…

Ertesi yıl, 2010’da, Gazze ambargosunu delmek için bir gemi çıkıyor yola. 24 Mayıs günü ikindi namazından sonra, 1991 doğumlu, 19 yaşında bir genç uğurlanıyor: Muhammed Furkan Doğan, rotası Gazze olan gemiye binmek için Antalya’ya gidiyor.

O günlerde Silopi’de Mesut ve Nesime Yıldırım’ın bir oğlu oluyor. Adını Muhammed koyuyorlar. Ertesi yıl bir kardeş geliyor Muhammed’e, onun adını da Furkan koyuyorlar.

28 Mayıs 2010’da Antalya’dan hareket eden Mavi Marmara gemisine binen 19 yaşındaki Muhammed Furkan, 31 Mayıs’ta, İsrail askerlerinin gemiye düzenlediği operasyonunda can veriyor…

Silopi’deki Muhammed ve Furkan kardeşler ‘şimdilik’ büyüyorlar…

Genç Muhammed Furkan’ın ve başka yüzlercesinin tereddütsüzce Mavi Marmara gemisine binmesinde Davos’taki ‘çıkış’ın payı tartışılmaz. Ama 6 yıl sonra, 29 Haziran 2016’da ‘one minute’ ters yüz oluyor; aynı ‘kahraman’, bu kez Mavi Marmara gönüllüleri için “Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz? Biz zaten yardımı yaptık, yapıyoruz. Bunları da yaparken, gövde gösterisi olsun diye mi yapıyoruz?" diyor. Davos’tan dönüşünde çılgınca alkışlayanlar yine çılgınca alkışlıyor. O esnada Kayserili genç Muhammed Furkan 6 yıldır toprağın altında yatıyor, Silopili Muhammed ve Furkan ‘şimdilik’ büyümeye devam ediyor.

Ve 2017’nin 3 Mayıs’ı geliyor... Silopi’nin dar sokaklarında gece yarısı panzerler geziyor. Muhammed ve Furkan, Silopi’deki, bir odasında anne babaları ve 3 kardeşlerinin uyumakta olduğu iki gözlü evlerinin ‘ön gözü’nde uyurken, içeriye dalan bir polis panzeri ikisinin de canını alıyor.

“Ruhuna el Fatiha” Müslümanlar için önemli bir ritüel… Ölmüş kişi için okunan Fatiha suresinin “ölenin ruhuna ses, kabrine nur” olarak indiğine inanılıyor. Ehli sünnet, bu amaçla bir internet sitesi de kurmuş: www.ruhunaelfatiha.com... Bu sitede Muhammed ve Furkan kardeşlere birlikte ‘Fatiha’ isteniyor. İki kardeşin, kömür karası gözleriyle gülümsedikleri o fotoğraflarının üstüne bir ‘ölüm künyesi’ yapmışlar. Künyede, ‘Emrihak nedeni’nin karşısında “Trafik kazası” yazıyor; ‘Mesleği’ maddesinin karşısında “Çocukluk”… Ölenin ruhuna Fatiha isteyen Müslümanlık, gece yatağında uyuyan bir çocuğun ‘trafik kazası’nda öldüğünü yayıyor müminlere… Tüm Fatihaların üstünde sabit bir ilan var sayfada: Cart bir sarının içinde iri siyah harflerle ”Site satılıktır” yazıyor.

‘SEHER YELİ KIZ’LAR

Bu kez 1991’e gidiyoruz. 3 Eylül günü. Üniversitelere yeni kayıtlar yapılıyor. İstanbul Yükseköğrenim Gençliği ile Dayanışma Derneği’nin (İYÖ-DER) Mimar Sinan Üniversitesi’nin Fındıklı kampüsünde bir “Rehberlik Masası” var. Masanın başında 20 yaşında bir kız. Seher Şahin. Bir PTT işçisinin kızı. ‘Moda Tasarımı’ okuyor Mimar Sinan’da. Yeni gelen öğrencilerle öğrenci gençliğin parasız, bilimsel eğitim mücadelesini buluşturmaya çalışıyor. Polis gelip toplamak istiyor masayı. Seher debeleniyor, çırpınıyor, baş eğmiyor, ‘sorun çıkartıyor’… Sivil polisler okulun üçüncü katına çıkarıyor 20 yaşındaki Seher’i. Kendi okulunun penceresinde aşağı atıyor.

Beş gün de ölüme direniyor Seher. Polislerin onu ite kaka yukarı çıkardığının çok sayıda şahidi var. Ama İçişleri Bakanı, 6 Eylül günü, Seher can çekişirken, “Olayın polisle alakası yok” diye demeç veriyor gazetelere. Seher’in kendi okulunun camından aşağı atıldığını haber yapmayan gazeteler İçişleri Bakanı’nın demecini haber yapıyor. Seher Şahin 8 Eylül’de can veriyor. Ömrü 20. yaşında duruyor.

Grup Yorum “Seher Yeli Kız” diye bir şarkı yapıyor; Haydar Doğan bir şiir yazıyor “Seher Şahin’e”:

Bir arkadaş koşarak girdi çay evine

Polis bir kızı atmış üniversitenin penceresinden dedi

On arkadaş bakıştık yirmi gözle birbirimize

Sanki herkes kim olduğunu biliyormuş gibi.

Seher’in 40’ı henüz çıkmışken, 20 Ekim 1991’de genel seçimler yapılıyor. Sekiz yıllık ANAP iktidarı devriliyor. “Daha fazla demokrasi” vaat eden DYP ile SHP’nin koalisyonu kuruluyor.

30 Nisan 1993’te İstanbul Kadıköy’de 19 yaşındaki iki genç, veterinerlik öğrencisi Uğur Yaşar Kılıç ve edebiyat fakültesi öğrencisi Şengül Yıldıran kaldıkları evi basan polisler tarafından ‘ölü olarak ele’ geçiriliyor. Ertesi gün gazeteler “Polis Moda'daki örgüt evini bastı. Polise ateş açan iki kişi ölü olarak ele geçirildi, evde çok sayıda mühimmat ele geçirildi” diye yazıyor. İki gencin de silahsız olduğu, evde yasal dergilerden başka bir ‘mühimmat’ olmadığı, bir süre sonra alenen ortaya çıkıyor.

Silopi’de panzer Muhammed ve Furkan’ı çiğnedikten 3 gün sonra, İstanbul Küçükçekmece’de polis bir eve ‘baskın’ düzenliyor. Evde 18 yaşında bir genç öldürülüyor. ‘Büyük’ bir haber kanalına gecenin üçünde bağlanan muhabir bu ‘çok önemli’ baskının haberini veriyor: 18 yaşındaki çocuğun, “örgütün en üst düzey ismi” olduğunu söylüyor. “Terör uzmanı muhabir” böylelikle literatüre “en üst düzey” diye bir kavram kazandırıyor. Belli ki bu çocuğun “üst düzeyden de üst” olduğunu, “terörün en üst katında oturduğunu” anlatıyor heyecanla!

İki gün sonra “güvenlik kaynakları”, o baskının hedefinin 18 yaşındaki Sıla değil “bir başkası” olduğunu, Sıla’nın ‘tesadüfen’ orada bulunmuş olabileceğini söylüyor. Gece 3’te bağlandığı muhabirinden “en üst düzey” masalları dinleten TV ve gazeteler, bu haberi de veriyor, başarılı polis operasyonu serisinin devamı olarak.

Yerine geldiklerine ‘eski Türkiye’ diyenler, ‘demokrasi getirmeye’ gelenler, sağcılar, İslamcılar, muhafazakârlar, milliyetçiler, 12 Eylül’den beri, dönüp dolanıp aynı yerde, seher yeli kızların, kömür gözlü çocukların, kanına giriyorlar. Hep bir 12 Eylül uzantısı olarak iş görüyorlar.

Muhammed’le Furkan’ı yatakta panzerin ezmesinden bir gün sonra, “sanıklar öldü” diyerek 12 Eylül davasını düşürüyorlar. Çünkü 12 Eylül’ü, “ölmüş sanıklardan ibaret” tutmaya çalışıyorlar. Oysa “12 Eylülcüleri yargılayacağız” bahanesiyle oy isterken idam edilmiş gençlerin son mektuplarını okuyup kameralara doğru ağlayanlar, bu kez “idamı geri getireceğiz” diye oy isterken; kalabalıkları –tıpkı 12 Eylülcüler gibi– “hainleri affedemeyiz” deyip “idam isteriz” diye bağırtırken çoktan düşmüştü o ‘dava’. 12 Eylül, bir yargı davası değil, bir ‘devlet yönetme davası’ olarak 40 yıldır açık duruyor. Gece yarısı, sabaha karşı, çocukların, genç kızların uyuduğu odalara giriyor. “Bir gece ansızın” geliveriyor.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.