
Kimlik, sınıf ve iş cinayetleri
Türkiye sineması taze bir soluk kazandı. Hem estetik hem de hikaye anlatımı açısından birbirini tekrar eden, karakterine âşık ve her şeyin karakter için var olduğu evrenleri anlatmakta ısrar eden sinemada başka bir yönelimin nefes aldırabileceğini gösteriyor “Babamın Kanatları”.
Kıvanç Sezer’in, bir üniversite öğrencisinin inşaatta çalışırken ‘iş cinayeti’ sonucu ölümüne dair gazete haberini okuduktan sonra harekete geçip, daha sonra bu saf gerçek yerine kurmaca bir hikayenin çok daha iyi olacağına karar verdiği bir film “Babamın Kanatları”. İstanbul’un yükselen dev konutlarından birisinin inşasında çalışan bir grup işçinin hayatına götürüyor bizi film. 50’li yaşlarını geride bırakmış ve hala çalışmak zorunda kalan İbrahim zorlu bir hastalığa yakalandığını öğrendiğinde bazı tercihler yapmak zorunda kalıyor. Film, bir yandan İbrahim’in hikayesini takip ederken iş kazası, emek sömürüsü gibi ağır koşullarını da üslubunca aktarıyor seyirciye.
BÜYÜK KENTTEKİ KÜRTLER

.
Filmin, bizim sinemamızın son dönem eğilimleri açısından ayırt edici özellikleri var. Öncelikle çeşitli nedenlerle ‘bölge’den ayrılıp büyük kente gelmek zorunda kalmış Kürtlere dair hikaye eksikliğinde önemli bir boşluğu dolduruyor. Yakın dönemde izlediğimiz “Annemin Şarkısı”ndan sonra yeni bir kapı açıyor. (1) “Babamın Kanatları”nın şöyle bir durumu var. Ana karakter İbrahim’in bölge ile bağlarını tamamen koparmaması, orada bir ailesinin olması ve ailenin Van depreminden sonra konteynerde yaşaması. Böylece, İstanbul’da lüks konut inşaatında çalışan bir işçinin kendi konut problemini çözememiş olması gibi bir ikilik yaratılıyor. Bu filmin en iyi işleyen yanlarındın birisi kanaatimce.
Filmin bir diğer önemli yanı, ‘iş cinayetlerini’ kurgusal bir atmosfer içinde ama melodrama yaslanmadan anlatmadaki mahareti. Seyirciyi sömürmeye ve gözyaşına davet etmeye oldukça açık bir konuyu mümkün olduğu kadar istismar etmemeye özen gösteren bir film var karşımızda. Kıvanç Sezer, yalnızca iş cinayetlerini değil aynı zamanda ‘işçi sağlığı’ konusunda arka planda da olsa bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyor. Filmin melodrama fazlaca meyletmemesinin ve seyirci için hem biraz umut hem de rahatlama alanı yaratmasının en önemli aracı ise Yusuf ile Nihal arasındaki ilişki. Bu karakterlerin yalnızca ‘işçi’ olma durumlarıyla değil, aynı zamanda duyguları ve gelecek kaygılarıyla birlikte hikayenin içinde yer edinmelerine de olanak sağlıyor.
KİMLİK VE SINIFIN HALLERİ
Bütün bunlar bir yana Kıvanç Sezer’in en büyük mahareti kimlik ve sınıf meselesini aynı potanın içine atıp, sınıfı kimliğin üzerine koymayı başarabilmesi. Türkiye gibi siyasetin neredeyse tamamen kimlik üzerine kurulduğu, hele de karakterler Kürt olduğunda bundan kaçışın mümkün görünmediği bir atmosferde böylesi bir yükün altına girmeye cesaret etmek bile kendi başına takdiri hak ediyor. Sezer, karakterlerinin kültürel kimliklerini bir veri olarak ele alıyor, onların günlük hayatları, iş yapma biçimleri, aileleriyle ve sevdikleriyle kurduğu ilişkileri böyle tanımlamaya özen gösteriyor.
Öte yandan patron, taşeron, formen, kalfa, işçi arasındaki egemenlik ilişkilerini kimliklere göre değil, bulundukları pozisyonla ve hangi sınıfla daha yakın olduklarına göre belirlemeye çabalıyor. Burada riskli bir alana da girdiğini ve bizce altından kalkmayı başardığını da ekleyelim. Şöyle ki, iş hiyerarşisinin en altında Kürtler, Özbekler yer alırken, ustalık Kürtlere, kalfalık ya da formenlik Karadenizlilere, yöneticilik vasıfları ise Türklere düşüyor. Bu riskli bir alan. Ama bir yandan da ülkenin gerçeği olarak bu sektörde sıkça karşılaşılan bir durum.
TAM OLDURULAMAYANLAR…

.
“Babamın Kanatları”nın ‘iyi bir film’ olmaktan ‘çok iyi bir film’ olma kategorisine geçişine engel olan sıkıntılı tarafları da var hiç kuşku yok ki. Küçük ayrıntılar bir yana, filmin ritminin biraz şaşırdığı, karakterin ilerleyişinin sıkıntılar yaşamaya başladığı bir an var. Menderes Samancılar’ın ustalığını konuşturduğu İbrahim karakterinin (buradan sonrası filmin sürpriz gelişmelerini ele verebilir) kendisi hakkında aldığı karar ve sonrasında bazı sıkıntılar ortaya çıkıyor.
Bu oldukça zor bir bölge çünkü. Öleceğini bilip, ölümünü erkene çekme ve ‘işlevli’ hale getirmeye karar veren bir karakterin dilemmasını yazmak da, oynamak da oldukça zor. Kıvanç Sezer’ın metni burada biraz teklemeye başlıyor. Haliyle Menderes Samancılar’ın oyunu da.
Karakterin yaşadığı ikilemi ve sıkıntıyı seyirciye geçirmekte zorlanmaya başlıyor film. Görsel atmosferler kurularak bu durumun seyirciye geçmesi bir noktaya kadar sağlansa da, daha ileriye, daha derine inmeye gücü yetmiyor yönetmenin. Ki bu durumun bu kadar katmanlı bir hikayeye el atan ve birçoğunun altından kalkan bir ilk film yönetmeni için oldukça normal olduğunu söylemeden geçmeyelim.“Babamın Kanatları”, Menderes Samancılar gibi bir usta, Tansel Öngel gibi deneyimli oyuncularıyla bu alanda da sıkıntı yaşamıyor. Ama asıl olarak Kübra Kip ve Musab Ekici’yi armağan ediyor ülke sinemasına. Yusuf ve Nihal karakterlerini canlandıran ikilinin performanslarının yılın en iyi yardımcı oyuncu performansları arasında olduğunun da altını çizelim yeri gelmişken.
(1) Bu arada yakın dönem sinemamızda ‘Kürt’ karakterlere dair hikayelerdeki isim seçimlerinde dikkat çekici bir ortak özellik var. Orhan Eskiköy’ün ‘Babamın Sesi’, Erol Mintaş’ın “Annemin Şarkısı” ve son olarak Kıvanç Sezer’ın “Babamın Kanatları”, anne-babanın bu hikayelerdeki ağırlığına da dikkat çekiyor. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte bu üç film de bir anlamda ‘bölge’ ile ilişkiyi bu kavramlar üzerinden konumlandırıyorlar. “Babamın Kanatları” bunu çocuk üzerinden yapsa da, bölge, geçmiş ve gelecek ile kurulan bağı bu tür aileye dair aidiyet vurguları kuruyor.
ADI:Babamın Kanatları
YÖNETMEN: Kıvanç Sezer
OYUNCULAR: Menderes Samancılar, Musab Ekici, Kübra Kip, Tansel Öngel, Sarp Aydınoğlu
YAPIM: 2016 Türkiye
SÜRE: 101 dk.
VİZYON TARİHİ: 2 Aralık
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Leningrad’da kasvetli bir sonbahar
İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Dovlatov’, ‘Tarihsiz, İmzasız’, ‘Nigar’ ve ‘Ev’ filmleri üzerine kısa kısa…
Örgütlenen seyirci filmsiz kalmaz!
Kars ve Lüleburgaz’da bir araya gelen sinemaseverler, kentlerinde vizyona girme şansı bulamayan filmleri izleme şansını yakalıyor. Nasıl mı? Örgütlenerek ve talep ederek.
Almanya Başkonsolosluğu makamına...
Malum neredeyse kaç çift çorabımız olduğuna kadar bilgi istediğiniz için, detaylı bir mal varlığı ve banka dökümünü de iliştirdim başvuru dosyasına. Ama o da ne! 23 Mart 2018’de yaptığım başvurum, 5 Nisan 2018 tarihinde reddedildi.
Acaba hangi filmi izlesek!
İstanbul Film Festivali zengin bir program ve “hangi filmin izleneceğine bir türlü verilemeyen kararlar” eşliğinde bugün başlıyor. Bazen filmlerden değil de belirli konseptlerden hareket etmek hem film seçiminde hem de belli konularda bilgi sahip olmada yardımcı olabilir.
Durun! Siz kardeş değilsiniz
Tolga Karaçelik’in bir yol hikayesi olarak başlayıp, aile komedisi olarak şekillenen son filmi “Kelebekler” seyri hayli kolay, seyirciyle barışık bir film. Üstelik aile ve kardeşlik üzerine de düşünmemizi sağlayacak fazlaca malzemeye sahip.
Bir an önce ‘son’a ulaşma yarışı!
Kendilerini hiçbir şeye ve hiç kimseye layık görmeyen, birbirlerine yaslanarak ve birbirlerini de bitirerek ilerleyen bir grup gencin hikayesi bir anlamda “Kar”.
Varsın yine biz ‘ideolojik’ bakalım!
Şeytanın en büyük numarası, insanları var olmadığına inandırmasıdır, derler. Dunkirk’ten bir ‘kahramanlık destanı’, Churcill’den ‘demokrasi havarisi’ çıkaran İngiliz sineması Stalingrad zaferini bu filmin karakterleri üzerinden bir eğlence malzemesine dönüştürerek o “kadar da ciddiye alınacak bir durum yok” demeye getiriyor.
‘Anne’ diye gezinen erkeklik!
Paul Thomas Anderson, gösterişli bir terzi değil de büyük bir sanatçı gibi ele aldığı kibirli Woodcock’un ördüğü duvarların, ergen tavırlarının sıradan bir kadın tarafından paramparça edilişini gösterirken yalnızca özel bir aşk hikayeyi göstermiyor bize. Aynı zamanda ironik bir biçimde ‘büyüme’ hikayesi de çıkarıyor.
Soğuk Savaş reloaded!
“Kızıl Serçe”, eski moda bir ‘Soğuk Savaş’ konseptini bugünün dünyasına oturtmaya çalışırken ucuz bir propaganda filmi olmaktan öteye gidemiyor. Bildik amentüyü tekrarlayarak “demokrasi- despotizm” ikiliyi ile ikna edebileceğini düşünüyor.
Amerika’nın dışında: The Florida Project
Oscar ödül töreni yaklaşırken vizyon da hareketlendi. Biz de önemli filmlere dair söz söylememiş olmak için geleneği bozup hafta içine de bir yazı yazalım dedik. Cuma vizyona giren “The Florida Project”in evrenine şöyle bir baktık.
Suyun Sesi: ‘Oscar Amca’ için bir masal…
Guillermo del Toro’nın 13 dalda Oscar adayı filmi “Suyun Sesi”, sahne tasarımı ve görsel kusursuzluğuna rağmen sanki her ödülleri götürmek için planlandığı duygusu vermekten kurtulamıyor. Bizi asıl rahatsız eden şey filmin bir ödül avcısı haline gelmesi için yapılan plancılık; yönetmenin bildiği sinemayı, bütün birikimini buna vakfetmesindeki kurnazlıktır kim bilir?
Bu bir Beşiktaş filmi değildir!
Beşiktaş Futbol Takımı ile özdeşleşen malzemeci Süreyya Soner’i anlatan “Güzel Adam Süreyya” etkili bir sözlü tarih anlatısı gibi. Film, bu özel adamın karakterini ‘Beşiktaşlılık’ ile izah etmeye çalışsa da alttan alta ‘Beşiktaşlılık’a karakterini veren şeyin Süreyya Soner olduğunu anlamak zor değil!
Fatih Akın: Daha fazla politik, daha az öfkeli
Fatih Akın, hikâyelerini politikleştirirken ilk filmlerindeki öfkeyi uzak tutmaya çalışıyor. “Kısa ve Acısız”, “Duvara Karşı”, “Solino” ve “Yaşamın Kıyısında”da patlayıp dinmeyen ve akıbetini düşünmeyen öfke; “Kesik”te sabırlı yolculuklara, “Paramparça”da planlı intikam arayışlarına dönüşüyor.
Rusya’dan sevgilerle!
Andrey Zvyagintsev’in Cannes’dan jüri ödülü kazana, Oscar’da yabancı dilde en iyi film listesinde son beşe kalan filmi “Sevgisiz”, günümüz Rus toplumundan manzaralar sunuyor.
Tony Gatlif: Benim ülkem yollar!
Bir bölümü Türkiye’de de geçen son filmi “Aman Doktor”un (Djam) gösterimi için İstanbul’a gelen Tony Gatlif ile bu filmini değil, Çingeneleri, yollarda olmayı, yersiz yurtsuz hayatın inceliklerini konuştuk. Gatlif, " Yol aslında benim için bir ülke sayılır. Sizin için ülke ne ise yol da benim için öyle" diyor.
‘Emek’ ki en çok yakışandı ona
Boğazına haram lokma girmemiş, ‘vicdan, onur ve şeref’ sahibi; sevdiklerini kendisinden önce düşünen, yaşamak için emeğinden başka bir sermayesi olmayan karakterlerin vazgeçilmez ismiydi Münir Özkul.
Arif’e yepyeni bir tarif!
"Arif v 216" bir saygı duruşundan çok, duygularla ilgili bir yapım. Dönemin popüler kültür atmosferine, oradaki karakterlere ağırlık veriliyor. Film, dönemin ‘gerçek’ olan şeyleriyle değil, filmlerin müziklerin anlattıklarına odaklanıyor ve onları taltif ediyor. Filmin temel derdinin “o dönem ne kadar da güzeldi” demekten ziyade “o dönemin hikâye karakterleri, şarkıları ne kadar da güzel ve naifti” olduğu söylenebilir.
Muhteşem pazarlama!
“Muhteşem Showman”, tartışmalı bir kişiliği bütün bu tartışmalardan uzak tutarak yeni bir yorumla çıkarıyor seyircinin karşısına. Bir yandan zengin olma, kabul görme, rüşt ispatlama gibi dünyevi hırsların nasıl yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini gösterirken önemli olanın “iyi şeyler yapmak” ve “kendin için en doğru insanların kim olduğuna karar vermek” olduğunu anlatmaya çalışıyor.
‘Güç’ dengesini bulmuş!
Yeni Star Wars filmi “Son Jedi”, bir önceki filmin kırık dökük taraflarını onarıyor ve ayağa kaldırıyor hikayeyi. Rey ve Kylo Ren arasındaki güç savaşı ‘şimdilik’ dengede görünüyor…
Bir Coen kolay olunmuyor!
Filmin bir türlü çerçevesini genişletememesi Coen Kardeşlerin neden çekmekten vazgeçtikleri hakkında da ipucu veriyor diyebiliriz! Çünkü tam olmamış bir senaryo var belli ki ortada. Film, açılışta seyirciye vaat ettiklerini çok kısa süre sonra unutuyor.
Küçük balıklar can çekişirken...
Fikret Reyhan imzalı “Sarı Sıcak”, eski usul tarım ticareti yapan bir ailenin büyük balıklar karşısında tutunamayışını, “dertli adam” profiline akraba bir karakter üzerinden anlatıyor. Bir ilk film olarak dikkat çekici bir yapım Sarı Sıcak.
Gezici Festival yola çıkıyor: Belki şehre bir film gelir
Kent kent dolaşarak film gösterimi yapan Gezici Film Festivali yollara düşüyor. Yılın öne çıkan yerli ve yabancı yapımlarını yanı sıra Ercan Kesal’ın seçkisiyle ‘Vidan ve Adalet’ filmleri ve yenilenmiş kurgusuyla “Yol” seçkinin ağır topları…
Buğday: Bir inanç ütopyası!
Semih Kaplanoğlu’nun uzun süredir beklenen filmi “Buğday” vizyonda. Film, yakın gelecekte distopik bir dünyayı anlatarak başladığı yolculuğunu, yaşam sonrasına dair bir ütopik vaatle bitiriyor
Adaletin bu mu DC!
DC, Marvel’in süper kahramanları topladığı ‘Avengers’ serisine ‘Adalet Birliği’ ile cevap veriyor. Süpermen, Batman, Wonder Woman, Flash, Cyborg ve Aquaman huzurlarınızda!
Bir ‘gönül yarası’ daha
Yavuz Turgul- Şener Şen ikilisinin yeni filmi ‘Yol Ayrımı’, önceki ortaklıkların üzerine pek fazla şey koyamıyor. Belli ki takım artık formsuz.
Sanat, sanat için mi, saray için mi?
Cumhurbaşkanının kendi iktidarları döneminde Nobel Edebiyat ve Altın Palmiye gibi büyük başarılar elde edilmişken, bununla övünmek yerine yok saymayı tercih etmesinin altında yatan motivasyon nedir acaba?
Performans her şeydir!
‘Turist’ filmiyle tanıdığımız Ruben Östlund’un Altın Palmiye ödüllü yeni filmi ‘Kare’, hayat ile sanat arasındaki mesafenin muğlaklaştığı ve belki de her ikisi için de performansın ana belirleyici olduğu bir dünyayı çarpıcı detaylarla anlatıyor
Hollywood’a niyet, Yeşilçam’a kısmet!
‘Ayla’, Hollywoodvari bir savaş draması olmak için çıktığı yolda, Yeşilçam usulü bir melodram olarak bitiriyor hikayesini. İşin bu kısmını iyi yapıyor ama…
Yine alacakaranlıkta!
Safdie biraderler, New York’un bilinmeyen köşelerinde geçen suç filmi “Soygun”, özellikle Robert Pattinson’un performansıyla ayakta kalıyor.
Haneke’den çıkan kısmın özeti
Michael Haneke, geçmiş filmlerine bolca göndermede bulunduğu konularıyla da bağlantı kurmayı ihmal etmediği, bir anlamda ‘çıkan kısmın özeti’ olarak tanımlayabileceğimiz ‘Mutlu Son’ ile karşımızda. Haneke, kendi filmografisine bir saygı duruşunda bulunuyor.
Blade Runner 2049: Yeni ‘insan’ ile tanışın!
“Blade Runner 2049”, açık ara son dönemde izlediğimiz atmosferi en doğru kurulmuş, seyirciyi en çok etkileyen yapımlardan birisi olacak. Baştan sonra karanlık, yoğun sisler ve çevresel kirlilik içinde ilerleyen bir öykü; fiziksel olarak parçalanmış bir dünya, yine ikilikler yaşayan ve bilincini ortaya çıkarmaya çalışan bir ana karakter, hükmeden şirketler, görev duygusu gelişmiş acımasız replikalar. Bütün bunların üzerine gizemini finale kadar korumayı başaran bir ‘sır’.
Kervan 1915: Sanırsın okul gezisi!
‘Kervan 1915’, hiçbir Ermeni karaktere ön yargıyla yaklaşmıyor ama bunu politik bir duruş olarak değil, ancak egemenlerin bahşedebileceği türden bir ‘merhamet’le gerçekleştiriyor. Bu yüzden mazlumun değil, kendi hikayesini anlatıyor daha çok!
Körfez ve Daha: Ne nasıl söylediğin değil, ne söylediğin…
Adana’da “Körfez” ve “Daha” filmleri çıktı seyircinin karşısına. İki filmde sinema olarak geçer not almaya yakın dursa da filmlerin söylemi üzerinde daha fazla konuşmayı gerektiriyor.
Uluslararası Adana Film Festivali: Yarım kalan ‘bir şey’ler
Ulusal yarışmanın ikinci gününde “İşe Yarar Bir Şey”, “Murtaza” ve “Eksi Bir” çıktı seyircinin karşısına. Ama beklentilerin karşılandığını söylemek güç.
Çeviride kaybolmak ve ‘Kar’ın yükselişi
Adana’da ulusal yarışma filmleri gösterimleri başladı. “Kar” temposu ve cesaretiyle dikkat çekerken, yabancı filmlerdeki çevirilerin yetersizliği ve altyazı senkronizasyonundaki sıkıntılar keyif kaçırdı.
Sinemada hasat zamanı!
Önümüzdeki hafta önce Adana Altın Koza Film Festivali, ardından da Filmekimi başlıyor. Bütün yılın yerli ve yabancı kalburüstü filmleri bu iki festivalde seyircinin karşısına çıkacak.
Örgütlenmek güzeldir!
Stephen King’in en iyi romanlarından ‘O’, 27 yıl sonra yeniden hareketlendi. Bir grup çocuğun korkularıyla yüzleşmesini konu edinen film, kurtuluşun birbirine güvenmek ve birlikte hareket etmekten geçtiğini anlatıyor.
‘Narcos’un eksik karakteri
‘Narcos’ dizisinin ilk sezonunda on dakikalığına tanışma fırsatı bulduğumuz Barry Seal’ın çarpıcı öyküsü, Doug Liman’ın temposu düşmeyen filmiyle konuk oluyor bu hafta sinemlara.
Manşet toplantısında bir ‘robot gazeteci’!
‘Robot Gazetecilik’ tartışması yalnızca ‘mesleki’ öngörülerle sınırlandırılıp medyanın sermaye-siyaset bağlantılarından bağımsız yürütülebilir mi? Ve bir Robot Gazeteci Türkiye’de manşet toplantısına katılsa neler yaşar.
Pazartesi sendromu!
‘Fazla’ çocukların devlet tarafından ailelerinden alındığı bir evreni anlatan ‘Yedinci Hayat’, distopya iddiasını yukarılara taşımayı başaramasa da Noomi Rapace’in performansıyla aksiyon beklentisini karşılıyor.
Soderbergh ve Terminatör geri döndü!
Steven Soderbegh dört yıl aradan sonra ‘Şanslı Logan’ ile döndü. Film eğlenceli bir suç komedisi. Haftanın fırsatı ise 26 yıl sonra üç boyutlu olarak vizyona giren ‘Terminatör 2’yi büyük ekranda görebilme fırsatı!
Portre asla bitmez!
Oyuncu olarak tanıdığımız Stanley Tucci bu kez kamera arkasına geçiyor ve 20. yüzyılın önemsi sanatçılarından Alberto Giacometti’nin son dönemine ve en büyük eserlerinden birinin yaratım sürecine götürüyor seyirciyi.
Üçü bir arada
Hem vizyon yoğunluğundan hem de bu satırların yazarının tek etek ele alacağı kadar kıymet verdiği film kıtlığından bu hafta üç filme kısa kısa değinelim: ‘Bilim Kurgu 1 Bölüm: Son Savaşçı’, Manifesto ve Hizmetçi…
Kara Kule: Biz bu filmi görmüştük!
Stephen King’in yıllardır çekilmesi planlanan ‘Kara Kule’ serisi nihayet perdede. Ancak film, King severlerin tatmin eder mi bilinmez ama sinema izleyicisi için hayal kırıklığı olma ihtimali yüksek.
Sinemanın tasfiyesi: Sıra festival ve festivalcilerde
Muhalif sinemacıların kamu kaynaklarından mahrum bırakılmasının ardından, Antalya Film Festivali, ülkenin en köklü ulusal yarışması Altın Portakal’ı bitirdi. ‘Kültürel iktidar’ bir türlü kurulamayınca, iktidar ve kamu olanakları kullanılarak festivaller ve festivalcilerin tasfiyesine sıra gelmiş gibi görünüyor.
Dunkirk: Savaşın gerçeği değil gösterinin şehveti
Christopher Nolan yeni filmi ‘Dunkirk’ 21 Temmuz'da vizyona giriyor. Nolan, ağır bir yenilgiyi zafer gibi taçlandıran İngiliz resmi tarihiyle uyumlu bir şekilde, hikayeyi görkemli görselliğin ve gösterinin arkasına saklamayı başarıyor.
'Devrimci' gibi başladı 'peygamber' gibi bitirdi!
Öncelikle, “Savaş”ın “Şafak Vakti”nden daha iyi ama “Başlangıç” kadar çarpıcı olmadığını belirterek başlayalım. Şöyle ki, ikinci filmin sonunda maymunları oldukça güçlü bir pozisyonda bırakmıştık. Oysa burada ‘zor’ durumda olduklarını görüyoruz. Öte yandan Woody Harrelson tarafından canlandırılan Albay karakteri her ne kadar fragmanlarda etki yaratsa da filmde yeterince derinleştirilemediği için ikna edici olmaktan uzak kalıyor.
Sînemaya Kurdî’de başka bir nefes
Bu yıl önce !f İstanbul’da gösterilen, ardından da Ankara Film Festivali’nde en iyi film ödülünü kazanan 'Genco', Kürt bir süper kahramanın maceralarını anlatıyor. Ali Kemal Çınar, yalnızca Kürt sineması değil, Türkiye sineması için de cesur bir dil.
Tam Gaz: Yönetmenin dilemması!
“Tam Gaz” kendisini açıkça gösteren ve seyir zevki yüksek bir film. Hollywood aksiyonlarının ve gişe filmlerinin seyirciyi sömüren taraflarına fazla prim vermiyor. Seyircinin karakterlere yaklaşmasına izin verse de özdeşleşmemelerine özen gösteriyor.
Transformers: Mülteciler evine!
Yaratıcılar Transformers'ın son filminde hikayeyi Kral Arthur ve Tapınak Şövalyeleri’ne kadar götürerek yeni bir açılım yapmayı deniyorlar. Zaman zaman aksiyonun heyecan verdiği anlar olmuyor değil, ancak serinin ilk bölümlerindeki inceliği bulmak zor. Hem görsel tasarım anlamında hem de hikaye anlamında. Nihayetinde uzayıp giden bir hikaye dönüp dolaşıp Hollywood’un onlarca kez yaptığı bir ezberi tekrar etmekten kurtulamıyor
‘Sniper: Duvar’: Evdeki düşman!
‘Bourne’ serisinden tanıdığımız Doug Liman’ın yönettiği “Sniper: Duvar”, ABD’li ve Iraklı keskin nişancıların düellosunu anlatırken siyaseten de çok şey söylüyor.
Mumya: Ölüyle şaka olmaz!
“Görevimiz Tehlike”nin setinden geçerken uğramış gibi görünen Tom Cruise’lu “Mumya”, 125 milyon dolarlık bir hayal kırıklığı olarak kayıtlara geçiyor.
Anayurt Oteli ya da bir toplum nasıl ‘ruh hastası’ oldu
Türkiye sinemasının en önemli filmlerinden ‘Anayurt Oteli’ restore edilmiş kopyasıyla yeniden sinemalarda. Filme bugünden bakınca Türkiye’nin modernleşme serüveninin sancılarını Zebercet’in kimliğinde seyirciye aktarmakta oldukça maharetli olduğu bir kez daha görülüyor.
Karayip Korsanları: Ruh çağırma seansı!
‘Karayıp Korsanları’nın beşinci filmi “Salazar’ın İntikamı”, geçmişle bağları güçlü ancak hem hikaye hem de görsel olarak yeni bir şey vaat edemiyor. Yine de seyir sevki yüksek.
‘Resmi tez’in bile gerisine düşen bir 1915 filmi!
“Osmanlı Subayı”, kötü bir film olmanın yanı sıra Ermeni Soykırımı hakkında devletin resmi görüşünün bile gerisine düşerken, öpüşme sahnelerinin karartılması işin tuzu biberi oluyor. “Osmanlı Subayı” hikayesinin dramatik yapısının kötülüğünün yanında politik arka planında niyet ettiklerini bile hayata geçirmekten uzak bir film olarak tarihteki yerini alıyor.
Alien Covenant: Yaratılanın yaratıcılığı!
Ridley Scott, “Prometheus” ile döndüğü “Yaratık” evreninde yeni bir kapı açıyor. "Yaratık: Covenant", 1979 tarihli ilk filme giden yolda döşenmiş ‘ilahi’ bir yol gibi…
T2: Geçmişe değil, gençliğe özlem!
Danny Boyle, bir kült haline gelen 1996 tarihli ‘Tranispotting’in karakterlerini 20 yıl sonra yeniden bir araya getirdi. Film, ilk filme yazılmış bir özlem mektubu gibi bir anlamda…
İlk göz ağrısı: Ankara Film Festivali
90’lı yılların ilk yarısında yirmi yaşına gelmemiş bir üniversite öğrencisiyken filmlerle tanışmamı ve sinemamı sevmemi sağlanan Ankara Film Festivali 28 yılında yine kentte sinemayı taşıyor. Festivalin jüri başkanlığını Onur Ünlü yapıyor.
‘Beden ve Ruh’un birleştiği an!
Berlin’den Altın Ayı ile dönen “Beden ve Ruh”; biri ruhen diğeri bedenen ‘engelli’ iki insanın sıra dışı ilişkisini anlatıyor. İstanbul Film Festivali’ne de konuk olan film bugünden itibaren sinemalarda da yerini alıyor.
İstanbul Film Festivali notları: Ne varsa eskilerde var!
Geride bıraktığımız bir yılda sinemanın birikimi azımsanmayacak durumda ancak yine de eski filmleri izleyince “Ne varsa eskilerde var” demeden edemiyor insan.
İstanbul Film Festivali notları: Örneği olmayan bir sinema deneyimi
Polonyalı usta yönetmen Andrzej Zulawski’nin büyük bir kısmını çektikten sonra yasaklanan, on yılda ‘özel’ bir yöntemle tamamlayabildiği ‘Gümüş Küre’, festivalin en özel filmi.
Marksizmden önceki Marx
İstanbul Film Festivali’nin merakla beklenen filmlerinden “Genç Karl Marx” sinema duygusu çok güçlü olmasa da karakterlerinin hakkını veriyor. “Safari” ve “İz” ise birbirini tamamlayan iki yapım gibi duruyor.
Halit Akçatepe: Muhteşem bir dostu kaybettik!
Halit Akçatepe’nin perdede bıraktığı iz muzip, eğlenceli ama aynı zamanda dayanışmayı ve paylaşmayı bilen bir dosttan başka nedir ki!
Kabuktaki Hayalet: Felsefeden pratiğe
1995 yapımı kült film ‘Kabuktaki Hayalet’in Amerikan versiyonu beklentiyi yükseltmediğiniz sürece sizi tatmin edecektir. Film ‘felsefe’ dozunu azaltırken, evren yaratmada başarıyı yakalıyor.
Böyle ‘Hayat’ mı olur!
Haftanın iddialı bilimkurgusu ‘Hayat’ yeni bir şeyler söyleyecekmiş gibi yapıp, eski sularda yüzmeyi tercih ediyor. İlk yarım saatlik bölümünde isminin izinden gidiyor ve seyirciye ‘hayat’ hakkında sorular sorduracak(mış) gibi yapıyor.
Kırmızı Kaplumbağa: Zamansız bir masal
Hollandalı yönetmen Michael Dudok de Wit imzalı ‘Kırmızı Kaplumbağa’, sinemada masal görmek isteyenler için biçilmiş kaftan.
Kong: Düşman doğa iş başında!
Jordan Vogt-Roberts imzalı ‘Kong: Kafatası Adası’, ‘King Kong’ efsanesine referansla yeni bir hikaye anlatıyor. İnsanlığı tehdit eden bu kez yalnızca dev bir goril değil, antik çağdan kalan yaratıklar.
Reis: Bir zamanlar Kasımpaşa’da…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çocukluk ve belediye başkanlığı seçildiği dönemleri anlatan ‘Reis’ parçalı yapısıyla bütünlük kuramıyor. Film kurmacaya yaklaştıkça toparlarken, gerçek hayatın sularında çuvallıyor.
Bu Oscar tarihe geçebilir
89. Oscar Ödülleri bu akşam sahiplerini buluyor. Bu yıl Trump’ın uygulamaları nedeniyle törene katılamayan film ekipleri olduğu düşünülürse kürsüden yapılacak konuşmalar geceye damga vurabilir.
Ay Işığı: Her temas iz bırakır!
‘Ay Işığı’, sarsıcı bir romanı, dokunaklı bir şiiri okumuşçasına tat bırakıyor seyircide.
Vezir Parmağı: Cesaret ve cehalet!
Mahsun Kırmızıgül, şaşırtıcı bir şekilde ‘seks komedisi’ yapmaya girişiyor ‘Vezir Parmağı’nda. Ama ne kadar yerleşik cinsiyetçi kalıp varsa birbiri ardına sıralayarak…
Ata Demirer’den ‘eski Türkiye’
Ata Demirer, yine bir Ege komedisiyle karşımızda. Demirer’in tek adam şovundan uzak durmakta, şablon da olsa hikayeyi önemseyen tarzı ‘Olanlar Olmuş’u eğlenceli bir film haline getiriyor.
Uzay Yolcuları: Yılın ilk hayal kırıklığı
‘Uzay Yolcuları’, bir uzay filminin bütün vaatlerini seyirciye gösteriyor ama hiçbirisini yerine getirmeyi başaramıyor.
Sinemacıları soruşturma: Bir tasfiye girişimi!
Sinema biletlerinden toplanan ve yine sinema üretimine yatırılması öngörülen bakanlık destekleri için elde bir ‘kara liste’ olması, destek verilmemesi için oldukça iyi bir gerekçe olur hiç kuşku yok ki. Bu soruşturmadan murat, söz konusu imzacıların sinema endüstrisinin dışına itilmesi, üretemez duruma getirilmesi, hasbelkader filmini çekebilse bile gösteriminin önüne geçilmesi.
Büyük gözaltı!
Oliver Stone, bu kez Edward Snowden’in hayatıyla döndü. Ancak filmin iki yıl önce izlediğimiz ‘Citizenfour’ belgeselinin kurmaca bir tekrarından öteye gidemediğini söylemek gerek.
“Edip'in Lastik Topu” ya da şairin şairle insani ilişkisi
Edip Cansever’in halka uzak duran görüntü ve tavrına rağmen “Mendilimde Kan Sesleri” ile neredeyse tepe noktasını bulan hem onun hem de yazdıklarının insani ve politik özellikleridir. Turgut Uyar’ın ve başka şairlerin şiirlerinin tersine bildik anlamda bir Anadoluluğa yol açmamış olması da şiirinin özgünlüklerinin başında gelir.
‘Rogue One’: İsyan umutla başlar!
‘Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi’, serinin üçüncü ve dördüncü bölümleri arasındaki bağlantıyı sağlarken, başlı başına bir hikaye kurmayı başarıyor. Ama asıl seyircinin çokça ihtiyacı olan umuda vurgu yaptığı için iyi geliyor.
‘Gece Hayvanları’
‘Tek Başına Bir Adam’ ile sinemaya etkili giriş yapan Tom Ford, ‘Gece Hayvanları’nda da beklentileri karşılamayı başarıyor.
Mel Gibson'dan 'kutsal' dönüş
Son on yılını şiddet eğilimi, ırkçı söylemleri nedeniyle Hollywood’tan ‘aforoz’ edilmiş halde geçiren Mel Gibson, ‘Savaş Vadisi’ ile sağlam bir geri dönüşe imza atıyor.
Özcan Deniz, Özcan Deniz’e karşı!
Özcan Deniz, yönetmenlik serüveninin beşinci adımında sinemada yarattığı ‘Özcan Deniz’ karakterlerini biraz hizaya çekiyor, aklını başına getirmeye çalışıyor. ‘İkinci Şans’ yılın eli yüzü düzgün gişe filmlerinden birisi.
Faydalı canavar!
‘Canavarın Çağrısı’, fantastik ögeleriyle bir çocukluktan yetişkinliği geçiş filmi gibi görünse de ‘gerçekçi’ ögeleri hedef kitlesi için biraz ağır kaçabilir.
Irak’a ilk bayrağı sinema dikti!
Siyasette “Irak’a girdik, giriyoruz” tartışmaları süredursun, bu hafta gösterime giren “Dağ 2” filmi Türk bayrağını bu ülkede göndere dikti bile!
Hakkâri’nin ‘Ekşi Elmalar’ı
Yılmaz Erdoğan’ın ‘Ekşi Elmalar’ı, 70’lerin sonundan 90’ların sonuna uzanan bir aile draması. Hakkâri’de başlayıp Antalya’da son bulan hikayenin ikili yapısı dramatik gücünü azaltırken; savaşa ve Kürt kimliğine yaklaşımı mesafeli.
‘İkimizin Yerine’: Eksik ama cesur!
Bu hafta gösterime giren “İkimizin Yerine”, içinde bulunduğumuz dönem için oldukça cesur bir hikaye anlatıyor ve bu yönüyle de ana akımın genel çizgilerinden ayrılıyor.
'Ansızın' değişir her şey
Filmin bütün mahareti de burada yatıyor aslında. Düşüncenin seyir boyunca değişip durması, iyi ile kötünün birbirine karışması ve aslında karakterlere dair hiçbir yargımızın tam olarak doğru olmaması. Ya da hepsinin doğru olması…
‘Çakma Emek’ ya da bir gasp hikayesi
Çakma Emek’ hafta sonu yapılan bir etkinlikle ‘sezonu’ açtı. Kimi aklı evveller ‘tıpkısının aynısı’ diye propaganda yapa dursun, Emek’in yıkımı ‘teknik’ bir konu değil, ağır bir gasptır. Biz bu gaspın parçası olmayacağız.
‘Trendeki Kız’: Banliyö öldürür!
“Trendeki Kız”, New York’un banliyölerinde yaşayan üç kadının birbiriyle kesişen hikayesine odaklanıyor. Filmin, Rachel’i canlandıran Emily Blunt’a Oscar adaylığı getirebileceği konuşuluyor.
Seren Yüce’den ‘hiçlik’e dair
Seren Yüce'nin yeni filmi 'Rüzgarda Salınan Nilüfer' vizyona girdi. Yüce, tıpkı 'Çoğunluk'ta olduğu gibi bu filminde de orta sınıfa dair gözlemlerini tutarlı bir hikaye ile birleştirip çıkarıyor seyircinin karşısına.
Kalandar Soğuğu: ‘Umut’suz yaşanmıyor
Kalandar Soğuğu'nu 'Sonbahar'dan sonra Karadeniz coğrafyasını hikayesiyle ortak kılmayı başarmış en önemli filmlerden birisi olarak kabul edebiliriz.
Eastwood’tan Amerikan ruhuna övgü
Yönetmenliğini Clint Eastwood'un üstlendiği Sully, bu hafta vizyona girdi. Filmde, arızalı uçağı Hudson nehrinin dondurucu sularına indirerek uçaktaki 155 kişinin hayatını kurtaran bir kaptanın öyküsü anlatılıyor.
Aynı denizde iki kere yıkanırmış!
Kayıp Balık Dori, denizaltı dünyasının renkliliğine espri zamanlamasındaki beceriye de eklediğimizde, haftanın en iyilerinden birisi olarak seyredilmeyi hak ediyor.
‘Krall’ı gelse tanımaz!
Star Trek: Sonsuzluk, bu hafta vizyona girdi. Filmde Kirk ve Spock’u bu kez yeni bir görev ve farklı bir düşman bekliyor.
Kendine viral
Yönetmenliğini Henry Joost ile Ariel Schulman’ın üstlendiği Viral, bir virüsle hayatları değişen insanların 'paranormal' hikayesini anlatıyor.
Emekliye sevk vakti gelmiş
Bourne serisinin son halkası vizyona girdi. Serinin hayranları hikayenin mitolojisinde bir derinlik bulamayacaklar ama aksiyon arzularını giderebilirler.