Nasıl bir yerde çalışıyoruz?
Medya binalarının değişimi, tabii ki bu alandaki büyük değişimin de simgesiydi. Gazeteler Cağaloğlu'ndan İkitelli'ye giderken pek çok mesleği de geride bıraktılar.
Çevremizi saran, hayatımıza dahil olan savaşın ve terörün unutturduğu konulardan biri de mimarlık. Bir ara ne çok konuşurduk. Yapılar, semtler, kentler. Şimdi o işlere sıra gelmiyor gibi. Oysa ki İstanbul hâlâ bir devasa şantiye. Türk ekonomisi hâlâ sanki inşaatla dönüyor gibi. Ve her birimiz Orhan Pamuk'un romanındaki gibi 'kafamızda bir tuhaflık', bu kentsel dönüşümden ne kazanıp kaybettiğimizi hesaplamaktayız içten içe.
Mimarlık konuşmak için meslek erbabı fırsatlar yaratıyor. SALT Galata'da mimarlık konulu toplantılar düzenleniyor her ay. Ekim sonunda Ahmet Ümit'le birlikte romanlarda mimarlığı ve kentlerimizin halini konuşacağız.
Ama daha önce bu konu hakkında Yapı Endüstri Merkezi'nde biraz düşünme fırsatı bulduk. YEM geçen hafta düzenlediği bir dizi toplantıda binden fazla mimar ve öğrenciyi farklı disiplinlerden konuşmacılarla buluşturdu. 'Bencemimarlık' başlıklı toplantılar dizisinde hastaneler, okullar, oteller, adliyeler bizzat onları kullananlar tarafından anlatıldı. Ben de son gün, medya binalarını konuşan ekibe dahil oldum. Ahu Özyurt, Özay Şendir, Serpil Yılmaz, Şirin Sever ile birlikte konuştuğumuz oturumu mimar Melkan Gürsel yönetti.
Mimarlık hayatımızda her ana dokunuyor. Hele kentte yaşıyorsak. Nedense ev en önemli şeyimiz; en çok onun üstüne kafa yoruyoruz. Ömrümüzün çoğunu geçirdiğimiz ofislerin mimarisi aslında evlerden çok daha önemli. Çünkü çok daha karmaşık taleplere karşılık vermesi gerekiyor.
Benim Cağaloğlu'ndaki Narlıbahçe Sokak'ta çalışmaya başladığım han artık yok. Hâlâ durması abes olurdu zaten. Çünkü daha 90'ların başında Dünya Gazetesi orayı kullanırken bile çok eski ve köhne bir yapıydı. O zamanlar gazete binası olarak yapılmış, Nuri Osmaniye'deki Milliyet ve o civardaki Hürriyet binaları bile bizim eski Cağaloğlu hanından bozma binamızdan pek farklı değildi. Ekseriyetle gazetecilerin küçük küçük odalara doluşup çalıştıkları, büyükçe salonlarda toplantı odası, pikaj, montaj, dizgi, kamera, fotoğrafhane servislerinin olduğu çok sayıda uzmanlık alanını bir araya getiren binalardı. 90'ların sonunda gazeteler, İkitelli hattında yeni yapılan plazalara taşınırken bu mesleklerin pek çoğunu geride bıraktı.
Bedii Faik'in deyimiyle 'matbuat, basın derken medya' oluşumuzun hikayesi bu binaların evrimi. İkitelli'deki binalarda gazetelerin ardından televizyonlar da çalışmaya başladı. O büyük, konforlu plazalar aslında medyanın büyümesinin, güçlenmesinin ve zenginleşmesinin de simgesiydi. Sadece patronlar değil, bazı gazeteciler de epey zenginleşmişti ve yeni binalarda sadece çalışma biçimleri değil, gazetecilik üslubu da değişecekti.
Matbaalar bir süre daha eskiden olduğu gibi gazete binalarının altında çalışmaya devam etti. Ama teknoloji gelişince onlar kentin daha da dışına çıktılar. Böylece mavi yakalılar ile beyaz yakalı çalışanların dünyaları sonsuza kadar ayrıldı...
Hürriyet binasına ilk kez Doğan Hızlan ile bir röportaj yapmak için gitmiştim. O zaman büyük lobiden, duvarları kaplayan ünlü ressamların tablolarından, koyu parlak yer ve duvar kaplamalarından şaşırdığımı, bunu biraz abartılı bulduğumu hatırlıyorum. Daha sonra üç yıl kadar o binada çalıştım. Şunu söyleyebilirim ki mimar Aydın Boysan, kendisi gibi neşeli bir bina yapamamış. Asansörlerin önünde uzun kuyrukların oluştuğu fazla dikey, sürekli katlar arasında yolculuk yapılması gereken bir binaydı orası. Açık alanları neredeyse hiç olmayan, görkemli fuayesinde kimsenin oturmak istemediği bir çalışma ortamı... Sosyal alanların önemini, çalışanların ortak alanlara duydukları ihtiyacı en billurlaşmış haliyle burada gördüm. Hürriyet'in o binası artık yok, yıkılıp konut oldu. Gazete ise Bağcılar'daki eski Milliyet binasına taşındı.
Bu Tabanlıoğlu binası ise sanıyorum medya plazaların içinde en sevileni ve dolayısıyla en güzel olanı. Bu popülerliği öncelikle yatay bir yapı olmasından kaynaklanıyor. Herkesin birbiriyle daha rahat ilişki kurabildiği, açık ve ferah bir yapı. Beş katı arasında inip çıkmanın fazla dert olmadığı bir gazete merkezi. Ve en önemlisi geniş yeşil bir bahçenin içine kurulu bir bina. Şehir dışında olmanın dezavantajını burada özel yeşil bir alan yaratarak azaltmaya çalışmışlar. İşin aslı 2000'lerde Mehmet Yılmaz Milliyet'in yönetimini alana kadar yeşil alanlar çok kullanılmazdı. İlk açılan 'Çimen Kafe'den sonra işler hızla ilerledi. Bunda sigara yasağı da etkili oldu.
Ben oradan ayrıldıktan sonra bir yayınevi ofisinde çalışmaya başladım. Doğan Kitap'ın bulunduğu yer 90'larda Mecidiyeköy'de yükselen plazalardan biri. Tabii yıllarca kapıdan çıktığımda otobanla karşılaşan biri olarak şimdi dükkanların, lokanta ve mağazaların arasında olmaktan memnunum. Çalışanların çoğu için de durum böyle. Artan trafikte zamanı heba etmekten kurtuluyor insan kent merkezinde çalışınca. Ofis dışı toplantılar bir kabus olmaktan çıkıyor mesela. Ama bu sınırlı büyüklükteki ofislerin sosyalleşme ve ortak mekanlar bakımından daha da kötü oldukları muhakkak.
Sosyal alanları iyi düşünülmüş, iyi tasarlanmış, ulaşımı rahat ve dolayısıyla mümkünse kent merkezinde yapılar öyle anlaşılıyor ki konu medya ise en öncelikli meseleler...