YAZARLAR

Beklemenin beklentisiz ülkesi ve 16 Nisan

16 Nisan’da Colombre ile yüzleşeceğiz. Buzzati’nin kahramanı Stefano, yaşlı ve pek mutsuz bir halde, kendisini bir ömür boyunca takip eden –bu nedenle en sadık dostu olarak görmüştü düşmanını- ve ondan korkusundan ömrünü heba ettiği yaratığa ihanet etmemek için mücadeleyi göze alarak karşısına çıkmıştı Colombre'nin. Stefano kadar bahtsız değiliz bizler.

İtalyan edebiyatının büyük ustalarından Dino Buzzati’nin Colombre adlı bir öyküsü vardır. Colombre’nin efsanevi bir deniz yaratığı olduğuna inanır denizciler, onu herkes göremez ve eğer gören olursa o mutlaka onu görenin sonu olacaktır. Kahramanımız görür Colombre’yi; ömrü boyunca ondan kaçar ve o hep peşindedir. Bir gün artık zamanının geldiğini düşündüğünde onun karşısına çıkar ve hadi der, artık teke tek kaldık. Colombre, onu peşinden sürükleyen adama durmadan kaçtığını, onu anlamadığını, halbuki ona denizler kralından bir armağan getirmekte olduğunu söyler. Bir yanlış anlama uğruna varoluşunu heba etmiştir kahramanımız, Colombre’ninkini de. En ünlü eseri Tatar Çölü’nde bir kahramanlık hikayesi yazmak için askerce bekleyen ve bu hikaye için ömrünü köhne bir kalede heba eden kahramanın yaratıcısı da Buzzati’dir; yaşayabilmek için yersiz bir korkuyla yaşamını askıya alan Colombre’nin kahramanın da.

Ülke olarak Buzzati’nin zaman kavrayışının parodisini idrak ediyoruz. Bekleyişin sığ zamanı. Bütün yurttaşları saran ve hiç de görkemli olmayan bir kalede, hiçbir heyecan barındırmayan bir çöle bakarak bekliyoruz. Yargıçlar, acaba verdiğim karar kariyerimi bitirir mi korkusuyla bekliyor, karar vermiyor; bürokratlar aynı korkuya sarılmış durumda. Gazeteciler yazmıyor, bilim insanları konuşmuyor. Olağanüstü halin ardından mesleklerinden atılmış, pasaportları iptal edilmiş, sosyal güvencelerinden mahrum bırakılmış on binlerce yurttaş bekliyor. Bekledikçe büyüyen ama hiç de Tatar Çölü gibi görkemli bir geleceği vaat etmeyen bir çölde. Çöl gerçekliğimiz, ama evet, çölün içinden, karşısında kahramanlık hikayesi yazacağımız bir barbar ordusunun gelmeyeceğini biliyor olmamız da. Sığlığı büyüten bir bekleyiş içindeyiz. Sığlığın çölünde.

Bu sığlık içinde ülkece, belki de demokrasi tarihimizin en kritik kararlarından biriyle sonuçlanacak referandumu bekliyoruz. 16 Nisan’da kamusal hayatımıza ilişkin elle tutulur tek vaadi, bir kişinin siyasal ikbalinin sürmesi olan bir propaganda eşliğinde… Demokratik siyasetin en temel aracı olan, yurttaşların geleceklerine ilişkin umudu ve güveni çoğaltmaya, onların arzularına hitap etmeye çalışan hiçbir vaat yok ortalıkta. Her gün maruz kaldığımız, her kafamızı çevirdiğimizde karşımıza çıkan, kaçma şansımız olmadığı AKP’nin referandum kampanyasının tek vaadi, bekleyişin sürmesi. Tabii, topluma sunacak hiçbir vaadi olmayan, her çürümüş siyasal yapının değişmez taktikleri eşliğinde: Tehdit, zor, kaba kuvvet.

Siyaset bilimi, onu bir bilim halinde düşünebilmeyi sağlayan modern fikirlerin temeli atan Machiavelli’den beri siyasal iktidarın nasıl göründüğü ile; bu görünüşün vaatleriyle ilgilendi. Machiavelli’yi ahlakçı bir yalanın içinden eleştirenlere karşı onu savunma cesareti gösteren Spinoza, siyasetin duygularla kurduğu ilişkiyi aldı gündemine. Korku ve bütün kederli duygular, zorbaların iktidarının sürmesi için kullanılır dedi, çünkü insanları atıllaştırır bu duygular, hareketsiz kılar, yaşama gücünü azaltır. Beklemenin ülkesi, bütün beklentilerimizi askıya almamıza neden olan bir atıllığı körüklüyor uzun bir zamandır.

Gezi direnişini düşleyin bir an, en güçsüz olduğumuz, yorgun düştüğümüz zaman bile bedenimizdeki ve aklımızdaki hareketi istesek durduramadığımız o 'olayı'ı. Topluma hiçbir şey vaat etmeyen bütün kurumları sarsan bir kamusallığın yaşama dair enerjimizi nasıl büyüttüğünü, varlığımızı çoğalttığını… Ya da 7 Haziran seçimlerine varan kampanyayı hatırlayın. Kamusal hayatımızın en canlı olduğu o günlerin bütün siyasal figürleri, bugün hapsedilmiş, rehin alınmış durumda. “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş neden hapiste sahiden?

7 Haziran’ın ardından üzerimize çöken karanlığı hatırlayın. Suruç’ta düşlerin nasıl karanlığa gömüldüğünü, 10 Ekim’de barış sesinin nasıl kana bulandığını. Kederimiz evet, kederimize keder eklendiği yıllar geçirdik. 1 Kasım’a giden süreç demokrasi tarihimizin bir başka kritik anıydı. Bu anı en büyük rol ana muhalefette olmak üzere, neredeyse bütün siyasal figürlerin de payı olacak şekilde kederimizi arttıracak biçimde yaşadık.

16 Nisan’da önümüze konacak olan anayasa değişikliği kanunu bir anayasa değişikliği değil. Gerekçelerimi daha sonra ayrıntılarıyla yazacağım fakat bunun anayasa hukuku açısından çok basit bir nedeni var. Anayasacılık geleneğinin iki yüz elli yıllık tarihinden süzülen temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırıyor çünkü bu kanun. Peki anayasa değişikliği değilse siyasal anlamı ne? Bunun yanıtını iliklerine kadar hissettiğine inanıyorum, evetçi ya da hayırcı olsun, ayrımsız her yurttaşın: Bekleme ülkesinin bekasının güvenceye alınması. Ülkede fiili hale gelmiş anayasasızlığın kanunlaşması. Geleceğe dair bütün öngörülerimizin belirsizliğin içinde boğulması, kamusal hayatın tek kişinin iradesine teslim edilerek, yani özelleştirilerek ortadan kaldırılması.

16 Nisan’da Colombre ile yüzleşeceğiz. Buzzati’nin kahramanı Stefano, yaşlı ve pek mutsuz bir halde, kendisini bir ömür boyunca takip eden –bu nedenle en sadık dostu olarak görmüştü düşmanını- ve ondan korkusundan ömrünü heba ettiği yaratığa ihanet etmemek için mücadeleyi göze alarak karşına çıkmıştı Colombre'nin. Stefano kadar bahtsız değiliz bizler. Bekleme ülkesinin sığ çölüne karşı, keder yayan propagandaya karşı, idamı vaat eden siyasal söyleme karşı, kamusal hayatımızı yok eden, özel hayatımızı yaşanmaz kılan sınır tanımazlığa karşı neşeyle ses veren kadınların şarkılarından aldığımız yaşama sevinciyle belki.

Son olarak, hatırlatmak istiyorum. Buzzati şöyle tanımlıyor Colombre’yi: “Colombre ender görülen, görüldüğünde korku salan kocaman bir balıktır… Doğabilimciler tuhaf bir biçimde onu görmezden gelirler. Hatta bazıları var olmadığında ısrar eder.”[1]


[1] Colombre, Dino Buzzati, Can Yayınları.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.