YAZARLAR

Brüksel’den Şanghay’a Uzun İnce Bir Yol

Adını koyalım. Türkiye’nin dış politika çıkarlarını tartışıyor gibi yaptığımızda bile gerçekte tartıştığımız şey “değerler”. Kendi içinde değerler konusunda bu kadar kutuplaşan, bu kadar güvensizleşen bir toplum, hiçbir biçimde bu tartışmayı bırakıp çıkarının ne olduğunu tartışamıyor.

Dün Avrupa Parlamentosu Türkiye ile sürdürülen üyelik müzakerelerinin dondurulmasına karar verdi. AP'nin verdiği kararın bağlayıcılığı yok, 15-16 Aralık tarihlerinde yapılacak AB Liderler Zirvesi için tavsiye niteliğinde. Müzakerelerin AB’nin Türkiye üzerinde elinde kalan yegane etki aracı olduğunu düşünen AB liderlerinin bu tavsiyeye uyması ise uzak bir ihtimal.

Karar bağlayıcı değil, ama son derece önemli. Zira AB ve Türkiye üyelik müzakerelerinin başladığı 2005 tarihinden bu yana ilk kez iki taraf da artık yollarının ayrılma noktasına gelmiş olabileceğini düşünüyor. Bundan sonra ne olacağına dair endişeler, karşı taraf üzerinde kalan etkinin korunması arzusu ilişkiyi (şimdilik) sürdürüyor.

Hükümet, kendilerine sürekli ne yapılması gerektiğini söyleyen ama somut sorunlar karşısında herhangi bir destek alamadığını düşündüğü “Avrupa koşullarına” çok öfkeli. İçerideki baskı ve otoriterleşme arttıkça AB tarafından yöneltilen (mahcup) eleştirilerin dozu (kısmen) artıyor. Bu mahcup eleştiriler karşısında “yeriz senin dondurmanı” şeklinde özetlenebilecek öfkeli ve alaycı ton daha da yükseliyor.

Avrupa ise işbirliği yapmak için iki tarafın da siyasi iradeye sahip olması gerektiğini ve Türkiye’nin artık bu iradeyi göstermeye niyetinin olmadığını iddia ediyor. İlişkiler o kadar gerilmiş durumda ki sadece birkaç yılda Avrupa yeni Türkiye’nin 2023 yılı hedefi olmaktan milletin temsilcisi olan seçilmişlere ne yapılması gerektiğini söyleyen bir vesayet kurumuna dönüşmüş durumda. Kaderi tıpkı Merkez Bankası ya da Anayasa Mahkemesi’nin kaderi gibi: hakkı olmayan bir denetim gücünü hakkı olmayan bir biçimde kullanmak isteyen eski düzenin bir aracı olarak görülmek.

ŞANGHAY İLE FLÖRT ETMEK

Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, Türkiye ve AB ilişkilerinde yaşanan her kriz döneminde olduğu gibi bu kriz döneminde de “Doğu’ya dönmek” perspektifi yeniden masada. Tam da “dondurma kararının” alınmasının beklendiği bu hafta içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kez daha Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin tek alternatifi olmadığını ve Türkiye’nin gerekirse Şanghay Beşlisi’nin içerisine gireceğini söyledi.

Şanghay Beşlisi’ne yönelik bu ilgi bugüne kadar neredeyse bir kural olarak Batı’ya yönelik hayal kırıklığına paralel dillendirilen bir tercih oldu. Bilinçli olarak seçilmiş, maliyetleri hesaplanmış bir dış politika tercihi değil, ittifak stratejilerinde Türkiye’nin başka alternatiflerinin de olduğunu anlatmak için masaya konulan bir kart olarak önümüze geldi. Çin ve Rusya ile ilişki kurmak Batı ile ilişkilerde yaşanan istenmeyen gelişmeleri tedavi etmenin, kırılan gururu onarmanın, yarayı sarmanın bir yolu olarak görüldü. Bu iki ülkenin kaderi Türkiye’nin yedek kulübesinin daimi oyuncusu olmaktı.

Ama elbette bir “pansuman aracı olarak Şanghay” fikri, ulusal ve uluslararası gelişmelerin Batı ile “kopuşu” beraberinde getirmesiyle bir “gerçeklik olarak Şanghay” fikrine her an dönüşebilir. Üstelik Batı ile ilişiklerde yaşanan krizin boyutu yedek kulübesi oyuncuların asıl oyuncu mertebesine yükseltilmesini ilk kez bu kadar yüksek bir ihtimal haline getirmiş durumda. Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin de korkusu bu. Avrupa’nın kıyısında Rusya adım adım gücünü yeniden tesis ederken, Türkiye’nin işbirliği kanallarını Atlantik ittifakından Rusya ve Çin’e kaydırması Avrupa/Batı için elbette ki endişe verici bir gelişme.

BATI'NIN KRİZİ

Kuşkusuz Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin bu yeni ittifak olasılığından endişe ediyor olması anlaşılır. Şanghay ne kurumsal olarak ne de hedefleri açısından Avrupa Birliği’ne alternatif bir örgüt değil. Ama Avrupa Birliği’ne alternatif olmaması bu örgütün temel hedefinin Batı’nın gücünün dengelenmesi ile ilişkili olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu örgütün ekonomik güç dengesinin Batı’dan Doğu’ya kaymasına paralel olarak geliştiği gerçeğini değiştirmiyor.

Üstelik Batı artık kendi kurduğu bu düzenin “maliyetlerini” üstlenebilecek ne niyete ne de kaynaklara sahipken, bu yükselen düzenin Batı-dışı toplumlar için ne kadar çekici olabileceğini de hemen teslim etmek gerekiyor. Bir tarafta kendi üye ülkelerini dahi Birlik içinde tutmakta zorlanan ve yaşadığı iktisadi ve siyasi krizle sıkı sıkıya tutunduğu değerlerinin hızla aşındığı bir Avrupa; öte yandan İkinci Dünya Savaşı sonrası kendi önderliğinde kurulan ve maliyetleri kendisinin üstlenmesi ile devam ettirilen uluslararası kurumlara yönelik sorumluluklarından her an vazgeçmeye hazır olduğunu söyleyen ABD.

BAĞIMSIZ DIŞ POLİTİKA?

Peki dünyanın pek çok ülkesinde sadece Batı’ya odaklı bir dış politika izlemenin devri kapanırken, Türkiye’nin Batı ittifakından çıkma olasılığı içeride neden büyük bir tartışmaya yol açıyor? Neden Çin ve Rusya ile kurulan bağlar toplumun önemlice bir kesimi tarafından büyük bir dirençle karşılaşıyor?

Avrasyacılara göre bu sorunun cevabı Türkiye’nin Batı odaklı siyasal ve bürokratik elitlerinde. Batı ülkelerinde yetişen, Batı ile güçlü bağlar kuran bu elitler Batı merkezli olmayan dış politika olasılıklarını sürekli baltalıyorlar. Dolayısıyla tasfiyeleri elzem. Bu düşünceye göre Batı kurumlarından çıkışa paralel olarak gerçekleşecek bu tasfiye Türkiye’nin de Batı’dan bağımsız bir dış politika hattına kavuşmasının önünü açacak. Türkiye tarihini Batıcı elitlerin yönetiminde kurulan ulus devletin tarihi olarak okuyan ve bürokratik kadrolar üzerinde denetim kurmakta zorlanan iktidar da bu tasfiye ve Batı ittifakından çıkma arzusuna heyecanla sarılıyor.

KORKU VE DIŞ POLİTİKA

Öte yandan ŞİÖ adını duyanların korkusu sadece elitlerle sınırlı değil. Nitekim Batı ittifakı bu memlekette pek çokları tarafından nadiren bir dış politika aracı, daha nadiren belirli bir iktisadi rasyonaliteyi temsil eden bir ekonomik enstrüman olarak görüldü. Bundan daha ziyade Batı ittifakı (hadi daraltalım; Avrupa Birliği) kendi aramızda bir türlü tesis edemediğimiz güveni tesis etmenin bir aracı haline geldi. Avrupa Birliği’ni destekleyen pek çokları için Batı ittifakının anlamı Türkiye’nin bağımsız dış politika izlemesine ket vurmak değil, kurumsal zayıflıkla taçlandırılan ceberut devlet geleneğinin dizginlenmesiydi. Avrupa’nın azınlıkların, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin, laiklerin haklarını savunabilecek bir denge mekanizması olarak görülmesiydi. Varsayım tepeden modernleşen bir toplumun, dışarından demokratikleşebilme olasılığıydı.

Bugün tepeden modernleşme ve dışarıdan demokratikleşme iddiası üzerimize çökerken, üyelerinden hiçbir ulusal yükümlülük beklemeyen, her ülkenin kendi seçtiği model ile yönetilmesinde ısrar eden, kendi ittifak yapısı içerisinde bulunan devletlerin büyük bir bölümünün ülkelerini “tek adam/tek parti” rejimi ile yönettikleri ŞİÖ gibi bir ittifaka girip tamamen otoriter bir patikaya girmekten haklı olarak pek çok kişi korkuyor.

DEĞERLER, ÇIKARLAR

Adını koyalım. Türkiye’nin dış politika çıkarlarını tartışıyor gibi yaptığımızda bile gerçekte tartıştığımız şey “değerler”. Kendi içinde değerler konusunda bu kadar kutuplaşan, bu kadar güvensizleşen bir toplum, hiçbir biçimde bu tartışmayı bırakıp çıkarının ne olduğunu tartışamıyor. Tartışamaz da.

Değerler konusundaki bu kapışma devam ettiği sürece, çıkarlar konusunda da (görece) bir ortaklık oluşmayacak. Değerler üzerinden toplumu birbirine düşürdükten sonra, çıkarlar üzerinden giriyormuşuz gibi yaptığımız hiçbir ittifak da kalıcı olmayacak. İçeride güveni tesis etmeden atılan her yeni dış politika adımı bizi hem içeride hem dışarı da daha derin bir açmaza sokacak. Çünkü sorun burada, içeride; girdiğimiz ya da çıktığımız ittifaklarda değil. Sorun Türkiye’nin Batı ya da Doğu ile değil, kendi kendisiyle kavgasında.

Dün Avrupa Parlamentosu ülkede hukukun üstünlüğü ve insan hakları yeniden tesis edilene kadar Türkiye ile ilişkileri dondurma yönünde tavsiye kararı aldı. Yine “bize parmak salladılar, bizi aşağıladılar” diyenlere anımsatmak ta yarar var; Batı’nın Türkiye ile müzakereleri dondurmak için gerekçe gösterdiği o değerler, ne sadece Batı’ya aittir ne de Batı’nın eksiksiz bir biçimde uyguladığı değerlerdir. İnsan hakları ve hukukun üstünlüğü yüzlerce yıllık mücadele içinde şekillenmiş mazlumun keyfi otoriteden korunma hakkıdır. Yunus Emre’den Nazım Hikmet’e bu memleketin de her karış toprağında, her satırında izi vardır o değerlerin.

Bu değerlerde ortaklaştığımız zaman, ortak çıkarımızın ne olduğunu tartışmak bu kadar zor (ve acı dolu) olmayacak.