YAZARLAR

Temiz kırık mı, direnç hattı mı?

Durum gerçekten kritik. Dediğim şu: Önümüzde EVET de çıksa HAYIR da çıksa, var olan ve görülebilir gelecekte yerinde durmaya devam edecek bir hukuksuzluk, adaletsizlik heyulası duruyor.

Ülkemizin geleceğini belirleyecek karar anına bir hafta kaldı. Bir zamanların yersiz ve esasen devletin kurulu düzeni içinden pompalanan “Türkiye, İran olmayacak” sloganını hatırlayın. Şimdi o slogan tersten yerini buldu. Şimdi o kovboy filmlerindeki, “yolun geri kalanını katırlarla devam edeceğiz” denilen bölüme geldik. Buradan öteye yol var, ucu İran’a çıkıyor. Hem de çeşitli toplumsal güçlerin bir araya gelip Şah’ı devirdiği 1979 İran’ına değil, Humeyni’nin kendi düzenini oturttuğu, başbakanı Beni Sadr’ı, Halkın Mücahitleri lideri Recavi’yi sürgüne gitmeye mecbur bıraktığı 1981 İran’ına.

İran usulü “rehberlik” sistemiyle mi yönetilmek istiyoruz, oylayacağız. Muktedirin referandumdan beklentisi 200 yıllık modernleşme geçmişiyle “temiz kırık” (“cleanbreak”). Bir kopuş, kırılma anı. Tatlı bir geçiş, yeni bir evreye geçmenin devamsallığı değil. Bu aşamaya dek demokratlar içinde yüzdükleri akvaryumdaki oksijen azlığından yakınıyordu. 16 Nisan’da EVET çıktığı takdirde, Türkiye’nin demokratları kendilerini akvaryumun dışına alınmış ama yine akvaryum hakkında görüş bildirmeye zorlanır olmak gibi absürd bir konumda bulacak.

Bu bağlamda, Sayın Tayfun Atay’ın 2 Nisan Pazar günkü Cumhuriyet’te yayımlanan “Kaç on yüz bin milyon kişi geberecek” başlıklı makalesinin ilgili bölümünü aşağıya alıntılamak istedim:

“(...) Prof. Şerif Mardin’in 1980’lerin sonunda, geleceğin Türkiye’sine ilişkin tehlikeli bir kehanet olarak önümüze koyduğu şu iddianın bugün doğrulandığını, yani ‘geleceğin geldiği’ni düşündürüyor:

‘Hiç kimse Türkiye’de biri seküler [laik] diğeri İslâmi, iki ‘ulus’un ortaya çıkma ihtimalini kesinkes reddedemez. Bu ikisinin şiddetli şekilde karşı karşıya gelme durumu şimdilik uzak görünüyor ama bu, gelecekte gerçekleşebilir.’ (Ş. Mardin, “Culture and Religion towards the year 2000” başlıklı makale, 1989).”

Saygın bilim insanı Mardin’in kehaneti ürpertici. Doğrusu acizane bendenizin de o “geleceğin” 16 Nisan gecesi başlayacağına dair derin kaygılarım var. Hatta o “geleceğin” EVET de çıksa, HAYIR da çıksa referandum gecesi başlayacağına dair kaygılarım derin demek daha yerinde. Şeamet tellallığı mı yapıyorum? Olumlu gelişme hiç mi yok? Var, ama bunlar o denli kırılganlar ki önce yakın ve somut tehlikeyi kazasız belasız atlatabilmemiz lazım. HAYIR kampanyalarının çoğulluğundan söz ediyorum. Belki değerli Bekir Ağırdır’ın “çoban ateşleri” bunlar.

Batı’nın kurumsallaşmış demokrasileri, popülizme kendi özgün ve ulusal yanıtlarını üretti. Fransa’da daha hiç bir konuma seçimle gelmemiş 39 yaşında bir bankacı Macron Mayıs’taki cumhurbaşkanlığı seçiminin güçlü adayı. Lise mezunu Schulz, sosyal demokratların lideri olunca, partinin popülaritesi on yıldan fazla zamandır ilk kez Merkel’i aştı. İspanya’da Ciudadanos ve Podemos iktidar ortağı olamasalar da yelpazeyi değiştirmeyi başardı. İtalya’da Cinque Stelle, beş büyük kentin dördünün belediyelerini kazandı. ABD’de bağımsız yargı ve hür medya denge/denetim görevlerini yapıyor.

Bizde de HAYIR kampanyasına sivil toplumun kendiliğinden etkin katılımıyla yaktığı “çoban ateşleri” umudumuzu artırıyor ama Batı’yla önemli bir farkımız var. Popülizmle hukuksuzluk ortamında mücadele ayrı, hukuk devletinde mücadele ayrı. Ayrıca sekülerlik o ülkelerde tartışma konusu değil. Unutmayalım haklarında trajikomik bir iddianame ancak hazırlanan, başta dostlarım Kadri Gürsel ve Ahmet Şık, Cumhuriyet yazarlarının FETÖ suçlamasıyla adeta esir tutulduğu; TBMM’nin üçüncü partisinin eşbaşkanlarının ve on bir milletvekiliyle tutuklu bulunduğu, tüm seçimle işbaşına gelmiş belediyelerine kayyum atandığı; 22 yaşındaki üniversite öğrencisi Ali Gül’ün kendi olanaklarıyla çektiği basit bir HAYIR videosu nedeniyle hapse atıldığı bir ülke burası.

Benzer biçimde, örnekse 1920'lerin, 30'ların Almanya’sıyla bugünün Türkiye’sini karşılaştırmayı da yersiz buluyorum. O dönemde de bugün olduğu bir teknoloji ve sanayi devi olan Almanya’da, avangard sanatın en uç ürünleri ortaya konulur, Berlin’de tarihin ilk trafik sıkışıklıkları yaşanırken, biz henüz çivi yapamıyorduk. Yahut bugün Trump hakkında zevksizlik boyutunda her türlü hiciv ve eleştiri ABD’de kovuşturmaya mahal vermeden yapılabilirken, o popülizmi bizim durumumuzla benzeştirmek bence abesle iştigal. Bundan ötürü İran örneğini hem coğrafya hem tarih bakımından daha yakın buluyorum.

Benim siyasal/toplumsal eylem geçmişim neredeyse sıfıra yakın olsa da kara kalabalıkların efsununun, özgüveninin çekici ama o denli tehlikeli olduğunu tribüncülük zamanlarımdan da biliyorum. Bir ara yanlış hatırlamıyorsam Beşiktaş tribününde “kapılar açılsın/çatışmalar başlasın, tesisler basılsın/gereken yapılsın” diye bir tezahürat vardı. Maça gidenler bileceklerdir, bu tür çağrılar esasen ruh yelpazelemek içindir. Bizim Galatasaray kapalısında da, hem de Heysel Faciası (29 Mayıs 1985) yaşanmışken, ondört yıllık çile döneminin getirdiği yılgınlığın ateşlediği ve ezici kalabalık desteğinin de yarattığı itici güçle “sığmıyoruz” diye bağırıp, konuk taraftarın Yeni Açık’a doğru sıkıştırılarak, tel örgülerin üzerinden atlamaya zorlandığı kimi maç günlerini hatırlıyorum. O ondört yıllık şampiyonluk hasretinin sonuna yaklaşılan dönemde, koltuklar konulunca kapasitesi 22.000 olan Ali Sami Yen’den 35.000 taraftar boşaldığında, Mecidiyeköy’de arabaların kibrit kutusu gibi havaya kalkıp, ters döndüğüne de tanıklık ettim. Her ikisinde de iç savaş zamanı görev yaptığım Irak ve Cezayir deneyimlerim de mevcut karamsarlığımı artırıyor.

Bunları içten birer uyarı kabilinden anımsatıyorum. Amacım kimseyi kine ve şiddete tahrik değil. Aksine bu ülke hepimizin. Her sözümüzü tartmalı, her eylemimizin barışçıl olmasına özen göstermeli, vazonun çatlamaması için elimizden geleni yapmalıyız. Durum gerçekten kritik. Dediğim şu: Önümüzde EVET de çıksa HAYIR da çıksa, var olan ve görülebilir gelecekte yerinde durmaya devam edecek bir hukuksuzluk, adaletsizlik heyulası duruyor. Bununla mücadele etmek için de elimizde çoğulcu HAYIR kampanyasıyla oluşturduğumuz bir ilişkiler ağımız var. MHP’li muhalifler ile HDP’lilerin HAYIRları herhalde örtüşecek değil. Bununla birlikte, demokrasiyi ülkemizin varkalmasının ön koşulu olarak içselleştirmiş, dinamik bir siyasal direnç hattını korumak da istersek mümkün. HAYIR kampanyasının çoğulculuğu, ülkemizde yeni siyasetin filizlerini barındırıyor olabilir. Ayakta kalmak için önce 16 Nisan’da HAYIR diyelim, sonrasında da kafa kafaya verip demokrasimizi yeniden inşa edelim.

*Konuyla ilgilenenler aşağıdaki iki makaleyi de okumak isteyebilir:

Alphan Telek, 22.03.2017, Cumhuriyet Akademi eki, “İran'da siyasal yapı ve toplumsal yansımaları” (internet linkini bulamadım)

Metin Münir, 21 Şubat 2017 , T24, “Erdoğan’la Türkiye’yi ölüm ayırır” (http://t24.com.tr/yazarlar/metin-munir/erdoganla-turkiyeyi-olum-ayirir,16638


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.