YAZARLAR

15 Temmuz’un ekonomik etkileri

Bir ülkenin yabancı yatırımcı açısından 'yatırım yapılabilir' olması için pek çok faktör önemli. Ve o ülkenin "demokratik" olup olmaması, bu faktörlerden sadece biri...

15 Temmuz’daki darbe girişimi büyüklüğündeki bir sorunun, ekonomik etkileri olmaması beklenemez. Ancak bu etkilerin 2001 tipi bir çöküş şeklinde olması gerekmiyor. 15 Temmuz sonrasındaki ilk şok, geçtiğimiz üç haftada ekonomi yönetiminin kuvvetli politika tepkisi sonucunda atlatıldı. Ancak Türkiye ekonomisinin sorunları 15 Temmuz’daki darbe girişiminden ibaret değil.

BİLÂNÇO

Öncelikle 15 Temmuz sonrası süreç için özet bir bilânço çıkaralım. 5 Ağustos itibariyle dolar 3 lira sınırının altına geriledi ancak hala 14 Temmuz’daki 2.8 lira seviyesinin üzerinde. Türkiye’nin risk primini gösteren Kredi İflas Takası (Credit Default Swap, CDS) endeksinde 14 Temmuz ile 5 Ağustos arasında 47 baz puan artış (223-270),  borsada ise ilk hafta % 10’a yaklaşan sert düşüş sonrasında ılımı bir toparlanma var. Yaşanan darbe girişiminin büyüklüğü düşünüldüğünde, üç haftada ortaya çıkan bu bilanço oldukça hafif sayılabilir. Bunu mümkün kılan faktörlerden ilki uluslararası konjonktür iken diğeri ekonomi yönetiminin kuvvetli politika tepkisi oldu.

ULUSLARARASI KONJONKTÜR

15 Temmuz’daki kanlı darbe girişimi, Avrupa’da ekonomik toparlanmanın hızlandığı, Japonya’da uzun durgunluk sürecinin sonuna gelinip yeniden kuvvetli büyüme dönemine geçildiği, Fed’in faiz artırımına başladığı ve “yükselen piyasalardan” sermaye çıkışlarının hızlandığı bir dönemde gerçekleşmiş olsaydı, ekonomik etkileri kuşkusuz çok daha yıkıcı olacaktı. Ancak Japonya’daki genişleme adımları, Fed’in faiz artırmaması ve AB’de mevcut miktarsal genişlemenin sürüyor olması, değerlenmek isteyen uluslararası fonların Türkiye gibi ülkelere hala akmasına neden oluyor.

Buna ek olarak dünyanın önde gelen ülkelerinde 2008’de patlak veren küresel krizin etkilerinin halen sürdüğünün en önemli belirtisi olan negatif faiz uygulamasının varlığı, bizim gibi ülkelere yönelen para akışını hızlandırıyor. 15 Temmuz, böyle bir konjonktürde gerçekleşti. Kısacası, uluslararası ekonomik atmosfer, Türkiye açısından işlerin daha da kötüleşmemesi için ters yönde çalışan bir dinamik işlevi gördü. Bu anlamda, merkez ülkelerde krizin sürekliliği, aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkeler için hala büyümenin teminatı.

KUVVETLİ POLİTİKA TEPKİSİ

15 Temmuz akşamındaki ilk şokun atlatılması ardından gözler 18’inde başlayacak ilk iş gününe çevrilmişti. Ani döviz çıkışı ihtimali ve bankalarda likidite sıkışıklığı yaşanabileceği olasılığı temel endişe kaynaklarıydı. Bu iki riske karşı ekonomi yönetimi kuvvetli bir politika tepkisi geliştirdi ve 18’indeki olası riskler bertaraf edildi.

Bunlardan ilki 17’si akşamı Mehmet Şimşek’in çok sayıda uluslararası yatırımcı kuruluşun katıldığı bir telekonferans düzenleyerek dış piyasaları bilgilendirmesiydi. Bu bilgilendirme toplantısının ikincisi Olağanüstü Hal (OHAL) ilanından sonra 22 Temmuz’da, BGC Partners, Credit Suisse, Goldman Sachs, HSBC ve JP Morgan tarafından ortaklaşa şekilde organize edildi.

İkinci hamle, yine 17 Temmuz akşamında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’ndan (TCMB) geldi. “Finansal piyasaların etkin işleyişinin sürdürülmesi amacıyla” alınan önlemlerin en önemlisi, bankaların ihtiyaç duyacağı likiditenin sınırsız olarak sağlanacağının duyurulmasıydı. Bankacılık sisteminde oluşabilecek likidite sıkışıklığının önlenmesine yönelik alınan bu önlem, 18’inde bankacılık sisteminin işleyişi açısından kritikti.

Üçüncü kritik adım Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından atıldı. Borsa’daki hızlı düşüşün önüne geçebilmek için firmalara herhangi bir limit söz konusu olmaksızın borsada kendi paylarının geri alımını gerçekleştirme hakkı verildi.

Dördüncüsü de, OHAL’in “piyasa dostu” olduğunun ilan edilmesi idi. Her ne kadar OHAL yetkilerinin ekonomik konularda kullanılmayacağı ilan edilse de, Şimşek ve Babacan’ın yabancı yatırımları çekebilmek için gerekli olan yapısal reformların bir kısmının bu süreçte hayata geçirilebileceği yönündeki açıklamaları, özellikle kredi derecelendirme kuruluşlarının olumsuz kararlarının önüne geçebilmeyi hedeflemekteydi.

RİSKLER

15 Temmuz ve benzeri şokların yaratacağı en önemli ekonomik risk, Uluslararası Para Fonu’nun (Intenational Monetary Fund, IMF) Nisan 2016’daki Türkiye raporunda altını çizdiği “ani duruş” mekanizmasının tetiklenmesidir. IMF’e göre, kredi derecelendirme kuruluşlarının ülkenin yatırım yapılabilir notunu düşürmeleri, sermaye çıkışlarının yaşanmasına, bu da firmaların borçlarını çevirmelerinin zorlaşmasına neden olabilir. Firmaların borç ödemesinde yaşanabilecek sorunların bankacılık sektörüne yansıması ise sermaye çıkışlarının daha da hızlanmasına neden olabilecek bir mekanizmayı tetikleyebilir.

Ekonomi yönetiminin çabalarını yoğunlaştırdığı en önemli alan S&P’nin hızlı bir şekilde gittiği not indirimi sonrasında Ağustos’ta Moody’s ve Fitch’ten benzer adımların gelmesinin önüne geçerek, bu ani duruş senaryosunun hayata geçmesini engellemek. 5 Ağustos’ta Moody’s tarafından ülkenin yatırım notu ile ilgili yapılması beklenen değerlendirmenin ertelenmiş olması, ekonomi yönetiminin çabalarının sonuç verdiğini gösteriyor.

SORUNLAR SÜRÜYOR

15 Temmuz darbe girişiminin ekonomik etkileri, gerek uluslararası konjonktürün yardımı gerekse ekonomi yönetiminin güçlü politika tepkisi nedeniyle çok büyük hasar vermeden atlatılabildi. Bunda, IMF’in alınan bu önlemleri desteklemesinin etkisi de önemliydi.

Ancak burada temel mesele, ülke ekonomisinin sermaye akımlarına duyarlılık seviyesinin çok yüksek olmasıdır. Kredi değerlendirme kuruluşlarının aldığı kararlar eleştirilebilir. Zira bu kuruluşların verdiği hatalı kararlar, 2008 krizinin patlak vermesinde etkin olan finansal mimarinin önemli bir parçasını oluşturuyordu. Ancak neden kredi derecelendirme kuruluşlarının kararlarına bu kadar hassas bir ekonomik yapımız var diye sormadan, sadece bu kuruluşların aldığı kararları eleştirmek yetersiz kalıyor. Zira Türkiye ekonomisinin sorunları 15 Temmuz yaşanmasaydı da sürecekti.

Son olarak bir hatırlatma yapayım: bir ülkenin yabancı yatırımcı açısından "yatırım yapılabilir" olması için pek çok faktör önemli. Ve o ülkenin "demokratik" olup olmaması, bu faktörlerden sadece biri. Çokça kafa karıştıran bu konuyu işlemeye devam edeceğim.

Twitter: @umitak


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.