YAZARLAR

Bilmemenin taze coşkusu

Bilmemenin taze coşkusunu şimdi gibi içinde taşıdığını iddia etmen de bilmemek. Bunu yazarken Bach dinlemeye çalışman da. O da bilmemek. Coşkulu bir bilmemek, üstelik.

Bilmek, Orhun Yazıtları’ndan bu yana gelen bir kelime. İçinden çok kelime türüyor; bilim de, bilgisayar da, belge de. Zengin bir kelime, zengin olduğu kadar kışkırtıcı da. Varlığı dert, yokluğu yara.

Bahçesinde koca bir ağacın (çınar mıydı acaba?) olduğu okuldan, bahçesinde ufak bir ağacın olduğu okula gittin. Kara önlükler, tam o dönem arasında değişti. Yeni okulun müdürü uzun boylu akraban, tam olarak neyin olduğunu da bilmiyorsun. Annen de, baban da ona amca diyor çünkü. Sen de öyle alıştın, amca diyorsun.

İlk gün saat mi karışıyor, yeni okulun zamanı mı değişik artık, geç kalıyorsun. Koridorlar bomboş. Yeni yıkanmış taş kokusu var koridorlarda. Uzun boylu amcanın odasını soruyor, buluyorsun. “Ben geldim amca.” Sınıfın gösteriliyor, sırtında çanta. Amca dediğin uzun boylu müdür sessizce söylüyor yeni sınıfın kapısının önünde: “Burada amcan değilim, öğretmeninim.”

Sınıfa giriyorsun ürkek adımlarla. Sahnede olmanın büyük gerginliği (coşkusu mu demeliyim?), bütün çift gözler seni izliyor. Bu da nereden çıktı böyle, cümlesi havada asılı duruyor ama telaffuz edilmiyor. Beklendiğini sanmıştın, kimsenin haberi yok senden. Tıkış tıkış sınıfa sığmaya çalışıyorsun bir sıranın kenarından. Beklenmemişsin ve kendini göstermen, en baştan tarif etmen, akılda kalacaksan nasıl kalmak istediğine karar vermen ve buna göre emek harcaman mı gerekiyor yani şimdi?

İlk gün, ilk ders. Derslerden Türkçe. Sınıfta şimdi havasızlığın ve tozun rayihası var; o ilk yılı bu rayihayla hatırlayacaksın hep. Yapım ve çekim ekleri, isimden isim yapan ekler, kişi zamirleri vesaireler konuşuluyor. Birkaç kişi hemen öne çıkıyor, anlıyorsun kimin daha konuşkan, kimin daha bilge görünümlü, kimin hem bilge hem konuşkan olduğunu. Tahmin ediyorsun, kafandaki mizanda tartıyorsun en azından, şimdilik.

Öğretmen iyelik eklerine geçiyor. Yöntemi bu yeni öğretmeninin; önce tanımını yapıyor, sonra ne olduğunu soruyor. Çıt yok sınıfta. Sen henüz deplasmandasın, misafirliğe gitmişsin de ev sahibi sana eşiyle ilişkilerinin ne kadar iyi olduğunu, çocuklarının ne denli akıllı ve iyi insanlar olduğunu kanıtlamaya çalışıyor gibi. Henüz deplasmanda, konuklukta, misafirliktesin. Nasıl ki misafir televizyonun salonda bu şekilde durmaması gerektiğine karışmıyorsa, sen de iyelik ekini telaffuz edemiyorsun henüz. Sorunun muhatabı saymıyorsun kendini.

Parmağını kaldırıyorsun öğretmenin telaşına kendini muhatap sayıp, artık. “Biliyor musun yoksa sen?” diyor öğretmen, artık kendi çocuğundan utanmaya başlayan cevval ev sahibi gibi. Elinde olsa, çocuklarına o ilk anlattığı ânı kameradan izletecek ve “Bak sen burada dinlememişsin, Allah bilir akılcığın nerelerde oyalandı?” diyecek. Ama teknoloji henüz o kadar gelişkin değil. Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu 2007’de kurulacak daha ve siz o yıllara çok uzaksınız. Uzun yazınca anlaşılmıyor, kısasını da diyeyim, Mobese. Geçelim.

“İyenik eki öğretmenim,” diyorsun kısık ama kararlı bir sesle. Misafirim ama, misafirliğin ne demek olduğunu bilirim, bana ihtiyaç olursa ihtiyat payını elden bırakmadan yardım ederim demek ister gibi. Küçük bir suskunluk.

Öğretmenin yüzünde muzaffer olmasa da, temiz bir tebessüm beliriyor. Seni harcamayacak ama çocuklarını da sana harcatmayacak, belli. İyi kalpli bir üvey baba gibi, “İyenik değil o çocuğum, iyelik,” diyor. Dünya durdu mu? Bildiğini sandığın şeyi yanlış bilmenin, bir harfle de olsa yanlışının yüzüne vurulmasının durdurduğu bir dünyayı ilk defa tanıyorsun. Tanışıyorsunuz o dünyayla; mülaki oluyor, ahbap oluyor, saniyelerce ölçülecek zamanda dost bile oluyorsunuz. İlla dostun gülü mü yaralıyordu insanı, öyle miydi?

İyenik değil, iyelik. Tane tane öğretiyor öğretmen bütün sınıfa. Sınıftakiler yeni gelenin bildiğini sandığı şeyi bilmemesinin ondaki karşılığıyla biraz ilgileniyor, sonra gene ilgi dağılıyor. Ders dediğin şey 40 dakika zaten, bir şekilde bitiyor. Bu defa hakiki manasıyla teneffüs oluyor. İlk dersin ilk arasında küçük ağacın dibine gidip nefes alıyorsun. Bilmemek de mümkün. Bildiğini sanıp bilmemek de üstelik. Bu an, bu küçücük an ömür boyu peşinden gelecek. Bunu henüz bilmiyorsun o sıralar. Vakit geçiyor, zaman akmıyor çünkü hâlâ. O sırada.

Bilmemenin taze coşkusunu şimdi gibi içinde taşıdığını iddia etmen de bilmemek. Bunu yazarken Bach dinlemeye çalışman da. O da bilmemek. Coşkulu bir bilmemek, üstelik.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.