YAZARLAR

Okumanın taze coşkusu

Okumayı öğrendiğin ilk gün annene “Bana a’yı öğret,” diyorsun. “Alfabenin ilk harfi o zaten,” diyor gülerek. Dışarıda güneş var. A harfini öğreniyorsun. B ile çarptırıyorsun. Ab oluyor. Meğer su.

Yaşı 1000’den çok; Uygur metinlerinden bu yana var “okumak”. 1000 yaşında bir kelime, ne tuhaf. Rahmet de okunuyor, cana da okunuyor, icap edince meydan da okunuyor hatta. Ama kullanageldiğimiz manası kıraat etmekteki mana. Bir yazıda ne yazıldığını gözle yahut seslendirerek çözmek. Onun ne demek istediğini anlamak. Dilin ilk şartlarından biri. Okuduğumuzu anlayalım boşuna ders kitaplarında yoktu geçmişte.

Harflerin harflere çarptığı fikri dehşete düşürmüştü seni. Kim olduğunu anımsamıyorsun, biri sana böyle tarif etmişti okumayı. Al a harfini (elif ve öküzden o zamanlar haberdar değilsin), çarptır başka bir harfe, mesela z, hah ne oldu bak, az. A ve z çarpıp, bir kelime oluşturdu. Az. Azdan kelime olur ama iki harfin çarpışmasından nasıl az gibi bir mana çıkar, mümkün değil tahayyül edemiyorsun. Çarpan şeyler büyük sonuçlar doğurur çünkü senin zihin dünyanda. Çarpışan iki şey görmüşlüğün de var. İki araba.

Biri sarı, öteki siyah iki araba şiddetle çarpışmıştı. O sıra bir dükkânın önünde babasının esnafla pazarlığının bitmesini bekleyen sen yaşlarda bir çocuk haber vermişti dünyaya. “Çarpıştılar!” Siyahın mı sarıya, sarının mı siyaha çarptığını asla anlamamıştın. İkisi de hareket halindeydi, burun buruna gelmişler ve küt bir sesle, filmlerdekine hiç benzemeyen biçimde çarpışmışlardı. İkisinden de birer adam çıkmış ve şaşkın gözlerle dünyaya bakmıştı. Sen bütün bunların tam ortasında hissetmiştin kendini, oysa o çocuk kadar bile sesin çıkmamıştı. Yalnızdın. Belki ilk defa sokağa yalnız çıkıyordun ve iki araba birbirine girmişti. Dünya sana bir şey mi demeye çalışmıştı? Şimdi bile bilmiyorsun bu sorunun yanıtını.

Hayatında gördüğün ilk kalın kitap, arabanın ardında duran trafik kitabı. İşaretleri ilgini çekiyor, kırmızılar var, ünlemler, arabalar. Çarpışmış arabalardan bahsediyor diye düşünüp, aklınsıra okuyorsun kitabı arabanın arka koltuğunda. Seyahat ediyorsunuz ama zalim bir kış var. Arabanın içine sızmakta pek zorlanmayan dehşetli soğuğun, baktığın yerden yansımasını görüyorsun. Kar, pamuk gibi, rahmet gibi yağıyor gökten. Lapa lapa. Karın nasıl bir şey olduğunu bu yolda görmek hoşuna gitmiyor. Evde olmalı, filmlerde gördüğün gibi pencereden bakmalıydın kara. Olmuyor, buz kesmiş arabanın içinde, arka koltuktan ürkerek baktığın bir şey oluyor. Devlet ve Allah’ın en iyi fikrinin kış olduğunu da okumamışsın henüz o şiirden.

Kitabı güç bela tutuyorsun ellerinde. Henüz harfleri birbirine çarptırmayı öğrenmemişsin. Ama okuyorsun işte, taklidin coşkusuyla. Kimden ne gördüysen, elindeki kitabı öyle tutarak kıraat ediyorsun. Dudakların mırıl mırıl, Allah bilir kimden gördün bunu da. Annen arkaya bakıp gülümsüyor bu halini görünce. Daha da hoşuna gidiyor bu durum, annenin gülümseyeceği şeyler yapmak mesleğinin hevesli talebesi olduğun günlerin başlangıcı o günler.

A neresi, z nerede tanımadan okuyorsun. Ters tutmuşsun kitabı. Baban söylüyor. O da gülüyor. Çok öfkeleniyorsun. Ağlayarak, “Dalga geçmeyin, okuyorum işte!” diyorsun. Daha da gülüyorlar. Kar abartıyor. Tipi oluyor. Hangi harfle hangi harfi birbirine vurmak lazım acaba bu durumu anlatmak için, diye içinden geçiriyorsun. Baban “Tipiye çevirdi, inşallah yolda kalmayız,” diyor o esnada. Kitabı (ters mers umursamadan) elinde tutmaya ve bildiğin gibi okumaya devam ediyorsun.

Yolda kalıyorsunuz. Tipi, çığa dönüşmüş yükseklerde. Pamuğa benzeyen kar can alan da bir şeymiş meğer. Kitap elinde. Araba gitmiyor. İnmeni istiyor birileri, artık daha kalabalık dışarısı. İnmiyorsun. “Okuyorum ben, siz gidin!”

Zorla indiriyorlar seni. Sıcak bir arabadasınız. Daha büyük bir araba. Kitabını almamışlar, sizin arabada kalmış. Bir şeyi bir şeyle çarptırma hayalin elinden alınmış gibi hissediyor ve çok öfkeleniyorsun. İçinden, belki o sarı arabayla siyah araba gibi çarpışırız diye geçiriyorsun. Sonra çok utanıyorsun böyle hissettiğin için. A ve z harflerini hayal ediyorsun gene. Birbirlerine çarpmalarını ve az kelimesini oluşturmasını.

Okumayı öğrendiğin ilk gün annene “Bana a’yı öğret,” diyorsun. “Alfabenin ilk harfi o zaten,” diyor gülerek. Dışarıda güneş var. A harfini öğreniyorsun. B ile çarptırıyorsun. Ab oluyor. Meğer su.

Cemil Horo Memê Alan’ı söylüyor sonra. Onun da kıraat olduğunu anlıyorsun. Az anlıyorsun ama anlıyorsun.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.