YAZARLAR

Clinton-Trump: İkinci raund

Trump’ın temsil ettiği çizgi Clinton’ın Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında en azından dış politika alanında yeni bir uzlaşma oluşturabilmesini kolaylaştırıyor.

10 Ekim Pazar akşamı Cumhuriyetçi Trump ve Demokrat Clinton arasında ikinci tartışma canlı olarak yayınlandı (Tartışmanın tutanakları için bkz.: http://www.politico.com/story/2016/10/2016-presidential-debate-transcript-229519). Trump’ın basına sızan tapesi tartışmaya damgasını vurdu. 2005’te kaydedilen bu tapede Trump beğendiği kadınlara yönelik saldırganlığını övünerek anlatıyor. Tartışmanın moderatörlerinin bir kadın ve bir eşcinsel erkek olması - ABC’den Martha Raddatz ve CNN’den Anderson Cooper – kadın ve eşcinsel düşmanlığıyla nam yapmış Trump’ın dikkatini biraz zorlamış olsa gerek. Nitekim tartışma boyunca sorulan sorulara ilgisiz cevaplar vermenin yanında sık sık ezberlediği başlıkları saydı ve Clinton’a saldırarak kendini savunmaya çalıştı. ABC, CNN ve MSNBC gibi kanallardaki yorumcuların çoğunluğu Cumhuriyetçi Parti liderlerinin desteğini kaybetmemesi açısından Trump’ın başarılı sayılabileceğini iddia ettiler. Ancak Trump bence tam bir felaketti.

Medya yorumcularının aksine, Kongre’nin alt kamarası Temsilciler Meclisi Başkanı Cumhuriyetçi Paul Ryan Pazartesi günü beş Cumhuriyetçi Kongre üyesiyle yaptığı konferans görüşmesinde bundan böyle Trump için kampanya yapmayacağını, önceliğinin Kongre’deki Cumhuriyetçi çoğunluğu muhafaza etmek olduğunu bildirdi. Ryan gibi bir liderin Beyaz Saray için havlu atması parti içindeki kavgayı iyice kızıştırdı. Bazı temsilciler Ryan’ı korkaklıkla suçladılar (The New York Times, 10.10.2016; http://www.nytimes.com/2016/10/11/us/politics/donald-trump-gop-hillary-clinton.html?smid=nytcore-iphone-share&smprod=nytcore-iphone). Partinin içi bu haldeyken kampanyanın toparlanması çok zor görünüyor. Trump tapelerde dile getirdiği eylemleri yapmadığını, bunların sadece “soyunma odası muhabbeti” olduğunu söylüyor. Ancak yalan söyleyerek ve yasalardaki boşluklardan yararlanarak kazanmakla açıkça övünen Trump’ın taciz ve tecavüz hikayelerinin de patlayabileceği artık ihtimaller içerisinde. Bu durumda Trump’ı desteklemek seçimlere giren birçok siyasetçi için zor bir pozisyon.

ÇOK-KÜLTÜRCÜ VS. ASİMİLASYONCU MİLLİYETÇİLİK 

Trump’ın tapeleri hakkında fikri sorulan Clinton’ın dinleyiciler için etik-politik bir tercih sunması zor olmadı. Clinton, Trump’ın sadece kadınlar değil, göçmenler, Afrikalı-Amerikalılar, Latinolar, Müslümanlar ve savaş esirleri için de saygısızca konuştuğunu, onları aşağıladığını söyleyerek liberal çok-kültürcülüğün ahlaki bir savunusunu yaptı: “Büyüğüz çünkü iyiyiz” dedi Clinton, “Birbirimize saygı gösteririz”. “Amerikan büyüklüğünü” ahlaki iyiliğe dayandıran bu tavır, bir yandan Trump’ın tabanını oluşturan güce tapıcı, asimilasyoncu milliyetçileri çok-kültürcülüğün bir güç kaynağı olduğuna ikna etmeyi hedefliyor. Diğer yandan ise liberallerin Amerikan gücünün mutlak haklılığına ve iyiliğine ilişkin metafizik inançlarını tazeliyor. Bunu başardığı ölçüde Trump’ı kötülüğün temsilcisi olarak yaftalayabiliyor. Bu “ahlaki Maniheizmin” oğul Bush dönemindeki Neo-Con sloganı “Ya Bizdensin Ya da Bize Karşı”ya denk düştüğünü ve Neo-Conlar gibi Müdahaleci Liberallerin de ahlaki gerekçelerle askeri müdahaleleri savunduğunu göz önünde tutmak lazım.

Muhtemel bir Trump’ın yenilgisi çok-kültürcülüğün zaferi anlamına gelmeyecek. Çok derin bir toplumsal sorundan bahsediyoruz. ABD’nin önde gelen sanat dergisi Artforum “Sanat ve kimlik” başlığıyla yayınladığı 2016 Yaz sayısı temel sorunu aşağı yukarı şöyle tanımlıyor: Sözüm ona kimlik-sonrası, ırk-sonrası, toplumsal cinsiyet-sonrası, hatta insan-sonrası bir çağda yaşıyoruz. Ancak hem kültürel çoğulculuk hem de asimilasyonculuk kimlikçi bir siyaseti seferber ediyor. Çok-kültürcü yönetişim kültürel farklılığın estetik imkanlarını keşfediyor! Bunları piyasada değerlendirebilmek için tabii. Asimilasyonculuk ise ırkçılık, ayrımcılık ve yerlicilik üzerinden bir kimlik oluşturuyor. Sosyal medya sayesinde ezoterik altkültür ve kimlikler çoğalıyor ve güçleniyor. Bu tespitlerden sonra şu soruları soruyor dergi: “Şu açık ki, kimlik geri döndü, hem de her zamankinden daha acil olarak. Yeni paradigmalarla nasıl düşünebiliriz? Eskilerini nasıl yeniden tahayyül edebiliriz?” (https://artforum.com/inprint/issue=201606) Ana akım siyasetin bu konuda pek yaratıcı olduğu söylenemez.

Sekiz yıllık Obama döneminde ırkçılığın artışı ırkçılık-karşıtı hareketlerin de yükselmesine yol açtı. Obama’nın Beyaz Saray’a taşınmasıyla resmen ırk-sonrası Amerika’ya geçilmişti. “Resmi tanınmanın” toplumsal eşitlik anlamına gelmeyeceği ve siyah Başkan’ın ırkçıları ayaklandıracağı belliydi. Ancak siyahları hedef alan bir polis şiddeti ve kriminalizasyonu da azdırması, buna karşı Siyah Hayatlar Önemlidir gibi bir toplumsal hareketin başlaması dikkat çekici gelişmeler oldu.

İSLAMOFOBİ VE GÖÇMENLER 

Kimlik sorunu bir Müslüman’dan gelen İslamofobi sorusuyla bir kez daha gündeme geldi: Adaylar seçimden sonra ülkeye bir tehdit olarak yaftalanmanın sonuçlarına katlanmaları için 3.3 milyon Müslüman’a nasıl yardım etmeyi düşünüyorlardı? Trump “İslamofobi çok kötü ama esas sorun Müslümanların muhbirlik yapmaması” şeklinde özetlenebilecek bir cevap verdi. Müslümanlar otoritelere görüp duyduklarını bildirmeliydi. Trump’a göre önemli olan sorunun adını koymaktı: Sorun “radikal İslami terör” sorunuydu, ama Obama da Clinton da sorunu bu şekilde tarif etmekten kaçınıyordu.

Clinton ise cevabına “örnek” Müslüman Amerikalılar’ı sayarak başladı ve Trump’ı demagoji yapmakla suçladı. Ancak Müslümanlar’ın bildirme görevleri bir şekilde Clinton tarafından da onaylandı. Şöyle dedi Demokrat aday: “Amerikalı Müslümanların bizim ön bahçedeki gözlerimiz ve kulaklarımızın parçası olmalarına ihtiyacımız var”. Elbette Clinton’ın yaklaşımı Trump’ın yaklaşımından çok daha farklı: Müslümanlar birbirinin evine göz kulak olan komşulardan sayılıyor. Ancak bir başkanlık yarışında Müslümanların bir istihbarat kaynağı olarak çerçevelenmesi bu toplumsal grubun “şüpheli” statüsünün devam ettiğini gösteriyor.

Clinton, Trump’ın İslami terör kavramının IŞİD’e karşı ABD’nin işbirliği yaptığı çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde tepkiye yol açacağını işaret etti. ABD İslam’la savaşta değildi. Böylece Clinton kendisinin temsil ettiği çok-kültürcü milliyetçiliğin hem diplomasi ve hem de savaş konusunda daha mahir olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Clinton’ın tercih ettiği kavram “cihatçı teröristlerdi”.

Bu konuyla bağlantılı ikinci soru Trump’ın Aralık’ta ifade ettiği ve bir süreliğine ABD’ye tüm Müslümanların girişinin yasaklanması önerisiydi. “Müslüman yasağı” konusunda pozisyonun değiştiğini açıklayan başkan yardımcısı adayı Mike Pence’i onaylamayan Trump “aşırı güvenlik araştırması” (extreme vetting) adını verdiği uygulamayı savundu. Suriyeli mülteciler için “tarihin en büyük Truva atı” benzetmesini kullanan Trump güvenli bölgeler yaratıp, bunun maliyetini de Körfez ülkelerine ödetmeyi düşündüğünü anlattı. Clinton ise 65 bin mülteciyi kabul etmeyi önerdiği planında mevcut mekanizmadan daha sert bir güvenlik araştırması uygulayacağını onayladı. İnsanların ülkeye girişlerinin dinleri nedeniyle yasaklanmasının ülkenin temelindeki dini özgürlük ilkesine aykırı olduğunun altını çizdi.

Mülteciler için her iki adayın da henüz kriterleri pek belli olmayan güvenlik araştırması prosedürleri getirecekleri şimdiden görülüyor. Ancak Trump’ın mültecilerden hemen sonra göçmenleri de “yasadışı suçlular” olarak çerçevelemesi Clinton’ı iltica ve göç konusunda daha liberal bir pozisyonda bırakıyor.

HALEP VE AVRASYACI TRUMP 

Halep’teki insani kriz konusundaki soruya Clinton uçuşa yasak bölge ve güvenli bölgeler yaratılması gerektiği şeklinde cevap verdi. Müttefiklerle ilişkilerin geliştirilerek Rusya’nın saldırganlığının durulması gerektiğini vurguladı. Hatta Rusya ve Esad yönetimini savaş suçları işlemekle suçladı ve böylece Rusya’ya daha sert bir tavır takınacağı mesajını vermiş oldu. Amerikan başkanlarının yemin töreninin 20 Ocak olduğu düşünülürse Rusya’nın önünde yeterli bir zaman dilimi olduğu düşünülebilir. Tabii Clinton’ın çizgisi henüz makamına oturmadan uygulanmaya da başlanabilir. Clinton Amerikan kara gücünün kesinlikle bölgeye gönderilmeyeceğini, sadece eğitim subayları ve özel operasyon kuvvetlerinin kullanılacağını belirtti ve kendisi Beyaz Saray’a yerleşene kadar IŞİD’in Irak’tan atılmış olacağını ifade etti. Ayrıca Suriye ve Irak’taki Kürtlere silah yardımına devam edeceğini söyledi.

Trump ise cevabına Amerikan nükleer programının Rusya’dan geri kaldığını belirterek başladı ancak, sonra Rusya, Esad ve İran’ın IŞİD’le savaştığını söyledi. Bu noktada kampanya açısından ağır darbelerden birini yedi Trump: Daha önce kendi başkan yardımcısı adayının icabında ABD’nin Suriye’de Esad ve İran’a karşı askeri güç kullanması gerektiğine dair tespitine katılmadığını açıkladı. Dahası, başkan adayı olarak başkan yardımcısı adayıyla en acil ve önemli güvenlik sorunununda henüz görüşüp ortak bir pozisyon oluşturmadığını itiraf etti. Esas önceliğinin IŞİD olduğunu öne süren Trump, Halep’in zaten düşmüş olduğunu da ifade etti.

Trump’ın pozisyonu kendisini Rusya’nın Amerikan seçimlerine müdahale ettiği bir araç olarak tarif eden Clinton’ın işine yaradı. Kendisini köşe sıkıştırmak için Wikileaks yayınlarını söz konusu eden Trump, Clinton tarafından açıkça Rusya tarafından desteklenen aday olmakla suçlandı. Clinton daha da öteye giderek Trump’ın Rusya’yla finansal ilişkilerine işaret etti.

CLİNTON'IN ERKEN ZAFERİ 

Tartışma ve ertesindeki gelişmeler Clinton’ın daha şimdiden bu yarışı kazandığını gösteriyor. Trump’ın temsil ettiği çizgi, Clinton’ın Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında en azından dış politika alanında yeni bir uzlaşma oluşturabilmesini kolaylaştırıyor. Türkiye’nin uzun süredir savunduğu uçuşa yasak bölge ve güvenli bölge kavramların zikreden ve Obama’nın Suriye politikasını eleştiren Clinton’ın zaferi Ankara için bir rahatlama anlamına gelir mi? Kuşkulu. Öncelikle İstanbul’daki Enerji Zirvesi’nde yeni bir zirve yapan Türk-Rus dostluğunun Clinton’ın giderek sertleştireceği Rus politikasından nasıl etkileneceği ciddi bir soru işareti. Başka bir bakış açısıyla, İstanbul’daki merasimin Clinton’la oturulacak pazarlığa koz hazırlığı olduğu da öne sürülebilir. Yalnız sahadaki gelişmelerin hareketlenmesiyle Suriye’de pazarlık Ocak’a kalmadan, seçim sonuçlarından hemen sonra başlayabilir. Bush’un Obama’yı ekonomik kriz yönetimine dahil etmesi gibi Obama’nın da Clinton’ı dış politika yönetimine ortak etmesi şaşırtıcı olmaz.