YAZARLAR

Biten tulumbadaki su değil; barış, özgürlük ve demokrasi

Eğer 'tulumbadaki su bitti'yse ne tulumbanın ne de suyun suçu var. Aslında tulumba hukuksuzluktan, söz ve ifade özgürlüğünün yokluğundan kurudu. Can ve mal güvenliği de tehdit altında. Anlaşılan tarihin bu döneminde, bu ülkede 'yanlış tulumbacı' iş başında!

O gün “bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik”.

Ocak 2013’te kürsüden müjdeliyordu çünkü Başbakan:

“Biz o IMF’ye beş milyar dolar şu anda borç veriyoruz.”

Hatta o gün “bin atlının dev gibi bir orduyu yenmesi” kadar büyük bir zaferden haberdar ediyordu:

“IMF’nin birinci sıradaki ortağı biz olduk. Tırmanıyoruz. Artık G-20 ülkeleri arasına girerken Türkiye, 26. sıradan 17. sıraya yükselmenin getirdiği güçle oraya gittik. Şimdi bu ülkelerin arasında dünyanın ekonomik geleceğine yön veren ülkelerden bir tanesi olduk.”

O günlerde tulumbada su vardı, hatta taşıyordu; dolar da 1.75 liraydı.

Başbakanlığı döneminde IMF’ye borç verecek düzeye gelmiştik.

Yani tam da Yahya Kemal’in Akıncılar’ında olduğu kıvamdaydık; “Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi, ilerle!”

Ancak 2013’ten 2016’ya geldiğimizde gördük ki; Başbakanlıktan Cumhurbaşkanlığına geçmişti ama biz geçememiştik “Bir yaz günü Tuna’dan kafilelerle”.

Çünkü dolar 3.60’a doğru tırmanıyordu.

IMF’ye beş milyar dolar borç verme övüncü üç yıl içinde yurttaşların yastık altlarına göz dikmeye dönüştü:

“Yastığın altında doları olanlar gelsin parasını altına dönüştürsün, gelsin parasını TL’ye dönüştürsün.”

Neyseki sorumlu yurttaşlar Başbakan Yıldırım gibi “dolarsa ne olur, dolmazsa ne olur” rahatlığında değildi. Hemen başladı kampanyalar…

Dünya Türk İş Konseyi, Türkiye’de bin euro hesap açtırana Cumhurbaşkanı ve Başbakanla tanışmayı vadediyordu.

500 euro bozduranaysa bedava şehirlerarası bilet veren otobüs şirketleri ortaya çıkmıştı.

500 dolar bozdurana el yapımı Sürmene bıçağı verecek esnaf vardı.

300 dolar bozdurana berberler bedava saç sakal traşı vadediyordu.

İki bin dolar bozdurana altı metrekare halı hediye edilecekti.

250 dolar bozdurana bir lokantacı ücretsiz yemek veriyordu.

500 dolar bozduran aracını bedava yıkatacaktı.

Hatta iki bin dolar bozdurana bedava mezar taşı vadeden mermerci bile vardı.

Bütün bunlar için geçerli tek koşul, dolar bozdurulduğuna dair “resmi makbuz”un ibra edilmesiydi.

Elbette bazı fırsatçılar da vardı, sağa sola ilan asmışlardı:

“Dolar bozdurduğunuza dair resmi makbuz beş TL’ye verilir.”

“Dolu tulumba” ne olmuştu da promosyon karşılığı dolar bozdurulmadan çalışamaz hale gelmişti?

Aslında işin sırrı bu soruda.

Bırakın daha öncesini, AKP iktidarının son iki yılı bile bugün neden bu halde olduğumuzu anlatmaya yetiyor.

“Çözüm masası”nı deviren, barış umudunu kanlı bir çatışmaya dönüştüren devlet olma anlayışı egemen bu coğrafyada.

Bombalanmış kentleri, yıkılmış binlerce evi, zorla göç ettirilen yüz binlerce yurttaşı, çatışmalı süreçte yaşamını yitirmiş binlerce insanı olan bir ülke burası.

Öylesine kötü yönetildi ki Türkiye, sonunda daha önceki iktidar ortağının başını çektiği başarısız ama kanlı bir askeri darbenin yolu açıldı.

Belki de tarihte ilk kez başlayanla bitirenin aynı güçler olmadığı bir darbe süreci yaşandı.

Kendisini devirmek isteyenlerin bitiremediği darbe sürecini AKP iktidarı tamamlıyor şimdi.

‘Olağanüstü Hal’le Türkiye’de son kalan demokrasi kırıntıları ortadan kaldırıldı.

Kanun Hükmündeki Kararnamelerle ülkeyi yönetme sevdasıyla zaten son yıllarda varlığı yokluğu tartışılan hukuk tümüyle yok edildi.

15 Temmuz’dan sonra ilan edilen Olağanüstü Hal’de KHK’lar aracılığıyla yapılan uygulamalara ilişkin veriler bile nasıl vahim bir süreçten geçtiğimizi gösteriyor.

OHAL’in ilk 120 gününde 93 bin kamu personeli görevden uzaklaştırılmış, 69 bini memuriyetten ihraç edilmiş.

70 bine yakın insan gözaltına alınmış, 35 bine yakını tutuklanmış.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında cezaevlerindeki tutuklu ve mahkum sayısı 60 bin dolayındayken bugün 220 bini bulmuş.

Zaten OHAL’le gözaltı süresi 30 güne, avukatla görüşme kısıtlaması beş güne çıkartılmış.

Gözaltında, cezaevinde işkence iddiaları ayyuka çıkmış, uluslararası kuruluşların inceleme konusuna dönüşmüş.

Cezaevlerinde mektup, gazete, kitap yasağı bir ceza olarak uygulanıyor artık.

Tutuklulara getirilen avukatla görüşme kısıtlaması ve denetimi 12 Eylül’e bile rahmet okutacak boyutlara varmış.

İşten atılanlar, gözaltına alınanlar, tutuklananlar arasında onlarca kişi intihar etmiş. Kimi intiharlar kuşkuyla karşılanmış.

Bin 500 dernek, bin 61 öğretim kuruluşu, 203 kurs etüd merkezi, 129 vakıf, 35 sağlık kuruluş, 19 sendika, 15 üniversite kapatılmış.

151 general, bin 656 subay ve astsubay tutuklanmış. 3 bin 600 subay ve astsubayla 16 bine yakın askeri okul öğrencisi ihraç edilmiş.

3 bin 400 hakim ve savcı ile iki Anayasa Mahkemesi Üyesi meslekten ihraç edilmiş, tamamına yakını tutuklanmış, 300’e yakını itirafçı olmuş.

4 bin 500 akademisyen görevden uzaklaştırılmış. İhraç edilenlerin sayısı ise 2 bin 400.

10 bine yakın polisle 2 bin 500’den fazla emniyet amiri ve müdürü açığa alınmış, beş bine yakını tutuklanmış.

15 Temmuz’dan bu yana Türkiye’de tutuklanan gazeteci ve yazar sayısı 112. OHAL ilan edildiğinde zaten cezaevindeki gazeteci sayısı 32’ydi. Şu anda 140’ın üzerinde gazeteci ve yazar cezaevinde.

OHAL’le birlikte 16 TV kanalı, üç haber ajansı, 47 gazete, 16 dergi, 23 radyo, 26 yayınevi kapatılmış.

OHAL’in ilk 120 gününde üç bine yakın gazeteci işsiz kalmış.

Sarı basın kartları iptal edilen gazeteci sayısı 800.

Kürtlerin kazandığı belediyelerin 40’ına kayyum atanmış durumda. Eşbaşkanların çoğu tutuklu. Belediye Meclis üyeleriyle, il ve ilçe başkanlarıyla HDP-DBP çizgisindeki binlerce sivil siyasetçi cezaevinde.

Daha da vahimi, parlamentonun üçüncü büyük partisi HDP’nin eşbaşkanlarının da içerisinde olduğu 10 milletvekili cezaevinde tecrit koşullarında yaşıyor.

60 bine yakın insanın pasaportları iptal edilmiş.

Sadece basın ve ifade özgürlüğü, can güvenliği tehdit altında değil. Aynı zamanda hiçbir kapitalist ülkede olmayacak düzeyde mal güvenliği de tehdit altında.

15 milyar liralık taşınmaz şu ana kadar hazineye devredilmiş. 190 bin taşınmaz da bloke edilmiş durumda. Kayyum atanan, el konulan holdinglerin, şirketlerin, işletmelerin hesabını da kimse bilmiyor.

OHAL’in bu bilançosunun siyasal sonuçlarının zaten yapısal sorunları olan ekonomide yol açtığı krize de çok dikkatli bakmak gerekiyor. Bu ayın ilk haftasında dolar 3.60’a doğru fırlıyordu. Şimdi biraz hız kesti, 3.50’ye doğru geriledi. Ancak unutmamak gerekiyor ki yaklaşık iki ay önce, 3 Ekim 2016’de dolar 3.00 liraya ayak bastı ve ondan sonra hızla tırmandı. Neyin tarihiydi biliyor musunuz 3 Ekim? Bakanlar Kurulu’nun OHAL’i ikinci kez uzatacağını açıkladığı gündü.

Anlaşıldı mı şimdi ülke içindeki tulumbada suyun neden bittiği.

Neden girildiği iktidar sahipleri tarafından bir türlü açıklanamayan Suriye savaşı, Irak’ta bir kıvılcımın çakmasını bekleyen potansiyel çatışma riski; Rusya’dan ABD’ye kadar bu ülkeyi bütün dünyayla kavgalı duruma getirdi.

Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakereleri geçici olarak askıya alma kararı neredeyse dünyada gerginlik yaşamadığımız ülke bırakmadı.

Böylece ülkedeki tulumbaya dışarıdan gelecek su da kesildi iyice.

Bütün bunların üstüne üstlük mevcut rejimi tehdit eden “Cumhurbaşkanlığı görünümlü başkanlık” sevdasıyla uygulanan “yurtta sürekli gerginlik, dünyada sürekli gerginlik politikası” eklenince tulumbada su kalmadı.

Cumhurbaşkanı özlediği “Başkanlık” konusunda konuştukça dolar fırladı. Başbakan “Cumhurbaşkanlığı görünümlü Başkanlık” konusunda MHP lideriyle görüşüp çay içtikçe, “pürüzsüz anlaştıklarını” açıkladıkça dolar, Fransız Guyanasından uzaya fırlatılan Göktürk-1 uydusuna döndü.

Ama siz yine de “zift havuzu”nun medyasında bu haberi Yahya Kemal’in Akıncılar şiirindeki dizeleriyle okuyabilirsiniz:

“Bir gün yine doludizgin atlarımızla

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.”

Şimdi “Cumhurbaşkanı görünümlü fiili Başkan” diyor ki:

“Yani şu anda tulumbada su yok. Tulumbaya şöyle bir su doldurmak lazım.”

Aslında eksik olan tulumbadaki su değil; eksik olan barış, demokrasi, özgürlük, hukuk, insan hakları…

Ayrıca tulumbada su kalmamışsa, kesin bilgi şu ki bu tulumbanın ya da suyun suçu değil.

Anlaşılan tarihin bu döneminde, bu ülkede “yanlış tulumbacı” iş başında!