YAZARLAR

Suretin büyük coşkusu

Bu sondaki? Suretim o ama film yandı, görünmedim. Sen görünüyor musun fotoğraflarda? Bismillahirahmanirrahim.

Bak burada Bismil’deyiz. Düğün var, üzerimdeki mavi gömleği yeni almışım. Ceketi de var aslında bunun ama giymemişim. Hava çok sıcaktı. Müthiş sıcak. Giydiğim son kısa kollu gömlek miydi o? Fotoğraf için yan yana dizilmek aklımıza gelmemiş, biri çekmiş biz halaydayken. Arkada duranları tanımıyorum. Düğün sahibinin kız kardeşi, bir büyük abisi, kuzenler gerisi. Sığmamış herkes, daha kalabalık gitmiştik. Henüz o dört yolda bunca trafik kazası olmamıştı. Dehşetli sıcaktı. Hamam estetiği.

Bu çok matrak. Karate kursundayım. O günlerde kasabada bir karate çılgınlığı vardı. Bilirsin, küçük yerlerde ilginç şeyler hastalık gibi yayılır. Hastalık da değil tam, grip gibi adeta. “Yok elini sıkmayayım, hastalık bulaşır,” demek de mümkün olmaz. Aklına da gelmez zaten. Karate de öyle bir şeydi; özel radyo açmaya, internet kafe sahibi olmaya, şarküteri açmaya benziyordu. Bu benim gittiğim ilk kurstu ve neredeyse torpil gerekiyordu kayıt yaptırmak için. Kaydolmam daha da matrak. Ebeveynlerim hevesimin hevesten ibaret olduğunu, öteye adım atmaya gönlüm olmadığını, sadece "hastalık" fikrinden etkilendiğimi anlamıştı ve kaydolmam konusunda pek gönüllü değillerdi.

Şimdiden bakınca ne denli haklı olduklarını anlıyorum ama o yaşlarda adı "kırgınlık" oluyor. Kırgınlık bilgisi de henüz gelişmediğinden, tuhaf bir gönül koyma, akşam yemeğini az yeme, uykuya varmadan önce daha çok kederlenme şeklinde zuhur ediyor olan biten. Ebeveynlerden anne olanı, her zaman daha analitik bir kimse olduğundan, tuhaf bir baraj koymuştu kayıt yaptırmam için. Gidip kendim konuşacak, indirim yapmalarını sağlayacak ve harçlıklarımdan biriktirdiklerimi onlara verecektim. Böyle olursa, neden olmasın gidebilir ve dünya karate literatürüne gönlümce katkı yapabilirdim. Sonuç tam manasıyla böyle olmadıysa da, aşamaları teker teker hallettim ve beyaz kuşakla başladım. Tahmin edeceğin üzere sıkıldım, bir mumun sönüşü gibi söndü hevesim sakince. Bir tek bu fotoğraf kaldı. Bir de “dan” kelimesi. O kadar.

Seyahat öncesi bu. Arkada uzak karaltı gibi görünen şey valiz. Gece uyumamış, 21 saat sürecek otobüs yolculuğunda uyurum sanmıştım. Fotoğrafın çekildiği an değil de, sonrası acıklı bunun. Bolu’da kar denen şey kendini yeniden keşfedercesine yağıyordu. Cam kenarında oturuyordum; otobüs kalktığı anda uyumuştum. 21 saatin en az on saatinde uyur, geriye kalanında da Walkman’den müzik dinler, güneş olduğu vakitlerde de kitap okurum, diye hesaplamıştım. Postacı çantam doluydu, yedek pil bile almıştım. Köprüyü geçtikten biraz sonra uyandım. Yanımda cep radyosundan Farsça bir kanal dinleyen adam vardı ve kulaklık henüz onun kulağına uğramamıştı. Zaten yarım saat sonra gökten muttasıl kar. Durmaksızın. Yeryüzüne kimlik kartını ilk defa uzatarak sanki, “Merhaba, bana kar diyenler var ama aslında âfetim ben.” Durduk. Önce ışıklar kapandı, sonra klimalar.

Nihayetinde herkes yanındakiyle ahbap olmuş, aileler çocuklarını uyutmuş, bagajdan battaniyeler çıkmış, valizlerdeki yemişler bölüşülmüştü. İki kişi hariç. Yanımdaki cep radyolu adam ve ben. Asla konuşmuyordu; cep telefonu sinyali de kısa sürede uçuvermişti. Adam, dünyanın en tedirgin insanıydı. Kara hakaret ediyor gibi hissediyordum mırıldandığında. Sonra dayanamadı, çıktı. Kapılardan biri açıktı artık, dışarının soğuğu içeriden daha insancıldı. Birileri mazot bulmak için yola düşmüştü. Adamın da onların ardından gittiğini, şu ileride olduğu söylenen benzinliğin ayakyoluna vardığını düşünmüştüm. Kulağımda “Soğukta uyursan ölürsün”ün uzak sesiyle, uyuyakaldım cam kenarında.

Kalktığımda hareket etmiştik. Kar azalmıştı, mazot bulunmuştu, yol açılmıştı. Yanımdaki adam yoktu. Dehşetle muavine koşup adamı unuttuğumuzu söyledim. “Hangi adam?” yanıtını alınca halen uykuda olduğum zehabına kapıldım. O adam işte, hangisi olacak? Hani cep radyosu vardı, Farsça şeyler dinliyordu. “Haa o mu?” dedi muavin telaş uğramamış sesiyle. O on saniyede kafamdan müthiş şeyler yazdım: Adam zaten ajandı, görmemiş miydim belindeki silahı? Gelip helikopterle almışlar onu. Yok ajan değil de, çevirmenmiş aslında. Dünyada en tanına Hafız tercümanı oymuş, radyodan da Hafız şiirleri dinlemiş zaten, sıkılıp inmiş. Bu sanatçı takımı öyleymiş, bilirim. Yok yok, ikisi de değil, adam tuvalete giderken görülmüş ve karın içinde kayboluvermiş, bir daha asla görmemişler.

“Yedek şoför o, aşağıda uyuyor şimdi,” dedi muavin. Kırılan hayal bu olsun. “E radyo? Farsça?” dedim içime kaçan sesimle. “Eskiden uzun yol şoförüydü o, halen canı başka diller çekiyor, biz de rahatsız etmiyoruz öyle yolcu gibi seyahat etmek istediğinde...” dedi. Döndüm koltuğa. Uyku haram oldu. Dört zift kahve içtim. Kısacık uykuda, rüyamda yastıktım. Canım uzun yol çekiyordu.

Bu sondaki? Suretim o ama film yandı, görünmedim. Sen görünüyor musun fotoğraflarda?

Bismillahirahmanirrahim.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.