YAZARLAR

Gitmeyin. Bu ülke peşinizden gelir!

Herkeste bir 'Gidelim buralardan, dayanamıyorum' havası. Yine Nazan Öncel’le söylersek, 'Gitme kal bu şehirde' diyen sayısı da azaldı. Herkes birbirini yüreklendiriyor: Git tabii, yaşanmaz buralarda...

1992’de Nepal’de, kitap okumak üzere o zaman minicik bir yer olan Pokhara’da hergün gittiğim bir kafeye gittim. Artık arkadaş olduğumuz garson beni masaya oturtmadı. Göz kırparak genişçe bir yuvarlağın çevresinde olan oturma alanında rahat bir bar sandalyesine oturttu. Ben, kitabıma yumuldum.

Bir baktım iki tane genç kadın oturdu yanıma. Sonra iki daha. İki daha. Bir daha. Kocaman yuvarlak masa kadın doldu. Neler oluyor derken durumu çözdüm. Arkadaşım olan garson kafeye giren yalnız kadınlara meylettikleri masanın rezerve olduğunu söyleyip onları boş tek yer olarak sundukları benim masaya yönlendiriyordu.

Ona bu sahtekarlık mahsulü -ama kabul edin ki yaratıcı ‘kıyağı’ yaptıran şey benim bir gün önce yaptığım iyilikti. Hayatını değiştirecek bir iyilik olarak görmüştü bunu. Garson çocuk Avrupa’ya göçme hayalini anlatmıştı bana. Ben de ona gitme tüyoları vermiştim. “Dur abi, sen güzel konuşuyorsun, bunu şurada şu saatte anlat” deyip arkadaşlarını toplayıp gelmişti. Ve ders işlemiştik: Vize ala ala git, nihai vizeni yolda al. Karadan ve aheste git hem ucuza gelir hem para kazanırsın yolda. Hem de konsoloslukta “traveller” olduğuna, yani ülkene döneceğine inanmaları kolaylaşır. Nepal’den el işlemesi tişörtler toplayıp Delhi’de Baharganj’da mümkün olduğu kadar elden sat, Delhi’den aldığın kemik takıları, aynalı elbiseleri tütsüleri Türkiye’de ve Avrupa’da sata sata git. Tahran’da İstanbul caddesinde karaborsada bankanın yirmi katına değiştir paranı ve aynı yerden Canon A1 fotoğraf makinası al İstanbul’da Eminönü Hayyam Pasajında sat… Daha bir yığın detay (Bu arada bu detaylar artık bir işe yaramaz, hepsi değişti).

Hepsi bundan çok etkilenmişti ve notlar alarak, sorular sorarak dinlemişlerdi beni. Kahramanları olmuştum.

Bu hep böyledir. Üçüncü dünya ülkelerinden Batı’ya göçmek istenir. Hele böyle gelecek vaad etmeyen fakat batılılara yakın temas içeren işler yapanların en romantik hayalidir. Genellikle hayal olarak kalır.

Fakat sanki artık işler değişti. Bugün bir çok insan Batı’ya yerleşmeyi zorunluluk olarak görüyor. Buralarda nefes alamadığını söylüyor. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da hayatları külliyen çalınmış insanlardan bahsetmiyorum sadece. Ben bile kendimi arada Londra’ya yerleşme planları yaparken yakalıyorum.

Geçen sene İran’a gittiğimde, orta sınıfın rağbet ettiği bir şirkette yöneticilik yapan arkadaşım anlatmıştı. İran’da artık iş görüşmelerinde standart ve belirleyici sorulardan birisi şuymuş: “Yurt dışına çıkmayı planlıyor musun?”. Hatta genellikle soru şöyleymiş: “Yurt dışına ne zaman çıkacaksın?”. Gençlerin neredeyse hepsi “kapağı yurtdışına atmak” derdindeymiş. Ve bu bir temenni düzeyinde değilmiş. Orta sınıf harıl harıl terk ediyormuş İran’ı.

Burada da durum buna doğru gidiyor. Herkeste bir “Gidelim buralardan, dayanamıyorum” havası. Yine Nazan Öncel’le söylersek, “Gitme kal bu şehirde” diyen sayısı da azaldı. Herkes birbirini yüreklendiriyor: “Git tabii, yaşanmaz buralarda.”

İrice bir emlak şirketinin başında olan arkadaşım Burak Gözüm’e yurt dışında mülk edinme peşinde olanları sordum. Tahmin ettiğim gibi son bir yılda çok artmış. Tam dört kat.

Onlarca arkadaşını gözyaşlarıyla göndermiş, sonra gidip hayatlarını tetkik etmiş birisi olarak söylüyorum, gitmeyin. Üstelik benim arkadaşlarım genellikle oralarda tutunmuş, bir şekilde başarılı olmuş, kabul görmüş insanlar. Öyle “Türk’üm diye beni eziyorlar” edebiyatı yok yani. Ona rağmen gitmeyin diyorum. Oralarda özel ve kendinizi kaptıracağınız bir proje yoksa gitmeyin.

Gidenlerin kahir ekseriyeti arafta kalıyor.

Gidiyor, orada demokrasinin, ferahlığın, genişliğin, hoşgörünün, insan hayatına verilen kıymetin tadını alıyor. Ama kalbinin bir köşesi hep burada kalıyor. Hep bir gün buraya dönmeyi planlıyor. Sonra buraya geliyor bir de bakıyor ki burada da yapamaz. Çünkü buranın fenalıklarından uzun süre uzakta kaldığı için buradaki olumsuzluklar daha fazla gözüne batıyor. Bunlara hiç katlanamıyor. Geçen zamanda Türkiye’ye mahsus kalkanlarını yitirmiş oluyor. Ve kendini kendi ülkesine yabancı hissediyor. Hiç bir zaman dönemeyeceğini düşünmeye başlıyor. Sonra oraya dönünce tekrar başlıyor “bir gün belki” hayalleri. Bu sıradan ama çözümsüz problem içinde dönüp duruyor.

Bence artık büyük şehirler özellikle İstanbul ve Ankara, -her ikisinde de uzun yıllar yaşadım-, içindekilere pek bir şey vaad edemez hale geldi. Mutsuz insanlar diyarı oldu. İstanbul’dan anadoluya dönüş başlarsa şaşırmayacağım. Tamam, Türkiye’de her bir şey İstanbul merkezli. Fakat buna rağmen yorgun ve nevrotik İstanbul’un artık (Kavafis’e bir selam çakalım) “kimsenin arkasından gelecek” hali yok. On milyonlarca mutluluk yok İstanbul’da.

Bence de yapabiliyorsanız terk edin mutsuz şehirleri. Fakat ülke terk etmek şehir terk etmeye benzemiyor. Bu ülke arkanızdan gelebilir.

Bir şey daha var tabii. Daha önce bir yazımı aşağıdaki gibi bitirmiştim. Bu yazıya da yakışacak:

“Karamsarlık romantik bir tutkudur, iyimserlik bir görevdir.” demiş Peter Ustinov. Kötümserlik sadece kötü değil işlevsizdir, muhafazakârdır. "Kötümserliği daha iyi günlere bırakalım".

Hem Tezer Özlü de yanılıyor. Burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi değil. Burası bizim ülkemiz. Bizi öldürmek isteyenlere bırakmayalım.


Metin Solmaz Kimdir?

1969′da doğdu, Ankara’da büyüdü. İstanbul, Fethiye, Lapta, Lefkoşa ve Bodrum’da yaşadı. 1990 yılından bu yana yazılı basında ve muhtelif internet sitelerine yazıyor. siberalem.com, idefix.com, Overteam ltd ve Ağaçkakan Yayınları kurucularındandır. Kitapları: Kenardaki Milyonerler (1992, Korsan), Rock Sözlüğü (1994, Pan) Türkiye’de Pop Müzik (1996, Pan), Türkiye’ye Ait 100 Büyük Yanılgı (2015, Ağaçkakan), Erken Adam Hikayeleri (2016, Pan), 100 Ne Olacak Bu Memleketin Hali (Hazırlayan, 2016, Ağaçkakan) Facebook: MetSolmaz | Twitter: @metinsolmaz