YAZARLAR

Ünlemin taze coşkusu

Noktalama işaretleriyle imtihanım, "ilkokul" dedikleri o sevimsizlikten önce başladı. Kasabamızın iki büyük, bir küçük tabelacısı vardı ve büyük olanlardan biri uzak akrabamızdı.

Adım Fırat. Rahmetli nenem gençliği boyunca baktığı Fırat’ı aşkla, harfleri eze eze söylerdi. Ben de onu, bu dünyada sadece isim sahibi olmakla mutlu olan birini mutlu ettiğime sevinirdim. Cümle bozuk oldu ama nenem bozuk cümleler severdi. Ve sular. Adım Fırat, bunu bir kere daha söyleyeceğim.

Noktalama işaretleriyle imtihanım, "ilkokul" dedikleri o sevimsizlikten önce başladı. Kasabamızın iki büyük, bir küçük tabelacısı vardı ve büyük olanlardan biri uzak akrabamızdı. Tabelacıya gidince kuzu gibi etrafı izlediğimi ve hiç ses çıkarmadan oturduğumu gören ebeveynlerim, isyana niyet ve arkadaşları teşvik ettiğim her anda acele posta servisiyle oraya yollamaya başladı beni. Canıma minnet. Gittim tabelaların boyanmasından, son dakikada sağ alt köşeye atılan imzaya kadar, her aşamayı hayranlıkla izledim. Harfler sanki yoktan var oluyorlar, önce gölgeleri çiziliyor, ardından rengine karar veriliyor ve içleri boyanıyor, etrafına çerçeve çekilecekse genelde siyah yahut kahverengi boyaya davranılıyor, nihayetinde de kuruması için dükkânın önüne bırakılıyordu. Müthişti. Baş döndürücüydü. Sanırım bu son dediğim, fiziki olarak da böyleydi.

Oraya gönderilmek için mi, yoksa gerçekten içimden geldiği için mi yaramazlık yaptığımı seçemez oldum kısa bir süre sonra. Gönderilmezsem yaramazlığım, gönderilirsem saadetim yanıma kâr kalıyordu ve her durumda, annemin deyişiyle “kuduruyordum.” Orada hafif uyuşmuş yüz kasları ve mutlu gözlerle etrafa bakıp durduğumu gören ebeveynlerim, “çırak” şakası yapmaya başladı uzak akrabamız olan ve bence sanatkârların en sanatkârı olan dükkân sahibine. İlk başlarda iki tarafın da pek ciddiye almadığı bu şakalı öneri, giderek ciddiye bindi. Bahsi geçen kuduruklukların biri bin paraydı. Ya da bini bir paraydı. Hep karıştırıyorum bunu, üstüme gelinmesin isterim.

"Çırak" aşağı, "çırak" yukarı; "bak seni çırak çıkarırımlar"; "çıraklık da fena değil aslında sanat öğrensin"ler artmaya başladıkça, yüzümdeki o hafif uyuşmuşluk peyda oluyordu. Sonra sonra bunun mutluluk olduğunu anlayacaktım. Sonunda gün geldi çattı, zaten beklediğim karne de yok, kimsenin para vereceği yok, benim o parayla alıp satacağım bir şey yok. Şahane alışveriş. Artık tabelacının şakadan da olsa çırağıydım. Kudurukluklarım belki de nihayete erecekti, ebeveynlerime göre. İlk başlarda yedi saat süren futbol maçlarını özleyeceğimi düşündümse de, hemen bu fikri de kafamdan kovdum.

İşte "noktalama" denen şeyle maceram böyle başladı. Başından beri düşünüyorsunuzdur, o yaştaki çocuk okuma yazma bilmez, ne işi olur orada, diye. Doğru, okuma yazma bilmiyordum; ama harflerin kendisi resim gibiydi. Artık hepsini ayırt edebiliyordum; testereye benzeyen harf, şapkaya benzeyen harf, bisiklet tekerine, futbol topuna, güneşe, evin tepesine, damdaki çaydanlığa, çaydanlığın kulbuna, kulptaki renge benzeyen harf. Hepsi, zihnimde bir yeri tetikliyordu ve bu tetiklemenin bizzat kendisi bahsini ettiğim surat saadetini andırıyordu. Sevinçliydim. Harfler belliydi, hepsi tanıdıktı, o anda dünyada başka da bir şeye çok ihtiyacım yoktu. Boya kokuları, kurşun kalemler, renkler ve harfler.

O uğursuz gün içeri giren yağlı saçlı lokanta sahibi önce tatlı tatlı konuşup derdini anlattı. Benim için her şey dünyanın en yeni şeyi olduğu için, bu konuşmaları da merakla dinliyordum. Restoranın adı, adresi, telefon numarası yazıldı, nasıl bir şey istediğini söyledi adam (yeşil ve büyük harfler istiyordu, İstanbul’da çok sevmişti öyle bir tabelayı). Uzak akrabamız olan ve daha önce de sanatkâr olduğunu düşündüğümü söylediğim patron (iki kişinin olduğu yerlerde bile patron vardır) sakin sakin dinledi. Anlaştılar, çay kaşığı tabağın kenarı yerine bardağın üstüne kondu, gitme zamanı gelmişti. Bendeki asıl heyecan, ilk defa yeşile boyanacak kocaman bir tabela görecek olmanın heyecanıydı.

Patron uzatmazdı aldığı işi; acil bir şey yoksa (ki kasabada acil işler sadece devletten gelirdi), hemen beyaz boya karılırdı zemine sürülsün diye. Evet, bu kısımda lokantacı çıkmadan hemen önce dönmüş, restoranın adıyla adres kısmının arasına bir slogan yazılmasını istemişti. Patronum bu kelimeyi hayatında ilk defa sokakta bağırırken yapılan eylem dışında başka bir şey için kullanıldığını duymuştu belli ki. Duygularını kolay belli ederdi. Yadırgadığını hemen belli etti. Adam aniden onu cehaletle suçlamaya başladı, ara fazlardaki kimi nezaketleri atlayarak. Zaten burada hiçbir işi doğru gitmiyordu, İstanbul’da olsa kim bilir ne harika teknolojiyle ve bilgisayarla muhteşem bir tabela yaptıracaktı, geldi geleli demir ustasından aşçısına herkesin cahil kaldığını keşfetmiş (birkaç sene İstanbul’da çalıştıktan sonra memleketine dönmeye karar vermişti) ve artık bütün bunlardan çok sıkılmıştı. Çok bağırıyordu.

Patronum duygularını erken belli eden ama erken sinirlenmeyen sanatkâr bir esnaftı. Diyafona uzandı: “Reşit, bize iki çay. He yav he tabelacıya!” Konu tatlıya bağlanmıştı çayların sonunda. Adam şişmiş boyun damarlarından ötürü özür de dileyecekti neredeyse ama patronum mahcubiyetini katlamamak için mani olmuştu. Sıra "slogan" denen şeydeydi artık. Lokantacı, “Slogan dediğin kısa olmalı ki çarpıcı olsun,” demişti bilmiş bilmiş. Patronum etkilenmiş gözüküyordu. Ben de saygı duymaya başlamıştım adama. İki elini açıp soldan sağa hareketlerle sloganı zikretmişti tam bu anda: “Böylesi Hollanda’da bile yok.” Hemen ardından eklemişti. “Sonuna da şık bir ünlem konduralım!”

Patronum işte bu aşamada zıvanadan çıktı. Evlendikleri ilk günden beri ondan daha zengin, ondan daha müreffeh, ondan daha bilgili ama en çok ondan daha zengin olduğu için eşinin burnunun dibine kelimeleri dayadığı kayınbiraderi, o pis herif Hollanda’da yaşıyordu. Patronumun meğer bu dünyada en nefret ettiği kelime, bir ülke adıymış. Kim bilebilirdi ki? Lokantacı öğrendi. Ben de yeşil yazılacak kocaman harflerden oldum. Çıkan büyük kavgada lokantacı darp edildi, mahkemeye gitti (İstanbul’dan gelmişti ve sorununu mahkemede çözmeyi tercih etmişti), patronuma ceza verdirdi. Çok geçmeden dükkân kapandı. Dükkân kapanmadan önce de, kısa sürmüş bir günün akşamında çıraklığım bitiverdi. O gün bugün bütün ünlemler bana bir cam kırılmasını andırıyor. Nokta camı kırıyor. Ünlemler hep bağırıyor.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.