YAZARLAR

İstikrarın ekonomi politiği - I

2000’lerde, hükümetlerin ekonomi politikalarını belirledikleri siyasal-iktisadi çerçeve için, 1990’ların denklemi değişti... Bu aşamada önümüzde duran güncel soru şu: Günümüzde hükümetlerin ekonomi politikalarını şekillendiren siyasal-iktisadi yapıda bir değişim yaşanıyor mu?

90’lara dönüş tartışması farklı alanlarda bir süredir yapılıyor. Özellikle “siyasi istikrarsızlıkla” nitelenen koalisyon hükümetleri ile “istikrarla” özdeşleştirilen tek parti hükümetleri arasındaki farklar, bu tartışmalarda öne çıkarılarak vurgulanıyor. Ancak, koalisyon hükümetlerini ya da tek parti iktidarlarını doğuran siyasal-iktisadi çerçeveye bu tartışmaların pek azında değiniliyor. Okuyucuyu yormaması için iki parça olarak formüle ettiğim bu yazının ilk kısmı aşağıda. Bu yazıda hükümetlerin ekonomi politikaları ve bu politikaları geliştirdikleri siyasal-iktisadi çerçeve bağlamında 2000’leri 1990’lardan ayıran üç özellik üzerinde durarak bir karşılaştırma yapacağım.

TARİHİN SONU VE 90’LAR

F. Fukuyama 1992’de Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla artık “Tarihin Sonu”nun geldiğini ilan etmişti. 1990’larda, 1980’li yıllarda zaten başlamış olan neoliberal ekonomik ve siyasal programın uygulanmasına hız verildi. Bizim gibi ülkelerde, çerçevesini IMF ve Dünya Bankası’nın belirlediği “yapısal uyum politikaları” dönemin ana akım ekonomi politikalarını belirliyordu. Böylelikle dünya genelinde sağ hükümetler, ekonomi programları üzerine çok da kafa yormadan hazır reçeteleri uygular hale geldiler. Bir hükümetin ne kadar başarı olduğu, bu reçeteyi ne kadar uyguladığı ile ölçülüyordu.

YAPISAL UYUMUN ÇELİŞKİLERİ

Ancak işin ilginç olan yanı, yapısal uyum politikaları, bunu uygulayan hükümetin altını oyan bir şekilde işliyordu. Bunun nedeni, yapısal uyum ile amaçlananın geniş anlamda çalışanların aleyhine düzenlemeler olmasıydı. Büyük hoşnutsuzluk yaratan bu uygulamalar hükümetlere, seçim başarısızlıkları olarak geri dönüyordu. Üretici kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, sendikaların gücünün kırılması, tarımda sübvansiyonların kaldırılması ve daha önceden bedelsiz ya da çok düşük bedelle sağlanan mal ve hizmetlerin paralılaştırılması gibi uygulamalar, bunları uygulayan hükümetlerin iktidar ömürlerini kısaltıcı etkide bulunuyordu.

Bu risk, “yapısal uyum”un 1980’den 2001’e kadar yayılmasına neden oldu. 2001 krizi sonrasında gerçekleşen 2002 seçimlerinde ekonomi politikaları açısından seçime giren belli başlı partiler açsından bir tartışma söz konusu değildi. Yapılacaklar zaten TÜSİAD destekli IMF programı ile belirlenmişti. 2002 seçimleri ile iktidara gelen AKP’nin, 1990’lardaki hükümetlerin akıbetini paylaşmamasında üç kritik gelişme etkilidir.

İstikrarın Ekonomi Politiği – IIİstikrarın Ekonomi Politiği – II

KRİZLER SİLSİLESİNİN SONUCU

İlkini şöyle açabiliriz. 1990’lardaki sağ hükümetler “yapısal uyum politikaları” ile “iktidarda kalma” arasında bir tercih yapmak zorundalardı. Zira “acı reçete”, hükümetler için neredeyse iktidardan düşmenin garantisi idi. Bundan kaçınmak için yapısal uyumda ayak sürüme, 1990’lı yıllardaki hükümetlerin temel özelliği idi. Bu ayak sürümede, özellikle 1989 Bahar Eylemleri ile yeniden canlanan işçi hareketinin 1980 öncesi kadar olmasa da, 1990’larda hâlâ canlı bir aktör olarak varlığını sürdürmesi etkili oldu. Bu nedenle “acı reçeteler” ancak krizler sayesinde uygulanabildi. 1994 ve 1998 ile 2001’deki krizler silsilesi, parça parça da olsa reçetenin büyük kısmının uygulanmasını sağladı. Zira 2002’de AKP iktidara geldiğinde yapısal uyum büyük ölçüde sağlanmıştı. Böylelikle 1990’larda hükümetlerin önünde duran yapısal uyum politikaları ile iktidarda kalma arasında bir seçim yapma ikilemi büyük ölçüde değişmişti.

TEKNOKRATİK MAKİNE

İkincisi, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş’in liderliğinde uygulamaya geçirilen “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programı ile hem bankacılık sistemi yeniden düzenlendi hem de ekonomi bürokrasisi, dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edildi. Zira 2000’lerde dünya genelinde yapısal uyum reçetesi tadil edilmişti. Artık sağlıklı bir piyasa sistemi için “kurumların” ne kadar önemli olduğu Dünya Bankası ve IMF tarafından da keşfedilmişti (!) ve devletin kurumsal mimarisinde bu yönde bir tadilata gidildi. Tadilat büyük ölçüde siyasetin alanını daraltıcı bir teknokratik makine yaratma yönünde gerçekleşti. Bağımsız kurullar, merkez bankası ile hazine arasındaki fonlama ilişkisinin kesilmesi ve merkez bankası bağımsızlığı gibi uygulamalar, devletin dönüşümündeki temel köşe taşlarıydı.

Bu değişim, bir yanıyla 1990’lardaki hükümetlerin karşı karşıya olduğu iktidarda kalmak ya da yapısal uyum politikaları uygulamak ikilemini aşmaya yönelikti. Zira ekonomi artık otomatik pilota bağlanmış durumdaydı. Bağımsız kurullar ve merkez bankası, kendisine verilen hedefler doğrultusunda, yapısal uyumun gereklerini yerine getiriyordu. Kısacası, ekonomi yönetimi siyasilerin uzanamayacağı bir noktada konumlandırılmıştı.

BİREYSEL BORÇLANMA

Üçüncüsü, oluşan bu yeni yapı, finans sektörü ile hane halkı arasında yeni bir bütünleşmenin, yani emekçilerin finans sektörü tarafından içerilmelerinin önünü açtı. Bu ne 1990’lardaki ne de öncesindeki hükümetler için uygulanabilir bir politika seçeneği idi. Zira Türkiye’de hane halkı borçluluğunun artışı, ilk kez 2000’lerde gerçekleşti. Bunu mümkün kılan, (i) merkez bankası ile hazine arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesiyle, sıkı maliye politikalarının uygulanması için uygun bir para politikası çerçevesi oluşturulması, (ii) bankacılık sisteminin bireysel kredi pazarına yönlendirilmesi ve (iii) enflasyon hedeflemesi sistemi sayesinde alım gücü artışının sınırlandırılması idi. Bu üç gelişme sonucunda insanlar hem harcama düzeyini koruyabilmek için borçlanmak zorunda kaldı. Hem de borçlanmanın mümkün hale gelmesiyle gelirin ötesinde borçlanabildiler.

ULUSLARARASI KONJONKTÜR

Bu tabloya bir faktörü daha eklemek gerek. Türkiye gibi ülkeler açısından uluslararası ekonomik konjonktür, 2000’lerde önemli olanaklar sundu. Her ne kadar arada 2008 çöküşü yaşansa da, Türkiye kategorisindeki ülkeler 2008’deki krizin etkilerini daha yeni hissetmeye başlıyorlar. Bunun nedeni, gerek 2008 çöküşüne kadar, gerekse çöküş sonrasında, dünyadaki önemli kapitalist merkezlerde izlenen ekonomi politikasının para politikası odaklı olması, para politikasının ise kredi genişlemesi ile şekillenmesi idi. Bu sayede, Türkiye gibi ülkelerde hem “yapısal uyum” gerçekleştirilebildi, hem de bunun yaratabileceği hoşnutsuzlukların törpülenebilmesi için bireysel borçlanma mekanizması devreye sokulabildi.

ARA SONUÇ

Kısacası 2000’lerde, hükümetlerin ekonomi politikalarını belirledikleri siyasal-iktisadi çerçeve için, 1990’ların denklemi değişti. Başka pek çok faktörün yanında, 2000’lerin tek parti hükümetleri ile tanımlanan “siyasi istikrar” ile 1990’ların koalisyon hükümetleri ile tanımlanan “siyasi istikrarsızlığı” doğuran yapısal nedenlerden birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Bu aşamada önümüzde duran güncel soru şu: Günümüzde hükümetlerin ekonomi politikalarını şekillendiren siyasal-iktisadi yapıda bir değişim yaşanıyor mu?

Haftaya bu soruyla devam edeceğim.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.