YAZARLAR

1929 aynasında 2008: Tekerrür mü tekamül mü?

Kriz kelimesinin Latince orijinal kökenini biraz esneterek kullanırsak krizleri birer 'karar anı' olarak görebiliriz. Ancak bu karar anı, tekil bir aktör için değil, sistemi oluşturan her bir aktör için geçerlidir.

24 Ekim 1929’da, yani 87 yıl önce bugün, kapitalizmin tarihinin en sarsıcı krizlerinden biri ABD’de patlak verdi. Kriz, New York borsasının çöküşü ile başladı, bankacılık krizi olarak devam etti ve yıllarca süren bu depresyon ancak İkinci Dünya Savaşı ile sona erdi. 2008’de yine ABD’de, en büyük yatırım bankasının iflası ile doruğa çıkan kriz, 1929 krizini yeniden gündeme getirdi. Bu iki krizin nedenleri üzerine uzun tartışmalar yapıldı, halen de yapılıyor. Krizlerin politika yapıcıların hatalarından kaynaklandığını ileri süren liberal yaklaşımlar gibi, krizlerin bizzat kapitalist sermaye birikiminin işleyişinden kaynaklandığını savunan Marksistler ya da esas sorunun talep yetersizliği olduğunu ileri süren Keynesyen argümanlar 1929 için olduğu gibi 2008 için de farklı versiyonlarda da olsa tartışılmaya devam ediliyor.

1929 ile 2008 krizlerinin farklılıkları ve benzerlikleri neler? 2008 sonrası konjonktür, basitçe 1929 sonrasındaki ile karşılaştırılabilir mi? 1929 krizi sonrasında gündeme gelen ekonomi politikalarındaki köklü değişiklik, 2008 krizi sonrasında neden gündeme gelmiyor? 1870’lerdeki kriz Birinci Dünya Savaşı ile 1929 krizi ise İkinci Dünya Savaşı ile bitti; 2008’deki krizin nihayete ermesi için önceki iki krizin sonrasındaki gibi geniş çaplı bir savaş çıkması olası mı? Sorular çoğaltılabilir ve yanıtları, tabii ki bu yazının sınırlarının çok ötesinde. Bu yazıda, krizleri ortaya çıkaran yapısal özelliklere girmeden, 1929 krizi aynasında 2008 krizine bakarak iki kriz arasında benzeşen ve farklılaşan bazı yönlere dikkat çekmeye çalışacağım.

1929 ÇÖKÜŞÜ

1929’daki New York borsası çöküşü, 1920’li yıllar boyunca gelişen borsa spekülasyonunun sonucunda gerçekleşti. Diğer spekülatif büyümelere benzer şekilde 1920’lerde de varlık fiyatlarının, özellikle de borsa kağıtlarının fiyatlarının sürekli yükseleceği beklentisinin yaygınlaştığı görüldü. Bunu besleyen; sanayi sektöründeki büyük gelişmeler, özellikle otomotiv ve dayanıklı tüketim malları sektörlerinde yeni ürünlerin ortaya çıkması idi. Fiyatların sürekli artacağı beklentisi, giderek daha fazla sayıda oyuncuyu borsaya çekti. Bu “oyuncular” arasında, büyük kurumsal yatırımcıların yanı sıra işçi sınıfının geniş kesimleri de yer almaktaydı. Hatta fiyatlar artmayı sürdürdükçe, borsadaki kağıtları almak için yeterli birikimi olmayanlar dahi borsada oynayabilmeye başladı.

Bunu mümkün kılan ise, dönemin yeni finansal inovasyon ürünleri ile desteklenen kredi genişlemesiydi. Örneğin, spesifik olarak hisse senetlerini satın almaya tahsis edilen krediler (brokers’ loan) 1926 ile 1929 yılları arasında 2 kattan fazla artış gösterdi. Bu artış borsa indeksinin yükselmesine paralel idi. Bu krediler sayesinde, tıpkı 2000’li yıllardaki subprime kredilerle yapıldığı gibi, yoksullar da finansal sistem tarafından içerilmişti. Zira hisse senetlerinin fiyatları yükselmeyi sürdürdükçe, borsada oynamak için kredi kullanan biri için aldığı kredinin faizini ödedikten sonra dahi önemli bir getiri elde etme olanağı doğmuştu. Ta ki, 1929’daki borsa çöküşüne kadar.

Borsa çöküşü ile başlayan kriz, kısa sürede bir güven krizine, oradan da bankacılık krizine dönüştü. 1930 ile 1933 arasında 9000’den fazla bankanın işlemleri durduruldu, pek çoğu iflas etti, mudilerin ve banka hisselerini elinde bulunduranların paraları silindi. Borsa çöküşü ardından gelen banka iflasları dalgasına sert ekonomik daralma da eklenince kapitalizmin önemli ağırlık merkezlerinde bir kriz sarmalı sürekli kendisini yeniden üretmeye başladı.

Krize hükümetin tepkisi ise, dönemin liberal yaklaşımının izlerini taşıyordu. Merkez bankası FED, 1931’e kadar hareketsiz kaldı, 1931 sonrası ise faizleri artırdı! Hoover yönetiminin Hazine Bakanı olan Andrew Mellon, ABD’deki ekonomi yönetiminin tavrını açıkça ortaya koymuştu. Krizin gidişatına yapılacak bir müdahaledense krizin kendi kendisini tasfiye etmesi beklenmeliydi.(1) Krizden çıkışta 1932’de iktidara gelen Roosevelt’in uygulamaya koyduğu Yeni Anlaşma (New Deal) politikaları etkili olsa da, esas toparlanma İkinci Dünya Savaşı ile geldi.

2008 ÇÖKÜŞÜ

2008 çöküşünde, 1929’daki gibi yoksulların finansal sistem tarafından içerilmesi önemli rol oynadı. Bu sefer spekülatif bir şekilde artan varlık fiyatları, hisse senetleri değil, konut fiyatları idi. Konut fiyatları artmayı sürdürdükçe, normalde konut almaya gücü yetmeyecek kesimler dahi kredi alarak ev sahibi olmaya başladılar. Bunu mümkün kılan ise, yine bir finansal inovasyon dalgası idi.

Yeni geliştirilen risk aktarım mekanizmaları ve menkul kıymetleştirme uygulamaları şöyle işliyordu: Finansal kurumlar, riskli krediler verseler dahi, bu riskleri metalaştırarak satabiliyorlardı. Risk transfer teknikleri sayesinde kredi batma riskini, oluşturdukları finansal ürünleri satın alanlara aktararak, borçluların borçlarını ödeyememeleri durumunda dahi, ortaya çıkabilecek riskten korunacaklarını düşündüler. Ancak her bir firma için rasyonel olan bu strateji toplu olarak irrasyonel bir sonuç doğurdu ve konut fiyatlarındaki artışın duraklaması ve düşmeye başlaması, borçluların borçlarını ödemelerinde sorunların yaşanmasına eklenince, 1929 benzeri bir çöküş daha yaşandı.

2002 yılında, parasalcı akımın önemli temsilci Milton Friedman’ın doksanıncı doğum gününde bir konuşma yapan Ben Bernanke, 1929 krizini kastederek “Haklısınız, bunu biz yaptık. Çok üzgünüz. Ama sayenizde tekrarlamayacağız”, demişti (Roubini ve Mihmn, 2011: 145). 2008 çöküşü yaşandığında, Bernanke Fed başkanı olmuştu ve Friedman’a verdiği söze sadık kaldı. 2008 krizi sonrasında ABD’de oluşan politika tepkisi, 1929’da ile karşılaştırıldığında taban tabana zıttı. FED ve Hazine koordineli bir şekilde piyasalara müdahale ettiler. Batık firmaların ve finansal kurumların kurtarılması, faizlerin sıfırlanması ve üç dalga halinde gelen miktarsal genişleme adımları ile kapitalizmin tarihinde sosyalist olmayan bir yönetim için en hacimli devlet müdahalesi formüle edildi.

SONRASI?

2008 krizine kuvvetli bir şekilde müdahale eden FED, bankalara para akıtarak durma aşamasına gelen dişlileri yeniden döndürmeye çalıştı. Bu yöntem kısa vadede etkili de oldu. Orta ve uzun vadede ise, müdahale sonucunun sadece krizin zamana yayılması olacağı giderek daha güçlü bir olasılık olarak ortaya çıkıyor.

“Bir bakıma, son krize dair yanıtımız Herbert Hoover’ın yanıtından sadece biraz farklı olmuştu. Doğrudur, krizin spiral yaparak kontrolden çıkmasını agresif mali teşvikler yoluyla önlemekte çok daha başarılı olmuştuk ama hala uzlaşmaz olanı uzlaştırmaya çalışıyoruz”. (2)

Roubini ve Mihm’in uzlaşmaz olanı uzlaştırmak ile kast ettikleri, aslında çoktan iflas etmiş olan ancak devlet desteğiyle yeniden hayata döndürülen “zombi firmaların” olduğu bir ortamda ekonomik toparlanmanın gerçekleşmesini beklemek. Farklı bir terminoloji ile söylersek, 1929 ile 2008 arasındaki fark sadece devletin politika tepkisi değildi. 2008’deki politika tepkisi, krizin ağır çekimde seyrederek sürmesini ve ekonominin durgunluk ve deflasyon sınırında kalarak büyümeye devam etmesini sağladı. Bir yönüyle, krizin hükmünü icra etmesi engellendi ve sermayenin değersizleşmesi, siyasi maliyeti çok yüksek olduğu gerekçesiyle engellendi.

Bu durum, iş çevrimlerinde (business cycles) şimdiye kadar gördüğümüz dip noktası sonrası emek üretkenliğinin artmasına dayanarak yeniden toparlanmanın gerçekleşmesi gibi bir sürecin yaşanmasının önüne geçiyor. Buna ek olarak, kriz sonrasında emek üretkenliğinin artış hızındaki gerilemenin sürmesi, yine parasal genişlemenin değersizleşme sorununu ertelemesinin bir sonucu olarak görülebilir. Krizin halen çözülmemiş olmasının temel nedeni bu. Dünya genelinde firma borçlanmasının geldiği boyut ise, değersizleşmenin yaşanmamasının en önemli göstergelerinden biri.

KARAR ANI

1929 krizinin Hazine Bakanı Mellon, krizden çıkış için krizin hükmünü icra etmesini, yani sermayenin değersizleşmesini savunuyordu. Ancak bu muazzam bir çöküntü demekti. 1929’da yüzde 5’in altında olan işsizlik oranı üç yıl içinde 5 kat artarak yüzde 25’e fırladı. Ekonomik toparlanmada epey yol kat edilen 1941’de dahi bu oran yüzde 10 civarındaydı. Dolayısıyla, krizin hükmünü icra etmesi, yani sermayenin değersizleşmesi, milyonlarca işçi için işsizlik ve yaşam gelirlerinin ellerinden alınması anlamına geliyordu ve bu liberal demokrasilerde siyasi iktidarlar için katlanılabilir bir fatura değildi. 2008 krizi patlak verdiğinde yeni iktidara gelmiş olan Demokratlar ve Obama yönetimi, böyle bir faturayı ödemeye hiç de niyetli değildi ve bu Bernanke’nin Büyük Depresyon dersleri ile birleşince, karşımıza krize parasal genişleme ile yanıt verme sonucu ortaya çıktı.

Kriz kelimesinin Latince orijinal kökenini biraz esneterek kullanırsak krizleri birer “karar anı” olarak görebiliriz. Ancak bu karar anı, tekil bir aktör için değil, sistemi oluşturan her bir aktör için geçerlidir. Sermayenin kararı, öncekilerde olduğu gibi bu krizde de faturayı emekçilerin sırtına yükleyerek krizden çıkma yönünde. İktidar partilerinin kararları ise, sermayenin değersizleşmesinin getireceği toplumsal maliyeti üstlenmekten çekindikleri için sorunları geleceğe ertelemek yönünde. Çalışanlar için ise “karar anı” halen sürüyor. Ya sorunların kaynaklarını çarpıtarak sunan ve öfkeyi sahte düşmanlara yönlendiren sağ-popülist siyasetlere kapılıp krizin omuzlarına yıkılmasına göz yumacaklar ya da bu sefer sermayenin oyunu bozulacak!


1) Charles P. Kindleberger and Robert Z. Aliber (2005) Manias, Panics and Crashes, New York: Palgrave, s. 178.

2) Nouriel Roubini, Stephen Mihm (2011) Kriz Ekonomisi, İstanbul: Pegasus, s. 191.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.