YAZARLAR

Gurbet elde, bir iş bulma hikâyesi...

Dil okulu, sabah dokuz ile on iki arası, haftada on beş saat. Tam zamanlı öğrenci kabul edilmek için gerekli bir zaman. Her sabah kursa gidip ardından, şirketten iş bulunduğuna dair haber bekliyorum. Aklım hâlâ çocuk bakıcılığında ama olmayacak sanki. Yanımda götürdüğüm para bitmek üzere.

Duvar’a yazdığım ilk yazı olan ‘Keçiörenli’den itibaren, ilginç bir biçimde bu tarz yazıların devamını getirmem yönünde sözler işitmeye başladım. Kararsız kaldım. ‘Adam atılınca delirip hayatını anlatmaya başladı,’ diye düşünenler olabilirdi! Sanırım okur, Türkiye siyasetinin sığlığı ve hoyratlığından bıktı ve başka şeyler, kendi yaşamlarına değen insan öyküleri okumak istiyor. Sonuçta o Keçiörenli hatırası da, aslında yurt dışına ilk kez giden pek çok sergüzeştin deneyimlediği bir günü anlatıyordu. Bunun üzerine İngiltere macerasına dair insan, iş, kaldırım, park, lokanta masası vs. anlatmaya karar verdim. Azar azar...

Keçiörenli ile ‘mucizevi’ karşılaşmamda kalmıştım. İlk 24 saatin sonunda Londra merkezde bir yerlere bırakmıştı sağolsun ve aylarımı geçireceğim ilk evime, pansiyonuma varmıştım.

Pansiyon, Türkiye’deki şirket sahibi kadının kayınvalidesinin. Kız kardeşiyle birlikte yaşıyorlar. O sırada ikisi de 70 yaşının üzerinde. Son derece tuhaf bir ikili. Bir başka yazıda anlatmayı isterim, sabahın köründe uyanıp bir torbada biriktirdikleri bozuk paraları sayan bu garip kadınları!

İki katlı, çok güzel bir ev. Beş altı odası var. Genişçe salonun bir köşesinde kullanılmayan şömine. Ev sahipleriyle odalarda kalanların birlikte kullanabildikleri ortak, şık bir oda. Sonrasında kalacağım küçücük oda, çamaşır ipli arka bahçeye bakıyor. Diğer briketli evlerin küçük bahçelerine. Ancak bu odada biri kalıyor o sırada, bir hafta sonra ayrılacakmış. Nerede uyuyacağım peki o bir hafta? Bütün odalar dolu ne yazık ki ancak bir başka büyükçe odada kalan ve dünyanın çeşitli denizlerde, gemilerde çalışan epey maceracı Türk genci, üç beş güne ayrılacağını, onun odasında idare edebileceğimi söyledi. Ne iyi bir adamdı, sağolsun. O iyi adam tam bir hafta boyunca bana, çıktığım yolun son derece ‘riksli’ olduğunu söyledi. Yanlış yazmadım, ‘riksli’ buluyordu beş parasız Londra’ya gelişimi. Diyelim ki öyle, neden sürekli tekrarlıyorsun ki? Günde üç beş kez üstelik. Ve o bir hafta boyunca hiç düzeltmedim sözcüğün okunuşunu; adam tercihimin ‘riks’ taşıdığını düşünüyorsa, o ‘riks’ olmalı diyerek! Sonuçta Türkçe dersinde değildik...

Bir hafta sonra, dokuz ay yaşayacağım o küçük odaya geçtim. O gün bugündür bayılırım küçük odalara. Mülkiye’deki odam da küçüktü. Güzeldir odanın küçüğü, her santimine sahip çıkarsın. Küçük odada en iyi arkadaşım bir cep TV’si. Şimdiki cep telefonu ekranlarından daha küçük bir ekran. Akşamları yatağın içinde mutlaka bir dizi seyredilir, hiçbir şey anlaşılmaz, kulak dolgunluğu kazanıldığı hissi ve ‘İyi ki gelmişim bak, bir şey anlamıyorum ama zamanla olur diyorlar’ moraliyle, uyunur. İngilizlerin ne denli başarılı işler yaptığını, dizilerini, filmlerini, belgesellerini de o odada keşfettim. Adını anmadan geçemem, seyrettiğim en şahane dizi Fawlty Towers adlı komediydi. 20-25 dakika süren ve başrolünde John Cleese’in oynadığı, karı koca pansiyon (küçük otel) işleten bir çiftin ve çalışanlarının günlük öykülerini anlatan müthiş bir yapım. İnternette var, haberiniz olsun, ola ki merak eden çıkar...

Dil okulu. Evden on beş dakika uzaklıkta. Arada Clapham Parkı. Kocaman, yemyeşil bir alan. Biri de çıkıp dememiş ki, ‘Bu kadar yeşillik çok, şuraya bir rezidans dikelim!’ Türkler’in vizyonu yok tabii az gelişmiş İngiliz’de. Dil okulu, sabah dokuz ile on iki arası, haftada on beş saat. Tam zamanlı öğrenci kabul edilmek için gerekli bir zaman. Her sabah kursa gidip ardından, şirketten iş bulunduğuna dair haber bekliyorum. Aklım hâlâ çocuk bakıcılığında ama olmayacak sanki. Yanımda götürdüğüm para bitmek üzere. Kurs sonrası, yaşamında ilk kez yurt dışına çıkmış biri olarak dolaşıp duruyorum sokaklarında, parklarında, bedava müzelerinde, köprülerinde. Bir de bisiklet buldum günümü daha da ucuzlatmak için, lambası ve ön freni olmayan. Onu da yaza doğru bir metro istasyonunun önünden çaldılar. O kadar yeni ve güzel bisikletin arasından, benimkini götürmüşler. Tabii ucuz bisikletin kilidi de ucuz oluyor, hırsız da haklı! Hırsızlardan hiç olmazsa biraz halkçı bir tavır bekliyor insan ama nafile...

Bir ay geçmişti ki şirketten aradılar. Aile bulamıyorlarmış. Başımın çaresine bakmalıymışım. Hoppala! ‘Simple tense’ ile Londra’da nasıl bakılır ki o başın çaresine. Ya döneceğim ya başka iş bulacağım. Dönmek ne demek, ne saçma düşünce; daha gidip asistanlık sınavına gireceğim, işim gücüm var. Çare? İş bulmalı. Çarşı pazarda çalışan arkadaşlar var ama o işin kötü yanı sürekli soğuktasın. Üstüne yemek harcaması. Hem sıcak ortam hem yemek sağlayabilecek bir iş gerekli. Garsonluk bulmalıyım. Nerede, nasıl, kim alır? 1991’de İstanbul’da bir sinemada büfecilik yaparak geçirmiştim bir yaz tatilini ama büfede çalışıp çay, kahve, krep yapmak başka, garsonluk başka. Bir de hangi dille iş bakacağım. Kolayı var. Üç cümle ezberlenip yola çıkılır. Bir, öğrenciyim. İki, iş bakıyorum. Üç, elemana ihtiyacınız var mı? Dördüncü? O zor işte! Sohbet biraz ilerleyince hayatı sorgulamaya başlıyorum, öyle bunaltıcı bir durum. Yaklaşık bir hafta boyunca onlarca pub ve lokantaya girip bu üç cümleyi kurdum. Dördüncüde tıkandığım için hepsi ‘Ne yazık ki hayır’ yanıtını veriyor tabii. Haklı adamlar, pub'ta dilsiz nasıl çalışacaksın; sohbete geliyorlar. Umut kesmek yok. Bu arada sokaklarında gezmeye devam ediyorum hız kesmeden. Cebimde o küçük sözlük. Kurstan arkadaş da edinmeye başladım. Dersten sonra yandaki Cezayirlinin mini lokantasına gidip bir şeyler atıştırıyoruz. Bu lokanta ve o Cezayirli çok önemli benim için, ayrıca anlatacağım.

Garip bir biçimde, kursun hemen karşısında olağanüstü güzellikteki üç katlı tarihi binaya hiç girmemiştim o güne dek. Fazla havalı görünen bir Fransız lokantasıydı. Adını vermeyeyim, reklam olmasın! Bir öğle sonrası gittim. Kısa boylu, esmer, hareketli görünen ve bembeyaz dişleriyle gülümseyen bir adam. Ne istediğimi sordu. Üç cümleyi hızla kurdum ama adamcağız soru sormaya başlayınca yine... Nereli olduğumu merak etti ve bir çırpıda kurabildiğim dördüncü cümleyi duyunca gözleri parladı. Gel biraz konuşalım diyerek köşedeki iskemlelere buyur etti. ‘Gel’ çağrısı çok güzel de, sorun ‘konuşalım’ talebinde! Gönül istiyor ki hiç konuşmadan versin işi!

Sorular yöneltiyor, yanıtlamaya çalışıyorum. Ne de olsa bir ay olmuş geleli, iki cümle daha kıvıracak haldeyim. Sevinmesinin nedeni, Mısırlı olmasıymış. Müslüman olduğunu, lokantayı karısı ile birlikte işlettiğini, kızlarının okuduğunu, artık işi bırakmak istediğini, bırakmadan önce Kâbe’yi ziyaret edeceğini filan anlattı. Araya girip bir şeyler söylemek istiyor ama kuracağım cümle için gerekli ‘tense’i hatırlayamayınca, hadi efendilik bende kalsın diyerek vazgeçiyorum! Durumumu anlattığımda (!), ‘Eşimle konuşayım, evet derse gel başla’ deyiverdi. Nasıl bir mutluluk anlatamam. Deli gibi çıktım lokantadan, bir ikinci el dükkanına gidip kalan paramla siyah pantolon, siyah yelek, beyaz gömlek, siyah papyon ve siyah ayakkabı aldım. Hepsi bir torbada, akşamı zor ettim.

Hava kararmak üzere ki o mevsimde zaten pek aydınlık olmuyordu. Büyük bir heyecanla gidip girdim içeri. Gülümseyen Mısırlı, Muhammed V. Gabr, hiç gülümsemeden beni üst kata davet etti. Elim ayağım titriyor tatsız bir şey söyleyecek diye. Nitekim öyle oldu. Eşiyle konuştuğunu, deneyimsiz birini istemediklerini söyledi. Yığılıp kalacağım orada. Şekerim öğle vakti geldiğimde deneyimli miydim ki, neden ümit veriyorsun o zaman! Muhterem okuyucu, insanın yaşamında dönüm noktaları oluyor ya, işte benimkilerden biri de o andı sanırım. Teşekkür ederek dönüp çıkabilirdim. Buna mukabil öylesine ihtiyacım var ki bir işe, gitmek istemiyorum. Birbirimize bakıyoruz. Bir şeyler oldu bana ve olağan koşullarda asla kuramayacağım üç beş cümle döküldü dudaklarımdan. Zamanlar ve fiil çekimlerine hiç aldırmadan, ‘Bak (look!), ben çok hızlı öğrenirim, eğer bir hafta içinde başaramazsam giderim merak etme’ gibi bir şeyler geveledim. Zorda kalan insandan korkulur! Adamcağız koca bir kahkaha attı ve ‘Tamam gel başla o zaman’ dedi. İş bulmuştum. Eh o kadar ukalalıktan sonra artık başarmak zorundayım. Aman canım, yemekleri masaya getirmek ne kadar zor olabilir ki diye düşünüyorum. Toyluk işte!

Böyle başladı garsonluk macerası. Neler yaşandı o ve diğer lokantalarda, ne öğretici ne güzel ve ne berbat hatıralar...

Siyah pantolon, siyah yelek, siyah papyon, siyah ayakkabı, beyaz gömlek. Pantolonun kemerinden diz kapağına uzanan genişçe beyaz örtü. Türkiye’ye dönecekmişim çocuk bakıcılığı bulunamadı, şirket üçkağıtçı çıktı diye, öyle mi? Hadi canım sen de...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.