Yazarlar için iyi bir zaman değil

Korkularımızı, zaaflarımızı rahatsız edici öykülerle ifade edebileceğimiz bir dünya için dua ediyorum. Çünkü bizi öfkelendiren, dumura uğratan bir şey okusak da gerçek değil anlatılan. Sadece hikâye.

Google Haberlere Abone ol

Etgar Keret

Sanatsal Özgürlük –iptal

Salman Rüşdi, okumanın ve yazmanın büyüleyici etkisinin kanıtlarından biri benim için. Sadece bir kez karşılaştık, beş dakika, New York’ta bir festival açılışında fakat onu tanıdığımı hissediyorum. Çok iyi bildiğim türde bir etkinlikte bıçaklandığını duyduğumda bu korkunç olay daha da hassas bir hal aldı. Rüşdi’nin hızla iyileşeceğine ve abonesi olduğum Substack bülteninin e-postamda belirmeye devam edeceğine inanmak istiyorum, eski bir dosttan gelen mektuplar gibi... Dünyaya ve tutarlılığına gelince, o konuda o kadar iyimser değilim.

Salman Rüşdi’yi daha çok kitaplarından tanıyorum. Hakkında ölüm fetvası verilmesine neden olan 'Şeytan Ayetleri' romanını yayınladıktan sonra pek çok yayın organı Rüşdi’nin yazılarını "cesur" diye nitelendirmeye başladığında şaşırmıştım. Edebiyatın nasıl cesur olabileceğini anlamakta zorlanıyordum; ben ne zaman yazmaya otursam bir şey hayal ederim. Kışkırtıcı ya da riskli konulara girsem bile bu iş zerre kadar cesaret gerektirmez çünkü bütün yaptığım, hayali bir kahramanlar dünyasında, kapağında "kurgu" yazan bir kitapta, hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir hikâye anlatmaktan ibarettir. Sinemada önümde oturan adama filmin ortasında cep telefonuyla konuşmayı bırakmasını söylemek öyle mi mesela? O çok farklı bir mesele. Çok daha korkutucu.

Cuma akşamı Rüşdi'nin bıçaklandığını öğrendiğimde iki kere üzüldüm: Zihnini ve imgelemini yazıları vasıtasıyla yakından tanıdığım olağanüstü yetenekli bir adamın böyle bir saldırıya maruz kalmış olmasına ve böyle bir dünyada yaşadığıma üzüldüm–imgelem dünyasının bütün yaratıcı elçilerine tanınan ve benim her zaman katı bir gerçek olarak gördüğüm diplomatik özgürlüğün parçalandığı bir dünya bu bahsettiğim… Edebiyat fakültelerinin 'Lolita'yı okutmayı reddettiği, Rusya Ukrayna’yı işgal ettiği için Dostoyevski konferanslarının iptal edildiği, Oscar ödüllü oyuncuların kendilerini canlı yayında stand-up komedyeni tokatlayacak kadar fütursuz hissettikleri, gazetecilerin ve karikatüristlerin okurları gücendirecek bir düşünce ya da espri yayınladıkları için öldürüldükleri bir dünya, hem sanatçı hem de sanat için tehlikeli. Çift yönlü bir sokak bu; yazar, fikirleri ve fantezileri yüzünden bıçaklanırken, yaratıcı sanatçının dini, ahlaki ya da siyasi alanlarda sorunlu davranışları kimseye zararı olmayan sanatının boykot edilmesiyle cezalandırılıyor. Sanatsal özgürlük, totaliter rejimler ve dini hareketler tarafından kısıtlandığı geçmişten farklı olarak bugün bütün cephelerden saldırı altında. Buna sanatı ayıplama ve boykot yöntemiyle denetlemeye istekli görünen liberal kesim de dahil. Bu gerçeklikte sanatçı da, sanat da güvende değil. Sanat, pragmatizm ve gündemle kısıtlanmayan bir sığınma alanı olmaktan çıktı. Onun yerine birilerini kızdıran fikirler öne süren sanatçıların kendilerini ve eserlerini kanlar içinde bulabilecekleri bir savaş alanına dönüştü.

Kaygılı biri olduğumu söylemek yanlış olmaz. Hakkımda pek çok başka şey söylemek de yanlış olmaz; huzurlu bir insan olmadığım, biraz ödlek ve paranoyak olduğum –gerçi "kaygılı" biraz kibar bir sözcük ama amacımız hakaret yağdırmak değil. Aslında kaygılanmak için pek çok nedenim var. Beni sık sık dünyanın bir anda bana düşman kesilebileceğini söyleyerek uyaran, soykırımdan kurtulmuş bir anne ve babanın çocuğuyum, savaş ve terörizm dolu tipik bir İsrail çocukluğu yaşadım. Üç yıl, zorunlu ve bunaltıcı askerlik hizmeti yaptım. Bütün bunlar bana dünyanın fazlasıyla acımasız ve şiddet dolu olabileceğini öğretti, bu yüzden dikkatli olmaya çalışırım. Nereye gitsem –kafeterya, ayakkabıcı, tren istasyonu– sürekli tetikteyimdir; insanları tarar, her zaman çıkışı ararım, salt güvende olmak için. İnsanın başına ne geleceği belli olmaz. Sadece sahnede, okuma yaparken gardımı indirecek kadar güvende hissediyorum kendimi, bir de yazarken. Bu, akıl yürüterek vardığım bir karar değil, içimde şunları söyleyen rahatlatıcı ses sayesinde: "Hayat korkutucu; tehlikelerle dolu; yollar, virüsler, ilişkiler. Bunların herhangi biri her an elinde patlayabilir. Fakat şu anda orada olmadığın için şanslısın. Sığınma alanındasın. Bu sahne, imgelem ve duygunun yıkılması olanaksız duvarları tarafından korunan güvenli bir cennet. Görkemli bir bakış açısı sunmasına rağmen hayatın yetki sınırının dışında kalan bir yer. Düşünebileceğin, yazabileceğin, dinlemek isteyen herkesle korkularını ve özlemlerini paylaşabileceğin bir yer burası." Böyle bir yer var olduğu için şükretmediğim tek gün yok. Çünkü örneğin, üniversitedeki dekanıma avladığım topal koala yavrularını yediğim tekrarlanan bir rüya gördüğümü söyleyecek olsam bu, görev süremi etkileyebilir. Bu rüyadan vegan arkadaşıma söz edecek olsam, azar ya da tokat yiyebilirim. Fakat rüyayı sahnede paylaşsam ya da ona dair bir öykü yazsam bir sorun çıkmayacağını bilirim. Çünkü sahne, öyküyü yazarken kullandığım sözcükler gibi, bu dünyanın bir parçası değil. Sahne, gerçek, somut, pragmatik, kanunlara sıkı sıkıya bağlı dünya ile imgelem dünyasının arasında tampon bir bölge. Gerçekliği yaratıcılıktan ayıran bu tarafsız bölgede hukuk, kâr ve zarar yok, sadece özgürlük var.

Tanrı’ya inansaydım Salman Rüşdi'nin sağlığına kavuşması için dua ederdim. Doğrusunu söylemek gerekirse, tam olarak inanmadan bile olsa kendimi sürekli olarak birkaç gün sonra Rüşdi'nin yeni bültenini alma umuduyla dua ederken buluyorum. Sağlığı için dua ederken bir agnostik dua daha eklemeden edemiyorum: Kitap sayfalarının, sinemaların, tiyatro sahnelerinin bir kez daha düşünmenin, hayal etmenin, korkularımızı ve zaaflarımızı çılgın, ikircikli, kafa karıştırıcı ve rahatsız edici öykülerle ifade edebileceğimiz bir dünya için dua ediyorum. Evet, şaşırtıcı ve rahatsız edici bu. Çünkü neticede bizi öfkelendiren, dumura uğratan, dünya görüşümüzü sarsan bir şey okusak bile gerçek değil anlatılan. Sadece hikâye.