YAZARLAR

Ahmet Türk’ün saldırı altındaki onuru

AK Partililer rahatsız oldu. Ertuğrul Özkök rahatsız oldu. Biri yaş ve konum dedi, diğeri hastalık, Türklük ve kardeşlik. Bir şey daha var: Hukuk. Ahmet Türk ise olacakları biliyordu ki, tutuklandıktan sonra, “Onurumuzdan başka kaybedecek şeyimiz yoktur” dedi. Haklı çıktı: Hastaneden hastaneye, şehirden şehire sürüklenip duruyor.

“İnsanlara yaşına ve konumuna uygun muamele edilmelidir.” Galip Ensarioğlu, AK Parti Diyarbakır milletvekili söyledi bunu, Ahmet Türk’ün jandarmalar arasındaki görüntüsü dokunmuş, zannedersiniz az dalarsanız. Galip Ensarioğlu’nun duyarlılığı ile partisinin politikaları arasında hem uyum hem uçurum var: Uçurum var, partisine göre Ahmet Türk terörist ve teröristlere müsamaha yok, oysa Ensarioğlu “müsamaha” gösterisi yapıyor. Uyum var: Bir yandan bildiklerini yaparken, bir yandan da seçmenin teveccühünü kaybetmeyecek laflar, çıkışlar, sahneler ayarlamak gerekli. Ahmet Türk’ü kelepçe ile teşhir ederseniz, Diyarbakır’dan öyle kolayından oy gelmez.

KELEPÇE YOK; KELEP VAR

Elazığ Valiliği, “Hayır” dedi, “Hiçbir aşamada kelepçe yok.”

Kelepçe yok? Fakat üç jandarma kollarına kelep olmuş. Derdest vaziyette. 21 Kasım 2016’dan beri oradan oraya sürüklenip duruyor.

Ertuğrul Özkök de müdahil oldu, kelebi görerek: “Bak Türk kardeşim bu fotoğraf bana koydu” başlığıyla sahne aldı o da; işini bilir: Yedi dönem milletvekilliği yapmış, her geldiği yere seçilerek gelmiş biri. “Etnik parti”leri eleştirmiş” biri, yani Kürt hareketini eleştirme ödevini de yapmış aslında. “Bana bu kadar koyduysa... Var düşün Kürt kardeşime ne kadar dokunmuştur...” diyor.

Ertuğrul Özkök’ün duyarlılığı arasında da iktidarla hem bir çelişki hem de bir uyum var: Yaşlı, hasta, yedi kere seçilmiş” yani bu fotoğrafı hak etmiyor! Çelişki, görüntüyü kabul etmemesinde, uyum ise istisnacılık, müsamahakârlık ve kardeşlik söyleminde. Müsamaha ve kardeşlik söylemi, hak ve hukuk gereğini bastırmanın en iyi yolu. Ahmet Türk genç ve hiç seçilmemiş olsa, fotoğraf dokunmayacak bir yerlere yani. 12 Eylül’ü seven ve öven Ertuğrul Özkök, Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi'nde Ahmet Türk ve diğer Kürt arkadaşlarına, kardeşlerine yapılan işkenceyi ve ona yol açan hukuksuzluğu göremedi bu yüzden. Hemen eklemek gerek, çok önemli: Ahmet Türk, avukatlarıyla her görüşmede sağlık sorununun gündeme taşınmasından çok rahatsız olduğunu dile getirdi. “Benim sağlığım değil hukuk önemli” dedi. Sadece mağdurun hukuk dediği, gadredenin kardeşlik, yaş, konum dediği yerde, mağdurun uğradığı haksızlık nasıl düzelir?

HUKUK YERİNE KÜLTÜREL KOD

Yaşa hürmet kuralını hatırlatıyor Ensarioğlu, bir de konumunu. Burada da bir uyum ve uçurum var:

Yaşa ve konuma uygun davranma, hiç de hukuki bir terim değil, hukuk devleti terimi değil. Burada yapılan, hukukun kültürleştirilmesi, yani yaşa ya da konuma bağlı inayetlerle iş görmek. Yaşını ve konumunu söylüyor, fakat hukuku söylemiyor: Tutuksuz yargılama esastır. Siyasi faaliyet suç değildir…

*

Yaşa hürmet, Ensarioğlu’nun içinde olduğu iktidar heyeti açısından, “bizim kültürel değerlerimiz”dense de “biz”in kim olduğuna göre de değişiyor her şey. “Konum” ise bambaşka bir mesele: Seçilmiş Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı, Ahmet Türk. Tarık Ziya Ekinci, politik olarak birçok konuda anlaşamadığı Ahmet Türk gözaltına alındığında kaleme davrandı hemen, Galip Ensarioğlu susarken: “Ahmet Türk hukuka bağlı, tutarlı, yaptığı her işte özenli davranan zarif ve saygıdeğer bir Kürt aristokratıdır.” Derhal bırakılmasını istiyor ve şiddetle protesto ediyordu gözaltı kararını. Yazıda hukuku hatırlatıyordu: Defalarca aldınız, tutukladınız, suçladınız, hiçbir kanıtlanmış suçlamanız yok.

Gözaltına alınması Deniz Baykal’a da dokunmuştu, koşa koşa Mardin’e gitti, bir etkisi olmadı; olmasa da Deniz Baykal’ın bir bildiği vardı. Ahmet Türk’ün bırakılması, oradan oraya sürüklenmemesi, 74 yaşında, 37 yıl önce Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi'nde çektiklerini yeniden çekmemesi Deniz Baykal için de önemliydi.

BİR EZİYET RİNGİ

Ahmet Türk 21 Kasım’da Mardin’de gözaltına alındı. 24 Kasım’da tutuklandı. Bir gün sonra, 25 Kasım’da İstanbul Silivri Cezaevi’ne gönderildi. Mardin’de oturan, Mardin Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan, davaları Mardin ve Diyarbakır’da görülen biri niye Silivri’ye gönderilir? Hikmetinden sual olunmaz dönemdeyiz; vardır bir bildikleri devletin üst konumundakilerin.

İstanbul’da iki gün tek başına tutuldu. Oysa kalp pili vardı. Gözleri iyi görmüyordu. Tek başına kalması sadece tecrit olduğu için değil, ciddi sağlık tehditleri oluşturduğu için sakıncalıydı.

26 Kasım’da Van Büyükşehir Belediye Başkanı Bekir Kaya ile birlikte kalmaya başladı. Bu iyiydi ama sağlık durumu iyi değildi.

4 Ocak’ta Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü, (hayli karışık) bir yazılı açıklama yaptı:

Kalp pili raporu olduğu için Silivri Devlet Hastanesi’ne sevk edilmişti. 30 Kasım ve 6 Aralık’ta sevk planlaması yapılmış, ancak gitmemişti. Açıklamada, “çeşitli nedenlerle gitmedi” deniliyordu. Çeşitli nedenler? Sevklerde kelepçe takıldığı için olmasın?

12 Aralık’ta yeniden Silivri Devlet Hastanesi’ne sevk edildi. İleri tetkik gerektiği ortaya çıktı. Bundan sonrasını aynen aktarıyorum:

“20 Aralık 2016’da Mehmet Akif Ersoy Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kalp-Damar Cerrahisine sevki sağlanan Türk, yapılan muayenesi sonucu 6 ayda bir kalp pili kontrolü önerilmiştir. Tutuklu Türk, ceza ertelemesi talebinde bulunmamış ancak, 19 Aralık 2016 tarihinde Ceza İnfaz Kurumu tarafından resen işlemler başlatılmıştır.”

Yani 4 Ocak’ta Adalet Bakanlığı diyor ki, “tahliyesini sağlamak üzere resen sağlık incelemeleri başlattık, üstelik kendisi istemediği halde...”, “Ne kadar iyi insanlar şu üst konumdakiler” diyesi geliyor değil mi insanın? Hukukun gereğini, “hasta”lık durumunun ceza infaz kurumlarıyla uyumsuzluğunu araştırma görevini, ihsan olarak sıkıştırıveriyor izahatının arasına.

Ve devam ediyor: “Bu kapsamda 5 Ocak 2017 tarihinde Silivri Devlet Hastanesi’ne (…) sevki planlanan Türk'ün, tedavileri tamamlandıktan sonra sağlık kurulu raporunun sonucuna göre adli tıp işlemleri yapılacaktır. Kamuoyunda algı oluşturmaya yönelik bu tür haber ve paylaşımlara kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır.” Algı? Haber? Paylaşım? Kelepçe meselesi gene, tabii ki…

DEHLİZLERDEKİ RAPOR

Bu açıklamadan sonra 11 Ocak’ta yine Silivri Devlet Hastanesi’ne sevk edildi, bakanlığın ilan ettiği “sağlık raporu” bekleniyordu. Tahliye umudu vardı yani. Beklenirken, beklenirken, 15 Ocak’ta Ahmet Türk’ün Elazığ’a sevk edildiği haberi geldi. Sevklerden sevk beğen. Hastaneye derken başka bir hapishaneye… Neden? Davası Diyarbakır’da olduğu için! O zaman niye İstanbul’a getirilmişti? Hikmetinden sual olunmaz…

23 Ocak’ta KCK ana davanın duruşması için Diyarbakır’a götürüldü.

25 Ocak’ta bir haber daha: Ahmet Türk, sağlık durum raporu için eksik tetkiklerinin tamamlanması amacıyla Elazığ’da hastaneye götürüldü. Yine umut: “Resen başlatılan” süreç, yani sağlık sorunları nedeniyle tahliye, raporla mümkün olabilirdi.

Rapor hazırlanacak, Adli Tıp’a gidecek, Adli Tıp da adalet bakanlığının “resen başlattık” dediği süreci tamamlayacak nihai raporu verecekti.

27 Ocak’ta bir haber daha: İstanbul Adli Tıp Kurumu Başkanlığı, “tetkiklerde eksiklik” görmüş yine. Ne olacak? Ahmet Türk bir daha tetkikten geçecek. Muhtemelen İstanbul’da!

Ne bu şimdi? 75 yaşında bir siyasetçi. Kalp pili takılı. Kataraktı nedeniyle gözlerinden eziyeti var. Davası Diyarbakır’da. İstanbul’a götürülüyor. Hastaneye götürülüyor, getiriliyor, götürülüyor… “Resen” deniliyor… Birden Elazığ’a götürülüyor. Oradan Diyarbakır, tekrar Elazığ, şimdi de yeniden İstanbul yolu…

NEREYE SALDIRILACAĞINI BİLİYORDU…

Ahmet Türk, tutuklandıktan sonra verdiği ilk mesajlarından birinde, “Onurumuzdan başka kaybedecek bir şeyimiz yok” demişti. Sözlü görüşmede geçen laf böyle aktarıldı, cümlenin şekli değil, içindeki çekirdek, tek kelime önemli: Onur.

12 Eylül’den sonra, 12 Eylül zindanlarının kıyıcı karanlığına karşı bir slogan öne çıkmıştı: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek.” Cezaevlerinin içinde ve dışında.

Onur.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, BM Genel Kurulu’nda 10 Aralık 1948 tarihinde, 217 A(III) sayılı kararıyla ilan edildi. Türkiye’de dört ay sonra, 6 Nisan 1949 tarih ve 9119 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla tanındı. 27 Mayıs 1949’da Resmi Gazete’de yayınlandı. 12 Eylül zindanlarının içinde ve dışında yükselen “onur”lu sloganlar, sadece rejimle başı derde girmiş üç beş solcunun çaresiz çığlığı değil, evrensel bir umudu taşıyan bir ilkenin dile getirilmesiydi. Türkiye Cumhuriyeti, “bütün insanlar”ın, “onur ve haklar” bakımından eşit olduğunu kabul ve ilan etmişti 68 yıl önce, Ahmet Türk yedi yaşındayken.

Resmi Gazete'de yayınlanan birinci madde:

“Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.”

Onur, beyannamenin beşinci maddesinde de vardı:

“Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.”

BİR HUKUK TERİMİ OLARAK ONUR

Ne oluyor? “Onurundan başka kaybedecek şeyi olmayan”, yani kendisine yönelik hamlelerin hukukun gereği değil, onuruna yönelik bir saldırı olabileceğini bilen görmüş geçirmiş bir Kürt siyasetçisi oradan oraya sürüklenip duruyor.

Elde tutulan kişinin onuru (ve haysiyeti- onur, haysiyet ve hukuk meselesine ilişkin Türkçede kolay ulaşılabilen bir çalışma için bakınız: Biz, Türkiye’nin Haysiyetli İnsanları: Anayasada Yeni Bir Temel Hak Olarak Haysiyet) hiç düşünülmeden yapılan işle ne yapılmış olursunuz?

Ahmet Türk’ün onuru ve haysiyeti, hem “bir Kürt aristokratı” olarak kendisinin hem de temsil ettiği seçmenin onuru ve haysiyeti olarak yerinde durur. Deniz Baykal, tüm bu olacakları öngörerek koştu Mardin’e. Galip Ensarioğlu, Diyarbakır’dan bunu iyi gördüğü için duyarlılık gösteriyor. Ertuğrul Özkök, kamuyu etkileyecek işleri iyi seçtiğinden topa giriyor. İlki kendi onurunu düşünüyor, ikincisi partinin oyunu, üçüncüsü milliyetçiliğinin onurunu korumaya çalışıyor. İlki hukuk dedi, son ikisi hukuku örten ayrımcılığı devreye soktu. Bambaşka mahallelerden 143 kişi, Ahmet Türk’ün ve arkadaşlarının derhal serbest bırakılması için çağrı yaptı, temelleri hukuktu. Ne Galip Ensarioğlu duydu, ne Ertuğrul Özkök gördü. Onu görseler, belki de o jandarmalar arasındaki fotoğrafı görmelerine gerek kalmayacaktı. O muamelelerin önünü kesen tek şey hukuk çünkü; böylece kendi onurlarının telaşına da düşmezlerdi.

Onursuzlaştırma çabaları, çabayı gösterenin onur ve haysiyetini gösteren ok işareti olmaktan başka işe yaramaz. Yapmayın. Ya da yapın, oynadığınız kendi onur ve haysiyetinizdir, Ahmet Türk’ün değil.