YAZARLAR

Batacak olan adlarımız olsun!

Türkiye demokrasisi büyük sarsıntılar yaşadı. Açılan çukurları dolduracak “en kıymetli serveti” nedir Türkiye’nin? Sen misin Cengiz Özkan’ı düşkün ilan eden Alevi arkadaşım? Yoksa, Yılmaz Erdoğan’a söven Kürt kardeşim, sen mi?

Geçen hafta bu sayfalarda önemli gördüğü bir konunun üzerine gitti Metin Solmaz. “Milyonlarca muhalif, sıfır muhalefet” başlığını taşıyordu yazı. Demek onun da üzerine gelenler olmuş ki, ikinci bir yazı daha yazdı ertesi gün, “Herkes yanındakini azarlasın” diye. Uzun uzun nakletmeye gerek yok, okumadıysanız eğer, uzakta değiller, hemen okuyabilirsiniz…

İçeriğinde konuşmaya değer pek çok konu barındırmakla birlikte o yazılarda değinilen bir şey özellikle önemliydi. Sosyal medyada mangalda kül bırakmayan muhaliflerin, yangın yerine dönmüş ülkede anlamsız ve gereksiz bir kibir içinde olduklarını söylüyordu Solmaz. Şöyle diyordu: “İstanbul’da kaygı ve umutsuzluk içinde yaşamıyor da Helsinki’de bir kafede espresso yudumluyorlarmış gibi bir hava, lüks ile hiç bir şeyi beğenmeyen insanlar bunlar. O ulusalcı, beriki liboş, şuradakinin eltisi yetmez ama evetçi, ötedeki Kemalist, amaan bu zaten Tayyip Erdoğan’ın komşusunun amcasıyla görülmüş. İnanılmaz bir kibirle aynı yazarları paylaşıp aynı cümleleri kurmayı ‘elinden geleni yapmak’ olarak görüyor bu yaygın muhalif tipi. Kendisinde de bir problem olabileceği aklına bile gelmiyor.” Köyceğiz’e yerleştiği için Yılmaz Erdoğan’a söven ilericileri, Altan kardeşlerin tutuklanmasına sevinen demokratları örnek gösteriyordu Solmaz.

Böyle bir muhalif tip gerçekten var ve ciddiyetle bir sorun olarak görülmek durumundalar. Solmaz’ın verdiği örneklere ek olarak, mesela yakın zamanda Alevi toplumu içerisinde bir Cengiz Özkan vakası yaşandı ki, çok üzücüydü. Mesele şu: Muharrem ayı için Saray’da bir iftar yemeği verilmiş. Buraya Alevi toplumunun önemli isimleri davet edilmiş. Cengiz Özkan da icazet etmiş. Vay efendim, nasıl gidermiş! Pir Sultan Abdal’ın köpekleri bile Hızır Paşa’nın attığı lokmaları yememişken, nasıl olur da… Ve daha neler neler… Cengiz Özkan’ı bilen bilir, anlatmaya gerek yok. Böyle bir vefasızlık, böyle bir kadir kıymet bilmezlik, böyle bir adam harcama olamaz.

Muhalefet ettiklerini, yani kötü dünyayı kurtardıklarını zannediyorlar. Oysaki Solmaz’ın “beğenmeme lüksü” diye tanımladığı muhalefet etme biçimlerinin, beğenmedikleri her şeyi var eden kötü dünyayı değiştirmekle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Mevcut dünyaya yönelik eleştirilerinin “o şucu, bu bucu… o zaten şunu yapmıştı, bu zaten bunu demişti…” şeklinde ilerleyen kolaycı kategorileri, onlara muhalif konumlarını veren dünyaya bir bağlılık gösteriyor, o dünyayı değiştirme iradesine değil.

Neden mi?

Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”de hafızalarımıza kazıdığı genç bir Rus devrimcisi vardır Kolya adında… Şöyle diyordu: “Ben bütün insanlar için ölmek isterdim. Rezalet de vız gelir. Batacak olan adlarımız olsun!”

Batacak olan adlarımız olsun! Mevcudu değiştirip dönüştürme isteğine kilitlenmiş gerçek bir muhalefetin bakış açısı budur işte. Politikanın tilkisi Lenin’i Rusya’da devrime götüren şey başka neydi ki? Menşeviklerin 1905’te Geçici Devrim Hükümeti’ne katılmayıp “aşırı devrimci muhalefet partisi” olarak kalma kararını eleştirirken, bütün “uzlaşmacı” suçlamalarını göze alarak, “Menşeviklere yanıtımız şudur” demişti Lenin: “Burjuva toplumu içerisinde faaliyet gösteren bir sosyal-demokrat parti, bazı durumlarda, burjuva demokrasisi ile yan yana yürümeksizin siyasete katılamaz.” Aksi yönde bir kibir, gerçek bir zaferin koşullarının mevcut olmadığı bir durumu, devrimin kesin zaferinin koşullarının mevcut olduğu bir durumla aynı kefeye koymak demekti. Bu yüzden Lenin’e göre gerçek sosyalistler, Menşevikler gibi “cansıkıcı konuşmalarla yetinmek” yerine, her türlü demokratik açılımın içinde yer alma, mümkünse önderlik etme heves ve niyetinde olmalıydılar. 1905 yılı Rusya’sının nesnel tahlili “beğenmeme lüksü” diye bir şeyi makul kılmıyordu.

Gelelim 2016 yılı Türkiye’sinin nesnel tahliline… Bir Demokratik Devrim arifesinde miyiz? Muhaliflerimiz, o denli güçlü olduklarını mı zannediyorlar? Yoksa… Sakın demokrasinin zaferi için gerekli koşulların mevcut olmadığı bir durumu, koşulların mevcut olduğu bir durumla aynı kefeye koyuyor olmasınlar? Onu bunu beğenmemeleri, kibirleri bundan mı ileri geliyor?

İdeoloji, sadece gerçeklik üzerine yanlış bilinci değil, bireylerin kendi varoluşlarının koşullarıyla ilişkilerini de temsil eder. Atatürkçü’sü solcusu, Alevi’si CHP’lisiyle, sosyal mecralarda gezinen malum muhalif tiplerin yaydığı izlenim o ki, kendileriyle kurdukları ilişki, kendi var oluşlarının koşullarını sorgulayan bir ilişki kesinlikle değil. Kızdıkları, öfke duydukları, beğenmedikleri bir şeyi geçersiz kılmaya ilişkin o sözleri üretirken, gerçekte düzeni ve bu düzen içinde yer aldıkları konumu kavrama niyetinde hiç değiller. Bu yüzden, öfkeli sözlerinin kör bir noktası var ve bu kör nokta da o sözleri ortaya çıkaran bakış açısından başka bir şey değil: “Muhalif kimliğime bir halel gelmesin de, ne batıyorsa batsın!” Kendi varoluşlarıdır önemli olan, koşulların varoluşu değil. “Batacak olan adlarımız olsun!” diyemezler. Bu şekilde gerçek bir muhalefet de yapamazlar, sadece kendi muhalifliklerini yaşarlar.

Bir efsane: Roma soylularından Curtius, Forum’da bir yer sarsıntısı yüzünden açılan büyük bir çukurun kapanması için Roma’nın en kıymetli servetinin içine atılması gerektiğini duyar duymaz, atının üzerinden hiç düşünmeden kendini atıvermiş, çukur da kapanmış. Bir kibrimiz olacaksa, böylesi olsun. Haklı bir kibir olsun.

Türkiye demokrasisi büyük sarsıntılar yaşadı. Açılan çukurları dolduracak “en kıymetli serveti” nedir Türkiye’nin? Sen misin Cengiz Özkan’ı düşkün ilan eden Alevi arkadaşım? Yoksa, Yılmaz Erdoğan’a söven Kürt kardeşim, sen mi? Ya da, sen olabilir misin Altan kardeşlerin tutukluluğuna sevinen ulusalcı dostum? O halde bu kibir niye?