YAZARLAR

Sus emri ve düşmanlık siyaseti

Özel bir ittifak kuruluyor: Üçüncü MC dönemi, ama bu sefer hükümet olarak değil, devlet olarak. Ne bu şiddet bu celal derseniz, yeni bir devlet kuruluşunun şiddeti ve celalidir bu.

“Konuşma!” “Burada biz konuşuruz! Konuşma!”

Sus emri. Gazeteler, televizyonlar, hak arama örgütleri, avukat dernekleri… Bu aralar en yaygın emir, sus emri. İMC TV, Hayat TV, Özgür Gündem, Azadiya Welat, Cumhuriyet Gazetesi… ÇHD, ÖHD, Gündem Çocuk… Sus emrinin hedefleri.

KONUŞMA YETİSİ, KONUŞMA HAKKI

Susarak büyüdüm. Konuşmayarak. Konuşturulmayarak.

Bebek susar. Ötekilerin, ebeveynin, büyüklerin, konuşabilenlerin kendisi hakkında konuşmasını dinleyerek büyür. Bir “yabancı” olarak geldiği dünyada, ötekilerinden duyduğu dilde dillenir. Bebeğin konuşması dört gözle beklense de, konuşmaya başlaması, konuşma hakkını alması anlamına gelmez. Kendisi hakkında söylenenlere söyleyecek bir şeyi yoktur. Kendisine söylenenlere de. Olduğu zaman, bebekten çocuğa geçtiğinde de uzun süre değişmez durum. Çocuğun konuşma hakkı, içine doğduğu kültürün prosedürlerine bağlıdır.

Bir “susma”m daha var: Okul başladığında, susmaktan başka fazla yapacak şeyim yoktu. Bildiğim dil Kürtçe, bilmek zorunda olduğum ama bilmediğim dil Türkçe'ydi. Zorunlu olarak sustum. Kim susmadan neyi öğrenebilmiş? İşin ucunda zor da varsa: Kürtçe konuşmak, dayak demekti. Bereket, nazik bir öğretmenin vardı, Abdurrahman Çınar. Zor kadar sevilerek de asimile edildim esasen; kişisel hakkım helaldir Abdurrahman öğretmene, ulusal hakkım ise değildir ve zaten ondan sorulmaz.

Bir de konuşma hiyerarşisi vardı: Hem içinde yetiştiğim toplum (Koçgiri Kürt Alevi toplumu) hem de içine doğru büyüdüğüm toplum (İstanbul Çengelköy Türk toplumu) konuşmaya dair prosedürlerinde çocuklara en çok “Sus” talimatını veriyordu muhtemelen. “Sana mı kalmış.” “Sen daha sus.” “Büyüklerin varken…”

SUSTURULANLAR

Gazetelerin, televizyonların, hak arama örgütlerinin, avukat derneklerinin, savunma kuruluşlarının susturulması, dayandıkları, lehine oldukları, içinden çıktıkları grup ve toplumlara sus emridir, “Konuşma! Burada biz konuşuruz.” Çocuk hakları için çalışan bir derneğin de kapatılması boşuna değil yani.

Konuşmaya korktum uzun yıllar. Etnik asimilasyonun zorlayıcı prosedürleriyle iki toplumumun da, Kürt ve Türk toplumlarının da çocuklara, yetişmemişlere, söz hakkını vermeye yönelik cimri, otoriter prosedürleri “Konuşma!” emriyle çalışıyordu neredeyse. “İnsan konuşa konuşa…” ama hangi insan? Her insan değil. Konuşma hakkı olanla olmayan bir değil, ikisine de insan denilse de. Konuşma hakkı elinden alınan, ketmedilen sadece çocuk değildir. Kadın. Yabancı… İnsan kabul edilmeyenler: Yerli ve milli olmayanlar.

ÖFKE BELAGATİ

“Konuşma!” diyor, büyük bir öfkeyle: “Burda biz konuşuruz. Konuşma! Konuşma fazla. Kimse konuşmayacak, tamam mı! Ben konuşurum. O kadar! Kimse konuşmayacak.” Elinde silah var. Karşısındakiler silahsız.

Bağırıyor. Öfkeyle. Kinle. Düşmanlıkla. Düşmanın karşısında, kendi anlayışına göre. Zaten susturmaya gelmiş. Mühür vurmaya. Kamu gücüyle işlemini yapıp gidecek. “Direnecek” olanlara ne yapacağı da belli. Elinde otomatik silah var. Yeterince caydırıcı. İçeridekileri çıkaracak. Kapıya mühür vuracak. Bitti.

Ama yetmiyor. İçerdeki gürültüden rahatsız. Bağırıyor: “Kimse konuşmayacak! Ben konuşurum!”

Her sözü, her cümlesi, her tavrı, her tonlaması, dönemin siyasal atmosferinin kodlarıyla tıklım tıklım dolu. Bir mukallit o. Otoriteyi taklit ediyor. Bir “görev” yapıyor. Bağırıyor. Bağırmak sanki bir erdem. Bir görev. Bir ilke. Oysa “kanunu” uygulamaya gelmiş, şeklen de olsa. Konun uygulanırken bir de niye bağırılır, niye “ben” bir susturucu otorite olarak devreye girer? Neyin emri bu? Neyin alameti? Neyin sünneti? Dayanağı meşru bir kanun olsa bu kadar bağırmaya ne hacet?

DÜŞMANLIK SİYASETİ

Yüksek sesle, şiddetli içeriği, parmak sallayarak (silah değil midir o parmak) dile getirmek bir medeniyeti olduğunu varsayan konuşucuların en sık göründüğü hal. Öfke, içerde ve dışarda birilerine öfke. Öfkesiz konuşmalar itibar görmüyor artık, öyle bir medeniyet. Öfke belagati. Kin. Kendisine benzemeyen ne varsa ona hınç. Oysa en benzerin bile öyle farkları var ki! Ve düşmanlık: Bir siyaset kategorisi. Bir tercih, bir karar. Carl Scmitt’in toplumu, toplumların ilişkisini ele alırken eksene aldığı kavram: Düşmanı seçecek, ilan edecek ve yok edeceksiniz. Rakip başka, muhalif başka, düşman başka: Yok edilmesi gereken birileri. Eskiden yoldaşlık da yapmış olabilirsin. Düşmanlık siyaseti, düşmanlık hukuku ve düşmanlık belagati bu olağanüstü hal günlerinin temel karakteri. Schmitt dememiş miydi, “Egemen, istisnaya karar verendir” diye. Düşmanı susturma da bu kararın içinde. Düşman? Toplumun yüzde 50’si…

Ne olacak peki? Bu tarz siyasetin, medeniyetin ve belagatin temeliyse, bugün “düşman” dedikleriniz bittiğinde ne olacak? Bu tarz kendine yeni düşman bulmayacak mı? Bir zamanlar sevgili olanlar düşmana dönüşmeyecek mi? O yollarda beraber ıslandıklarınızla düşman olmayacak mısınız?

Dernekler kapatılıyor. Hukuk dernekleri de var aralarında, hak arama, savunma dernekleri. Yazının girişindeki “bağırma”, “susturma” girişimi de bir derneğin, Halkın Hukuk Bürosu Ankara Şubes'nin mühürlenmesi işlemi sırasındaki yüksek ses.

DERSİN EZBER EDİLDİĞİ YER: KÜRT SORUNU

Zabıtanın, yani devlet adına elinde silah tutanın bu şekilde hükümran konuma geçmesinin örneklerini çok gördük: “Artık her şey değişti” diye bağıran polis, (Kürt, bu önemli) milletvekilinin karşısına dikilip, “Sen benim vekilim değilsin” diyen polis, “Kimse kafasını kaldırmasın. Herkes yere baksın” diyen polis… Kürtlere ve devrimci sosyalist hareketlere uygulanan kadim rutinin her yerde tezahür etmesiyle karşı karşıyayız bir yandan da. Silahlı güçlerin bu şekilde serbestleştirilmesi bugün iktidar için gerekli gücün temini için “yararlı” bulunmuş olabilir, fakat bugün bu serbestiden yararlananların yarın kendini yargıç dahil tüm devlet görevlilerinin yerinde gören kişilerin yapıp edeceklerini kontrol etme imkanı olmayacaktır.

Tıpkı 1984’ten sonraki serbestilerin yarattığı 1990’lardaki gibi. Serbestleştirilenler, serbestleşenleri yok edecek işlerle geçirdiler o yılları. O yılların sembol isimlerinden Mehmet Ağar meydanlarda nutuk atıyor, bir zamanlar hiç de yanında olmadığı bir heyetin lehine. Özel bir ittifak kuruluyor: Üçüncü MC dönemi, ama bu sefer hükümet olarak değil, devlet olarak. Ne bu şiddet bu celal derseniz, yeni bir devlet kuruluşunun şiddeti ve celalidir bu. Türk-İslam sentezinin eski Erbakan-Türkeş-Demirel ittifaklı hükümetleri, Erdoğan-Bahçeli-Ağar olarak devletleşiyor.

Devam edeceğim, susma ve konuşmanın demokrasiyle bağına dair. Yargı, baro ve partilerin bu gidişattaki hallerine dair. “Faşizm” demekle bir şey denilmiş olmuyor çünkü.