YAZARLAR

İnsan gibi sevmemeyi öğrenmek gerek!

Bir insanı sevmediğimizde, hedef ne zaman şaşıyor? Gözler ne zaman dönüyor? Döne döne kör mü oluyor? Çalışır durumdaki vicdanımız ne zaman duruyor? O durunca, geriye ne kalıyor? Hangi noktada, o hiç sevmediğimiz insana dönüşüyoruz?

Bir insanı hiç sevmemek, şu hayatta en iyi yapabildiğimiz şeylerden biri. Sevmemenin gerektirdiği her şeyi, başarıyla gerçekleştiririz. Hemen hayatımızdan çıkarırız onu. Yüzüne bile bakmayız. Bakmak zorunda kalırsak, gözlerimizi kısarak bakarız ama konuşmayız. Konuşmak zorunda kalırsak da ağır konuşuruz. O kadar ağır konuşuruz ki, o ağırlığın altında ezilir. Ezilsin zaten değil mi? Pis.

Peki, sevmediğimiz bu insan, ünlü biriyse? O zaman da arkasından (tabii, yine gözlerimizi kısarak) konuşuruz. Atarız, tutarız, asarız, keseriz. Düzenli bir şekilde iğreniriz. Yazdıklarını okumayız, filmlerini izlemeyiz, şarkılarını dinlemeyiz, partisine oy vermeyiz. O kadar kızarız ve aşağılarız ki, yani haberi olsa, çok fena bunalıma girer.

Bu ünlünün başına kötü bir şey gelirse, içimizde yanan nefret ateşinin üstüne, sanki hafiften bir su dökülmüş gibi olur. Böyle garip bir serinleme, sinsi bir ferahlama... Biraz iyi bir insansak, bu tarz hisler beslemekten hemen rahatsız oluruz, utanırız. “Oh olsun”dan, “Neyse, yazık yahu”ya geçiş yaparız. Konuyu da “Aman bana ne ya öf” ile kapatırız. Yani başına kötü bir şey geldiyse de hak ettiği için gelmiştir değil mi? Pis.

Sevmemek, sevmekten daha zor ve yorucu aslında. İnsanın içine tırtıl girmiş gibi oluyor. Yavaş yavaş, minik minik kemiriyor içeriyi. Bütün yapraklarımızı kıtır kıtır yiyor. O yedikçe, biz şişiyoruz. Şiştikçe, önce şuurumuzu, sonra sınırımızı, sonra da insanlığımızı kaybediyoruz.

Geçen hafta, işte böyle bir “tırtıl kemirmesi yüzünden insanlık kaybetme vakası” yaşandı. Hem de Amerika’yla aynı anda, Türkiye’de!

Donald Trump’ın 10 (evet, on) yaşındaki oğlu Barron Trump, babasının başkanlık yemini etme, halk selamlama gibi törenlerinde, yüzünde patlayan flaşlar ve kameralara karşı tam bir çocuk gibi davrandığı için, topa tutuldu.

Alkışlaması ne garipmiş, mimikleri daha garipmiş, babası konuşurken hep esnemiş, elindeki şişeyle ne biçim oynamış, annesi elini uzatıp “Çak!” demiş ama çocuk çakmamış, dengesiz hareketler yapmış, oturduğu koltuğun kumaşıyla oynamış, komik bir şey yokken kahkaha atmış, yan yürümüş, dilini çıkarmış ve gözünü devirmiş...

Sonuç?

Psikopat, ruh hastası, katil suratlı, büyüyünce seri katil olacak, geleceğin tecavüzcüsü, akıl sağlığı yerinde değil, beyni yanmış, aptal, anormal, zavallı, sadist, nörolojik bozukluğu var, sosyopat, zengin piç, velet, sapık, zombi, kesin uyuşturucu bağımlısı, arızalı, dengesiz, içine şeytan kaçmış, hücreye kapatılmalı...

Bunların hepsi, Amerika’da (ve Türkiye’de) bu çocuk için yazılanlar. “Çocuk” dediğim, dikkatinizden kaçmasın... Çocuk çünkü.

10 yaşında, çok sıkılmış bir çocuk. Takım elbise giydirilmiş, saçları fönlenmiş, kravatı boynunu sıkan bir çocuk. O törenden bu törene taşınan, saatler süren saçma sapan konuşmaları dinlemesi istenen bir çocuk. Gecenin köründe ayakta dikilmesi, yetişkin gibi davranması ve protokolün gerektirdiği her şeyi yapması beklenen bir çocuk.

Hakkında bu kadar acımasızca konuşanlar, daha önce hiç 10 yaşında olmamış. Hiç zorla misafirliğe götürülüp sıkılmamış, ani azgınlıklar yaşayıp kristal vazolar kırmamış, kadife koltuklara parmağıyla resim yapmamış. Hiç olmadık yerlerde “Çok sıkıldııım!” diye böğürmemiş. Kalabalık bir yemeğin ortasında, “Ööö, iğrenç bu!” diyerek, ağzındakini tükürmemiş, annesinin “senle sonra görüşeceğiz” gözleriyle hiç karşılaşmamış. Hiç şımarmamış. Hiç “Nasılsın evladım?” sorusuna, ağzındaki sakızı ucundan çeke çeke metrelerce uzatarak cevap vermemiş. Hiç herkesin ortasında burnunu karıştırıp, ellerini Mualla Teyze’nin bembeyaz koltuğuna sürmemiş. Annesi bir şey anlatırken, teyzelere dönüp “Yoo, yalan söylüyoo, hiç de öyle olmadı” dememiş.

Hakkında bu kadar acımasızca konuşanlar, Donald Trump’ı sevmeyenler. Konuşması sırasında, salonda ağlayan bir bebeği kovmasına kızanlar. Çocukları aşağılamasına öfkelenenler. Göçmen çocuklar için “hiçbir halta yaramayan yükler” demesine inanamayanlar. Bu kadar faşist, kötü kalpli, canavar, şuursuz, duygusuz, sevgisiz, korkunç olmasına dayanamayanlar.

Peki, 10 yaşındaki bir çocuk üzerinden öfke kusmak, bir tür Donald Trump olmak değil mi? Ne işe yarıyor? Neye, nasıl bir faydası oluyor?

Bir insanı sevmediğimizde, hedef ne zaman şaşıyor? Gözler ne zaman dönüyor? Döne döne kör mü oluyor? Çalışır durumdaki vicdanımız ne zaman duruyor? O durunca, geriye ne kalıyor? Hangi noktada, o hiç sevmediğimiz insana dönüşüyoruz?

Etrafta bu kadar kötülük varken, kötülere kızanların, kızdıkları kötülerden de kötü olabilmesi, beni çok kötü hissettiriyor.

Mutlaka biz hepimiz iyiyizdir ama çevremiz kötüdür. Yine de lütfen, “duyarlı” kişiliğimizin ayarlarını düzenli olarak kontrol edelim, içimizi vahşice kemiren tırtılları evcilleştirelim. Kendimize gelelim ve ne yapıyorsak, insanca yapalım.

İnsan gibi sevmemeyi öğrenirsek, sevmediklerimizden bir farkımız olur. Sonra, gerçekten işe yarayan bir şeyler yapabiliriz belki.


Reyya Advan Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 13 yıl, İstanbul’da çeşitli uluslararası reklam ajanslarında, reklam yazarlığı yaptı. Çocuk hikâyeleri ve masallar yazdı. İstanbul’un trafiğine ve nem oranına daha fazla dayanamayarak, Ankara’ya geri döndü. 2009’da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Reklamcılık, yazarlık, sunum teknikleri gibi alanlarda dersler veriyor. Kurbağalara olan abartılı ilgisi dışında, normal bir insan.