YAZARLAR

Kısa kes avukat!

Demokrasi bir konuşma rejimidir. Cumhuriyet fermana karşı konuşmaya yaslanır. Konuşma, yargı marifetiyle yok ediliyor. Yargıyı kaybettik. Fakat adalet sadece yargının işi değil. 

Yeni bir devlet kuruluyor, bu onun şiddeti ve celali, demiştik dün. Yeni devlette susturulacaklar ilan ediliyor her işlemle diye devam etmiştik. O “Burada biz konuşuruz!” diyen polis de “avukatlar”ın artık konuşamayacağını fakat polislerin konuşacağını ilan ediyordu. Savunmasız bir gelecek demek ki bizi bekleyen. Mühürlenenler arasında hak arama dernekleri, avukatlık derneklerinin bulunması boşuna değil. Üstelik bu işlemler için “yargı”ya bile ihtiyaç duyulmuyor, şeklen de olsa: Yargı artık bu kuruluş sürecinin basit bir enstrümanı ve yargıç denilen kişi, o bağıran polisler kadar bile yeni devletin kıymetlisi değil.

“Vatandaş, ötekilerine seslenme hakkı yine ötekilerince tanınmış olan insan tekidir” der Lyotard; seslenme hakkı da dinleme hakkı da biçiliyor şu günlerde. Büyük ölçüde yargı eliyle üstelik.

HAKİM, FEHİM, MÜSTAKİM, EMİN…

Yargıçların bir kısmı, demokrasi ihtimalini tamamen yok edecek darbe girişiminin ortağı olmaktan içerde. Daha büyük bir kısmı aynı ortaklıktan meslekten atıldı. Fakat bu ayın yargıçların verdiği “ağırlaştırılmış müebbet”ler dahil çok ağır cezaların hepsi makbul sayılıyor, icra ediliyor. Hatta içeri girmemişleri yargılama işlemlerine devam edebiliyor, Cumhuriyet gazetesi soruşturmasını yürüten savcı gibi mesela.

Yargıç nedir? Kimdir?

Mecelle’ye göre yargıç, hakim, “hakîm, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin…” olmalıdır. Verecekleri kararları onlar açıklamadan medyadan okuduğumuz kişi neye hakimdir? Kararlarında, kanunla yazdıkları hüküm arasında hiçbir bağ olmayan kişi neyi fehmetmektedir? Daha önce verdiği kararı değiştirirken en ufak bir varlık belirti göstermeyen kişi nasıl müstakimdir? Kanunda yazılanla ilgisi olmayan kişinin eminliği nedir? Yürütme temsilcileri karşısında düğme ilikleyen kişi ne kadar mekindir? Kulağı talimatlarda, hukuk dışı kavramların uygulanmasında olan kişi metin midir? Böyle olmayıp “darbeci” olmuşların verdiği hükümleri ortadan kaldırmak yerine, aynı usullerle yeni hükümler ihdas etmeye yönelmek neyin nesidir?

KAZANANLARIN ADALETİ ADALET MİDİR?

Yargı kaybedilmiştir. Metin olmak lazım. Fakat adalet sadece yargıyla ilgili bir şey değil. Bir devlet organı olarak yargı teşkilatı, daima bir adaletsizlik üzerine oturur, bugünlerde gördüğümüz adaletsizlikler, bu yeni devletin kuruluşu tamam olunca onun altında yatan kan ve şiddet olarak kayda geçecek. Devlet teşkilatı olarak yargının adaletsizliği, son savaşta galip çıkmışların adaletine yaslanmasındandır. Kürt meselesindeki sorunlar, böyle bir tarihsel adaletsizlik zincirinin yarattığı sorunlardı. Tek yanlı, susturulmuşların çektiği zulmün telafisiyle bir ilgisi olmayan mütegallibenin adaletinin yarattığı sorunlar.

Böyle bir yargıyla “biz”den olanı, “yerli ve milli” olanı bugün için tatmin edecek yapıyı kurabilirsiniz, fakat o yapı o yargının temelindeki adaletsizlikten ötürü yeni adaletsizliklere, yeni düşmanlıklara yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. “Güçlüyüm kazanırım” derseniz mesele yok, adaletle işim yok demiş olursunuz.

ADALET UFKU KAYBOLMAMALI

Yargı kaybedilmiş olsa da adalet ufku kaybedilemez. Adl. Şeyleri yerli yerine koymak. İslam’a göre Allah’ın sıfatlarından. Adalet, dünyevi çıkar ve düşmanlıkları aşan bir mizana sahip olmak zorundadır İslam teolojisine ve hukuk teorisine göre; “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adâletsizliğe götürmesin” ayetinin son dönemlerde sık zikredilmesinin sebebi bu. Kendi kinini aşarak hükmetmek mümkün mü? Teolojik planda mümkün göründüğü için yapılmıyor mu uyarı? Adaletsizliğin muhtemel fakat adaletin mümkün görüldüğü için? Kin, yani düşmanlık ortamında bile adalet vazgeçilemeyecek bir arayış.

Soyut adalet idesiyle somut vaka arasında, adl ile bir bağ kurulur. “Ben konuşacağım” diyen kişi, sadece o gün orada bulunan ÇHD’lileri ve dostlarını mı susturdu? Yoksa bu büyük sus emrinin, yeni devlette yeri olmayanlara yöneltilen emrin uygulaması mıydı? Büyük sus emri var. Vur emri gibi, vur emri kadar öldürücü. Öldürdüğü şeylerden biri de demokrasidir bu emrin. Konuşmasız demokrasi mi olurmuş? Konuşmasız cumhuriyet mi olurmuş?

DOĞRU KONUŞMAK MECBURİYSE DEMOKRASİ YOKTUR

“Doğru konuşmuyor bunlar” deniliyor, “doğru konuşma” bir siyasal sistemin ölçüsüyse, o sistem demokrasi midir? “Doğruyu konuşma” bir ahlak ödevi, bir etik iradedir elbette, fakat “sadece doğruyu konuşma” mecburiyeti ahlak dışı, etik harici bir ilkedir: Herkes için her zaman geçerli olacak doğruyu Tanrı’dan başka kim bilmiş? Doğruyu emredenin, doğruyu dikte edenin ilkesi, ne zamandan beri ondan başkasını bağlamış, elinde kalın sopası yoksa? Dikte, ne zamandan beri demokratik bir ilke olmuş? “Rahatsız edici, can sıkıcı, kabul edilmesi zor, ürpertici, çıkarlarınıza aykırı…” sözlerin olmadığı bir tür cennet kuracaksanız, o bu dünyanın işi değildir. Sizin yeryüzü cennetiniz, muhakkak başkalarının cehennemidir. Cehennem ürettiğinizde cennetinizde nasıl payidar olacaksınız ilelebet? İkisi de aynı yer çünkü…

Dikte eden, doğruyu bilen ve emreden, kendisini yargıdan masun konumlandırır, dokunulmazdır o: Egemen, yargılanamayandır, Hobbes’a sorarsak. Hobbes’çu dünyayı aşmanın yolu, bağımsız yargı olarak düşünülmüştü: Egemen, yargıya da egemen olacağına göre yargılanamayacaktır, Carl Schmitt de onaylar bunu. Fakat, işte ‘bağımsız yargı’, yargıdaki bu büyük gediği tıkamak için yasalar adına hüküm verir ki “egemen”in de yargılanması kapısı açılabilsin. “Yargıç kral” eski bir figür olarak eskimemiştir, krallar yargıyı ellerine alma çabasını hep sürdürür. Bağımlı yargı, sadece egemenin normlarını uygulayan yargı, yargılanamayan egemenin ilanıdır.

SAVUNMAYA SALDIRI

“Savunma”nın saldırıya uğrama sebebi budur: Türkiye Cumhuriyeti hukuk tarihinde savunma hep dışlanmıştır. “Söz savunmanın” filmlerde güzel bir replikse de duruşma salonundaysa “Kısa kes avukat” halini almıştır. Bu dışlamaya karşı da hep bir mücadele olagelmiştir. Fakat bugünlerde İstanbul ve Ankara gibi büyük barolarla Barolar Birliği gibi kuruluşlar, sorunları bir mesajla geçiştirmeden fazlasına yönelmiyor. Savunma dernekleri kapatılırken Barolar Birliği, isim bile zikretmeden “Demokratik bulmamız kabul edilemez” türünden sade suya tirit açıklamalarla yetiniyor. Oysa aynı birlik ve altındaki büyük barolar, siyasal meselelere gelince aslan kesilebiliyor. “Laiklik, bölünmez bütünlük, Atatürk ilke ve devrimleri…” Hukuk üretmek, savunma haklarını gözetmek, hukuksuz işlere karşı hiç değilse tarihe kayıt düşecek hukuki hamleler yapmak onların işi değil. Bir bakıyorsunuz Dışişleri Bakanı gibi konuşuyorlar, bir bakıyorsunuz İçişleri Bakanı gibi, “terör” demeye zorlanıp sonra da öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı zordayken, dardayken, “Elbette terör” diye parmak uzatanlara hak vererek işe koyuldular. Haksız mütegallibeye hak vermekle mi savunma birlikleri ayakta duracaktı?

MUHALEFETİN İŞİ ELİ YÜKSELTMEK Mİ?

Ne oluyor, nedir bu sorusunu soranlara, ana muhalefet saflarından bir cevap geliyor, sık sık “faşizm” sözünü dile getiriyor ana muhalefet yetkilileri. Durmadan konuşanların kalanları susturma çabasıyla süre giden bir otoriter inşanın “faşizm” olarak tanımlanması yerinde olabilir, olmayabilir. Ne var ki “faşizm” olduğuna inanılıyorsa, durmadan konuşana karşı durmadan konuşarak onun jestlerini tekrar etmenin gidişatı durdurma ya de değiştirme gücüne nasıl inanılabilir? Parlamenter sistemi savunuyorsunuz ama onu ilga edecek dokunulmazlık oylamasında “Evet” diyebiliyorsunuz. Öyleyse hep daha ağır sözlerle eli yükseltmenin anlamı ne?

*

“Vatandaş, ötekilerine seslenme hakkı yine ötekilerince tanınmış olan insan tekidir” diyordu Lyotard, Ötekinin Hakları makalesinde ve ekliyor: “Kabul edelim ki, ötekilerle konuşma kapasitesi bir insan hakkı, belki de en temel insan hakkıdır.”

Keşke bu makaleyi çeviren Zühtü Arslan Anayasa Mahkemesi’nin başında diye umutlanabilseydik.