Yasemin Onat’ın 'Nihayetinde Dönülen Yerler' kitabında nesneye indirgenen zaman

Camus, zaman üzerinden varlığı intiharla, Aristotales mutlulukla, Freud yaşamın amacıyla, Byung-Chul Han yoklukla bütünleştirirken, Yasemin Onat ise varlığı teslim olmakla tanımlıyor ilk kitabında...

Google Haberlere Abone ol

Abdullah Aren Çelik

Freud’a göre yaşamın amacı ölümdür. Aristotales’e göreyse insanın bütün gayretinin ve özleminin yegâne amacı mutluluktur. Ölüm ve mutluluk aynı anlam yakınlığı içerisinde değerlendirilmeyecek iki kavram gibi görünüyor, muhtemelen Aristotales mutlu olmanın gerekliliğini ölümün varlığını düşünerek söylemiştir. Bu açıdan bakınca Freud’un ve Aristotales’in aslında benzer şeyleri söylediğini anlıyoruz.  Ölüm, hayatın neden yaşanılır (mutlu) olması gerektiğini mutlak bir gerçeklikle önümüze koyar çünkü. Ölüm hayatın, yani varoluşun ta kendisidir. Dolayısıyla ölüm, mutluluk, varoluş, mutsuzluk, zaman vs. gibi pek çok mesele pekâlâ ölüm üzerinden düşünülebilir.

Yasemin Onat’ın ‘Nihayetinde Dönülen Yerler’ kitabında, Ben Hanginizim? İsimli öyküsünde şöyle bir cümle göze çarpar: “İnsan usul usul ölmek için gelir dünyaya.” [1] İnsanın dünyada geçireceği “zamana” dair ölüm üzerinden kurulan bir cümledir bu. Yalnızca ‘Ben Hanginizm’de değil neredeyse öykülerinin tamamında insanların dünyadaki zamanını ölçen bir saat vardır sanki. “Etraf zaman kokuyor, zaman mekân tanımıyor.” [2]

ÖLÜM, İNSANIN VAROLUŞUNU ELİNDEN ALDIĞI GİBİ ZAMANIN KENDİSİNİ DE ALIR

Fakat bu saat, bilindik anlamıyla herkes için zamanı sayan, hayatı planlayan bir takvim değildir. Daha çok insanın içinde yarattığı dünyanın takvimlere bağlı varoluşsal zamanıdır bu. Kokan şeyin zaman oluşu ve zamanın mekân tanımayışının işaret edilmesinin nedeni budur. Çünkü maksadı zamanı durdurmak, onu nesnel kılarak görünmesini sağlamaktır. Freud’un, Aristotales’in söylediğine benzer bir ilişkiyi zaman üzerinden kurar. Onat, bunu bazen saatlerle, bazen bir nesneyle, bazen işitilen bir sesle, bezen bir renkle, bezen mevsimlerle, bazen koklanan bir çiçekle, bezen de eşyanın insanla ilişkisine bakarak yapar. Bunu da ölümün “zaman” mefhumuyla ilişkisini varoluşsal bir nedene bağlayarak ve ölümü bir tür varoluş miti şeklinde ele alarak yapar. Çünkü ölüm insanın varoluşunu elinden aldığı gibi zamanın kendisini de alır, geriye yalnızca gidenlerin seçimlerle dolu hatıraları kalır. Albert Camus bu döngüye “uyumsuz” adını verir.

Nihayetinde Dönülen Yerler, Yasemin Onat, Epona Yayınları, 150 syf., 2022.

“Gene bir gün gelir, insan otuz yaşında olduğunu görür ya da söyler. Gençliğini belirtir böylece. Ama aynı zamanda, zamana göre yerini de belirtir. Zamanın içinde yerini alır. Geçmesi gerektiğini söylediği bir eğrinin belirli bir anındadır. Zamanın malıdır, içinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını istiyordu hep, bütün benliğinin bundan kaçınması gerekirken, yarının gelmesini diliyordu. Etin bu başkaldırısı, uyumsuz budur işte.” [3]

Camus’nun sözlerinin benzerini Onat’ın ‘Can Kuşum Yüksek Uçar’ öyküsünde okuruz. Hikâyede anlatıcı ses zamana göre yerini belli ettiği gibi bunu nasıl anımsadığını da söyler. Bu noktada Camus’dan ayrışır; Camus düşüncesinin devamında gerçek anlamda varoluşsal eylemi intihara bağlarken şunu söyler: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.” [4] Onat ise zamana dair varoluşsal eylemi beyaz bayraklı bir teslimiyete bağlar: “İkindi akşama kavuşurken mazinin heybetli gölgeliğine sığınmış, müstakbel sevdalılardık. Taş duvarlar günden duyacaklarını duyuyor, hellikler tüm sesleri sıkıştırıp sır üstüne sır saklıyordu. Çocuk kediye horoz şekeriyle yaklaşıyor, kedi kendinden korkan bir başkasına doğru kaçıyordu. İnsanlar birbirine keskin bir bıçağa benzeyen dilleriyle kesikler atıyor, bir ben bu savaşta beyaz bayrağımı yanımda taşıyordum.” [5]

HER ŞEY ÖLÜR, HER ŞEY YOK OLUR, FAKAT GİDENLERİN BELLEĞİ TEMAS ETTİKLERİ EŞYALAR ARACILIĞIYLA HATIRLANIR

Onat’ın, paragrafın hemen başında “zamanı” öncelediğini, devamındaysa nesnelere bir anlam yükleyerek zamanın insan hayatındaki yerini varoluşsal bir nedene bağladığını görürüz. Nitekim duvarın arasındaki küçük taşların sır saklayamayacağını, ama zamanı anlattığını biliriz. Çünkü zamanın mekânı nesnelerdir ve nesneler kulak verenlere kendinde sakladıklarını anlatmakta mahirdirler; tıpkı taş duvarlar, hellikler gibi. Öyle olmasaydı jeoloji diye bir bilim olmaz, ne dünyanın ne de canlıların yaşı hakkında bir bilgimiz olurdu. Nasıl ki jeoloji bilimi taşların yaşından zamanı ölçer, takvimlendirir dünyayı, Onat’ın da öykülerinde insanın varoluşuna dair yapmak istediği tam da budur; fakat bunu zamana teslim olarak yapar. Nesnelerin insanla ilişkisinden bir takvim yaratır onlara. Her şey ölür, her şey yok olur, fakat gidenlerin belleği temas ettikleri eşyalar aracılığıyla hatırlanır. Aristotales’in mutluluk, Freud’un yaşamın amacı dediği şey budur işte. Bu açıdan Onat’ın öykülerinde, hızla akan zaman eşyaya tutunur, onu mekân edinir, hızını yitirdikten sonra anlam kazanır ve yuvasına yerleşen bir anahtar gibi anlatılmak istenenlere kapı aralar. “Hava mevsime uyuyor sarı ve hışırtılı bir sonbahar kışa dönmemek için can çekişiyor. Dalar gibi oluyorum. Gözlerimde bir ağırlık naftalin kokulu beyaz çarşafın altından büzüşüyorum. Hatıralara sinmiş kokuları şişelemek gibi bir şansım olmadığı için sızlıyor alnımın çatı. Kilitte sanki bir anahtar boşa dönüyor.” [6]

Onat bu pasajında da bize zamanın kokusunun olabileceğini anlatır. Hatıra denen şeyin takvimle ilişkisi düşünülünce bu hiç de yabana atılacak bir yaklaşım değildir. Çünkü kokuları şişelemek biraz da zamanı mekânla buluşturmak ve insanın yaşamını, zamanını, ölümünü, mutluluğunu, mutsuzluğunu bunun üzerinden anlatmaktır.  
Byung-Chul Han, ‘Zamanın Kokusu’, ‘Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme’ isimli çalışmasında benzer bir tespitte bulunur: “Zaman bütün derin yapısından veya anlamından koparıldığında, atomlaştığında, düzleştiğinde, cılızlaştığında veya kısaldığında kokusunu kaybeder.” [7]

HAYATI YAŞANILIR KILAN, İNSANIN ÖLÜME USUL USUL YÜRÜMEDEN ÖNCE YAŞADIĞI ZAMANDIR

Garip bir benzerlik, Han’ın zamanın kokusunu kaybettiğini söylemesi ile Onat’ın zamanın, yani hatıraların kokusunu şişeye hapsetme düşüncesi aynı yaklaşımının bir sonucu gibidir. Onat, zamanı mekâna yaklaştırmanın mümkün olduğunu söylerken, Han bunun zorluğunu işaret eder, fakat temelde benzer şeyler söylerler. Camus, zaman üzerinden varlığı intiharla, Aristotales mutlulukla, Freud yaşamın amacıyla, Han yoklukla bütünleştirirken, Onat ise varlığı teslim olmakla tanımlar. Bunu yapmasındaki neden zamanı yakalamak, mekâna hapsetmektir. Çünkü hayatı yaşanılır kılan, insanın ölüme usul usul yürümeden önce yaşadığı zamandır.

Onat, neredeyse öykülerinin tamamında hatıralardan, yani geçmiş zamandan bahseder, ondan kurtulmanın bir yolunu bulur. Bunu yapmasındaki neden şimdiki zamanı bir kurtarıcı gibi görmesidir. Nitekim insanın varoluşsal arayışını, ölüm ve zamanın girift ilişkisini nesneler aracılığıyla şimdiki zamana bağlaması da bu nedenledir.

“Seneler evvel defalarca geldiğim yer değil sanki bu istasyon. Yabancılaştım her şeye ve kendime. ‘Yük taşınır, yükün var mı abla? diye bana bakarak seslenen oğlan çocuğunu yanıma çağırdım. Yüküm neydi? İlla bir valiz, bir çuval ya da bir denk miydi yük? Yüküm vardı lakin bu çocuğa ağır gelirdi. Köy otobüslerinin nerden kalktığını sordum, tarif etti koca adam edalarında. Harçlık sıkıştırdım avucuna. ‘Taşımadım ki abla, istemem’ dedi. ‘Vaktiyle yük taşıyan bir çocuğun alacağına sayarsın’ dedim. Anlamadı. Yürüdüm el sallayanları, kucaklaşanları ardımda bırakıp.” [8]

Aslında zamana dair tespitleri, yaşananların, yaşanmayanların zamana yenilen ya da zamanla kendini inşa eden bir durumun anlatısıdır. Bunu yaparken öykü karakterlerinin kendini adım adım inşa ettiğini görürüz, bunu da iç seslerinden duyarız. Kıdıriye 2’deki pasaj tam da bunu anlatır: “Hem her şey sürekli olarak değişiyor hem de daima aynı kalıyor gibiydi burada. Bazen kölesi, bazen efendisi olmaktan başka elimden bir şeyin gelmediğini anladığım hatıralarımla vardım.”[9]

İNSAN NE KADAR UZAKLAŞIRSA UZAKLAŞSIN KENDİNDEN, NİHAYETİNDE İÇİNDE DÖNÜLEN BİR YERİ MUTLAKA VARDIR

Zamanı kokulara, nesnelere, şişelere hapsetmek, onu nesneler aracılığıyla yakalamak, insanın bir eşyaya indirgenmesi düşüncesini beraberinde getirebilir. Nitekim yanıltıcı da olmaz bu düşünce, fakat Onat’ın muradının bunu aşmak, bu durumu eleştirmek olduğunu, bunu hikâye karakterleri aracılığıyla tersini yaparak ortaya koyar. Burada Han’ın zamanın kokusuyla ve Camus’un varlığı ölümle yan yana getiren düşüncesinden ayrılır. Onat’ta zaman başka türlü akar, başka türlü durur, başka türlü hareket eder. İnsanın varlığını nesnelere indirgeyen düşünceyi görür, buna rıza göstermez, karakterlerinin yarattığı dünyanın zamanına teslim olur ve onları ölümsüz kılmaya çalışır. Usul usul ölmek için dünyaya gelen insanın soluklandığı anları ölümsüz kılar, bunu da nesneler aracılığıyla yapar. Taşın, toprağın, kokunun, sesin önemini gösterir. İnsan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın kendinden, nihayetinde içinde dönülen bir yeri mutlaka vardır. Onat’ın işaret ettiği yer de burasıdır. Çünkü saatleri hayatımızdan çıkarsaydık, geçen zamanı bir tür zamansızlık olarak yaşardık. Oysa bakmayı bilen herkes saatler dışında her şeyin bir zamanı anlattığını bilir.

Dokunduğumuz eşyalar, büyüyen bitkiler, kokladığımız şeyler, geçen günler, son hızda ilerleyen haftalar, birbirini takip eden aylar zamandır mesela. Bütün bunlar zamanı daha iyi takip edebilmemiz için icat edilmiş bir döngüdür. Saatler de bu döngünün anlaşılır olması için hayatımıza konan tuhaf icatlardır. Zamanı durdurmak mümkün değildir belki ama bunu iş edinmiş yazarlar, şairler, ressamlar heykeltıraşlar vardır. Sanatçının görevi zamanı durdurmak, hayatın bu garip döngüsüne çelme takmaktır. Onat’ın, ‘Nihayet Dönülen Yerler’ kitabı da zamanı bu şekilde durduran bir anlatıya sahip. Yarattığı karakterlerin etrafında akan bir zaman anlatılırken, iç dünyalarında duran bir zaman anlatılır. Teslim olunan, beyaz bayrak çekilen zaman budur. Dolayısıyla her bir öyküsü okurunu bir tür durmuş zamana, yani zamansızlığa sürüklüyor.

Bu açıdan ‘Nihayetinde Dönülen Yerler’, Camus’nun intiharla gelen varlığına, Han’ın zamanın yokluk üzerinden işaret edilen kokusuzluğuna, Freud’ın yaşamın amacına ve Aristotales’in mutluluğuna bakan bir yerden görüyor hayatı. Bazen onlarla benzeşerek bazen de farklılaşarak yapıyor bunu.

Dipnotlar:

[1] Yasemin Onat, ‘Nihayetinde Dönülen Yerler’, Epona Yayınları, 1. Baskı, Sayfa. 72
[2] S.114
[3] Albert Camus, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, Çev. Tahsin Yücel, S. 25
[4] a.g.e. S.15
[5] a.g.e S 29
[6] a.g.e. S.41
[7] Byung-Chul Han’ın Zamanın Kokusu, Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme, Metis Yayınları,  Çev. Şeyda Öztürk, S. 29
[8] Yasemin Onat, ‘Nihayetinde Dönülen Yerler’, Epona Yayınları, 1. Baskı, Sayfa. 108
[9] Yasemin Onat, ‘Nihayetinde Dönülen Yerler’, Epona Yayınları, 1. Baskı, Sayfa. 110