YAZARLAR

Hayatımda gördüğüm en komik şey olabilir bu!

Küçük kız "O wara-yelli wara-welli dediği yer ne kadar komik di mi!" dedi. Ayağa kalktı, şarkıdan aklında kalanı örgüsündeki kelebekleri uçura uçura neşeyle söylemeye başladı. Annesi kızı elinden çekip oturttu. "Şıışt, bağırma!" dedi. Fısıltıyla ekledi: "Türkçe değil o!"

Her dönemin bir hakim duygusu, bu duygunun bir rengi ve kokusu var. İçinde bulunduğumuz zaman limon küfüyle duman rengi arasında gidip geliyor bana göre. Ne kokarsa koksun biraz da kükürt kokuyor.

Çürümeye yüz tutmuş yumurtanın kokusu. Üstü örtülmüş geçmişin, sisli geleceğin ve boz bulanık şimdinin kokusu. Margaret Atwood demiş: "Baharda, günün sonunda, toprak gibi kokmalısın." (Bluebeard’s Egg, 1983) Halbuki bahar şimdi insan gibi, insansa buram buram endişe kokuyor.

Önümdeki masada annesiyle oturan, saç örgüsü mavi kelebek tokalı kız çocuğu "ne kokuyor burası?" diye sorunca düşünmeden, "kükürt" deyiverdim. Önden eksik dişini gösteren cömert gülüşüyle "kükürt ney?" dedi. Biraz da konuyu değiştirmek için "tokan ne kadar güzel," dedim. "Babam almıştı" dedi. Bu söz üstüne annesinin gözünde bir kızgınlık yanıp söndü. "Ablası," dedi, "ablası, söyler misin beni üzmesin!"

Bu tepkiyi doğal olarak babasına bağlayıp biraz gerildim. Oracıkta aile sırlarına mı ortak edilecektim?

Neyse, anlaşıldı ki küçük kız wi-fi diye tutturmuş, bu masada iyi çekmiyormuş. Ta o arkadaki masada çekiyormuş. Ayda yılda bir hava almaya çıkmışlar, ne güzel önde oturmuşlar. Anne, insanlara yakın olmayı, gelen geçeni izlemeyi seviyormuş. Benim annemin de bunu sevdiğini düşünüp gülümsedim. Hayatın içine ve fırtınanın gözüne yakın durmaya dair o kadınsı, sıcak içgüdü.

Çantasından bir sigara çıkardı, bana da uzatırken ilgimi çekti: Kızıyla aynı renge boyattığı saçlarını aynı biçimde örmüştü. Kızın yaşından olgun, anneninse daha çocuksu görünmesine yol açan bu ikizliğin hem tatlı hem hüzünlü bir yanı vardı. "Yeni söndürdüm ben, sağ olun," dedim.

Sigarasından acemice bir nefes çekerken "yeni başladım da… İki ay oldu," deyip kıkırdadı. "Aman hemen bırakın!" dedim, "iki ay bir şey değilmiş, sonra çok zor oluyor."

"Ne bileyim, açık havada içmek hoşuma gidiyor, sanki bir mutluluk hissi geliyor," dedi. Konuşmak istiyordu. Bir yabancıyla havadan sudan başlayan sohbeti koyultmak istiyordu. Çok işim vardı, bir hava almaya çıkmıştım. Kafamda kırk tilki ve yüzlerce kelime dönüyordu. Böyle durumlarda insanları uzaktan severim. Ayrıca hava kükürt kokuyordu ve anne kızın ikiz saç örgüleri içime dokunuyordu. Bir şey demeden gülümsedim.

'SOHBET BİRDEN EDİLİNCE DAHA GÜZEL OLMAZ MI ZATEN?'

"Yalnızlık hissine iyi geliyor" derken sigarasından derince olmasına gayret ettiği bir nefes çekti. Hepimizin içinde gizlenen kamu spotu anlatıcı sesi konuşmaya başladı birden içimde. Küçük kızın önünde bu sigaraya özendirici konuşma iyi miydi? Ya annesinin kendisini yalnız hissettiğini duyması? Belli ki yakın tarihli bir boşanmanın etkilerini taşıyan anne pek bunları düşünecek durumda değildi. Beş dakika gördüğümüz bir çocuğu annesinden çok düşünüyor olabileceğimiz hissine kapılmamıza yol açan o öğrenilmiş kibri, parmak sallayıp yerine oturtmaya çalıştım.

"En düşük nikotinlisini içiyor!" diye atladı küçük kız. Annesini savunmak istiyordu. Gülümsedim. "Ben içmeyeceğim, sevmiyorum kokusunu, saça siniyor" diye ekledi. Doğal bal rengi saçlarından bir tutamı merakla şöyle bir burnuna götürüp koklayarak.

Anne, sandalyesini yaklaştırıp vücudunu tümüyle bana döndü. Tunik hırkasından görünen tombulca, taytlı bacağındaki lame rengi fil yavrusu deseni gözüme çarptı. Şaşkın şey. Bir şekilde küçük kızından daha çok koruma hissi uyandırıyordu. Birazdan kalkıp gidecektim, başlarının çaresine bakabilecekler miydi? Bu düşünceler yüzüme yansımış olacak, önümde duran kitaba bakıp "sizi de rahatsız ettik böyle birden sohbet edip" dedi.

"Böyle birden sohbet edip..."  Meslek alışkanlığı, insanların cümlelerini dinlerim. Devrilip devrilmediklerine, noktaları mı yoksa virgülleri mi sevdiklerine, suyu hangi kapla hangi dereden getirdiklerine elimde olmadan dikkat ederim. Kısa, sevimli ve mahcup bir cümle kurma tarzı vardı. Bacağında bir fil yavrusu ikamet ediyordu ve saçları konusunda kızından kopya çekiyordu. Epey genç yaşta evlendiği kocası muhtemelen artık başka birini seviyordu. Kalbi kırık, şaşkın ve canayakındı. "Sohbet birden edilince daha güzel olmaz mı zaten" dedim. Sadece çok işim vardı, birazdan kalkmak zorundaydım.

Yüzü düştü biraz, filli bacağını istemsizce masanın altına çekti. Sonra aniden aklına gelerek telefonunu uzattı. “Ya sizin de vaktinizi aldık… Ama bunu gördünüz mü? Hayatımda gördüğüm en komik şey olabilir!”

Twitter’da ve Facebook’ta sık rastladığım, hatta arada kendim de kullandığım kalıbı tanıdım hemen. Bana komik bir video izletmek istiyordu. Aniden önüme çıkıp anında ilgimi çekmedilerse videolara karşı dirençliyim. Çünkü çok fazlalar ve her zaman o kadar da komik olmuyorlar. Özellikle de “hayatımda gördüğüm en komik şey” vurgulu olanlar. Gündelik haber, bilgi, görüntü selinde öne çıkmak için biraz abartmak gerekiyor.

'TÜRKÇE DEĞİL O!'

Kıramadım. Cizreli Mehmet Ali’yle Anne Marie’nin Smule düetini göstermek istiyordu. O sabah izlemiştim. Olsundu, yine gülerdim. Şimdi açık edip filli bacakla mavi kelebekli saçı hayal kırıklığına uğratmaya değmezdi. Anne-kızla kıkırdaşarak tekrar izledim.

"Medeni cesaretine hayran kaldım bu arkadaşın," dedi, gözleri parlayarak.

"Bayıldım ya, çok tatlı ve komik cidden. Sağ olun gösterdiğiniz için," dedim.

Küçük kız "O wara-yelli wara-welli dediği yer ne kadar komik di mi!" dedi. Ayağa kalktı, şarkıdan aklında kalanı örgüsündeki kelebekleri uçura uçura neşeyle söylemeye başladı. Annesi kızı elinden çekip oturttu. "Şıışt, bağırma!" dedi. Fısıltıyla ekledi: "Türkçe değil o!"

Anne yeni bir hayata başlıyordu. Kendini mutlu, yeniden özgür ve gerçekte olduğu kadar genç hissetmek istiyordu. Sigara içip yabancılarla sohbet etmek yeni hobileri arasındaydı. Yüzleştiği yalnızlığı kucaklıyor, boşanmanın olası tahrip edici etkilerine bal sarısı saç örgüsü ve taytındaki fil yavrusuyla "hayır" diyordu. Öte yandan günün en komik videosundaki medeni cesareti yüksek genç, Türkçe olmayan bir dilde söylüyordu. İnsan canlısı, sevimli anne bu dilin adını söyleyemiyordu. Ertesi gece O Ses Türkiye’yi kazanacak olan Dodan da aslen bu esen rüzgârlara göre kah rahatça telaffuz edilebilir kâh edilemez olan dile aitti. Gülmenin, coşmanın, şarkıların dili yoktu ama yeri gelince susmanın dili vardı.

Kızın saçındaki mavi kelebeği okşayıp kalkmak için izin istedim. Annesi elime dokundu. "Sağ olun," dedi. Gülümsedim. Giderken küçük kızın sesini işittim: "Buldum. Yasemin kokuyor!"

Yürürken cebimden çıkardığım yasemin kokulu ıslak mendili burnuma tuttum. Bildiğimi unuttuğum bir şarkıyı mırıldanmaya başladım.

“I had sulfur in my heart

But not enough strength to give it a spark

I didn’t know when to start

When we were bright or when we were dark

I had a wind in my chest

Blew as hard as it ever could

I could have written books for you

If I only knew”

(Katatonia, Sulfur)

Hava kükürt kokuyordu. Günün rengi tatlı bir limon küfüne çalıyordu. Sevimli, korkunç, sersem, sıcacık, buz gibi, müşfik, zalim, über çelişik, saçma sapan, kocaman bir mozaik olan hayatımız böyle böyle sürüp gidiyordu. Parçaları bir araya getirmeye baharın gücü yetmiyordu. Yine de umut baharın yongasıydı. Küçük kızın kafasında mavi kelebekler vardı. İnsan durup dururken bildiğini unuttuğu şarkıları söyleyebiliyordu.

Dodan’ın parçalandığı anDodan’ın parçalandığı an


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.