YAZARLAR

Yaşamın ve kentin geleceği için bir ütopya

Yüzyılın başlarından itibaren dile getirildiği üzere, tasarım odaklı düşünme sistemi ile kentsel ve yönetimsel sorunların ele alınması için yeni yapılanmalar sağlanmalıdır. Bu sadece estetikle ilgili bir öneri değil; aynı zamanda kentsel çevrelerde düşünme, direnç ve yeniden tasarlama kültürü oluşturmak üzerine bir devrim biçiminde ele alınmalıdır.

Yaşamlarımız bir dönüm noktasında. Hiç olmadığımız kadar güvenliksiz ve umutsuz hissediyoruz. Sistem üstümüze yürüyor, bizi eziyor ve canımız artık fena halde acıyor. Sistemin bizimle en yakın teması fiziki çevremizi oluşturan kentler, yapılar, araçlar…

Günümüzün şehirleri bir dönüm noktasında. Kirlilik, azalan kamusal alanlar ve teknolojinin kontrolsüz büyümesiyle ortaya çıkan tektipleşme gibi krizlerle karşı karşıyalar. Üstelik tekil olarak yapıları ele aldığımızda da, insanların iyi yaşamaları, sağlıkları, güvenlikleri ile ilgili sundukları özelliklerin yetersizliğini görüyoruz. Toplam insan kalkınmasına karşılık, yaşamlarımız aynı oranda refaha kavuşmuyor.

Ekonomik adaletsizlik kent içerisinde çok ayrı uçlarda yaşam pratikleri ortaya çıkmasına sebep oluyor. Türkiye’nin en kalabalık megaköyü İstanbul’u ele alalım. Bu şehri boğazda bir yalıda yaşayan ile sözgelimi Kartal’da, Samatya’da veya Göktürk’te yaşayanların deneyimleri birbirinden çok farklı olmasına karşılık bu insan topluluğu İstanbullu olarak aynı sistem içinde yaşamlarını sürdürüyor. Çatışmalar büyük. Türkiye’de, ülke de kentler de inatla merkeziyetçi bir anlayış ile yönetilmeye çalışılıyor. Oysa değişim, dönüşüm ve bilgi çağında bambaşka yönetim biçimleri oluşabilir.

O kadar acı olaylar yaşıyoruz ki, bu olayların pek çoğu kente, yapıya, ulaşıma, yani bir başka deyiş ile temel varoluşumuza, günlük yaşantımıza dokunuyor. Uzmanlık alanlarının hiçe sayıldığı her yapı, her organizasyon, ihmallerin yaratıldığı her durum elimizde patlıyor. Çöküyor ve çürüyoruz. Günlerdir bu durum hakkında pek çok olumsuz yorum duyup okuduk, içinde bulunduğumuz olayların vahameti içimizi kapladı; bu Pazar günü amacım benzer yorumları buraya taşımak değil, aksine ilgisiz bir kent ütopyası sunabilmek.

Yapıların, ulaşımın güvenli, havanın, suyun temiz olduğu bir kent idealinin sağlandığını, yaşamımızın temel ihtiyaçlara yönelik acil odağından kurtulup, tasarımla, sanatla dolu bir şehirde günlerimizi geçirdiğimizi hayal edelim istiyorum.

Şehirler, sanat, yaratıcılık ve kolektif hayal gücü sayesinde derin bir dönüşüm potansiyeline de sahip. Bu dönüşümü anlamlandırmak için tarih boyunca Joseph Beuys, Yona Friedman ve Felix Guattari gibi düşünürlerin kavramları, sanat, insanlık ve sürdürülebilirlik etrafında şekillenen bir geleceği hayal etmemize rehberlik etti.

Yaşamın ve kentin geleceği için bir ütopya - Resim : 1
Joseph Beuys'un 7000 oaks projesi kapsamında 1982'de Almanya-Kassel'de dikilen ağaçların 2021'deki görünümü.

Nasıl? değil, neden? diye düşünmenizi istiyorum. Bu soru, kentsel sorunlara çözüm arayışını teknik süreçlerden varoluşsal amaçlara kaydırıyor. Şehirler, yalnızca altyapı sistemleri olarak değil, yaşayan, nefes alan toplumsal heykeller olarak yeniden düşünülmeli ve tasarlanmalı belki de. Beuys’un ifade ettiği gibi toplumu kolektif irade ve hayal gücüyle şekillenen sanatsal bir proje olarak görmek, şehirleri yeniden tanımlamak için bir fırsat değil mi?

Bu düşünceye beni iten, mevcut aksaklıkların gerçekten de teknik yaptırımlarla düzeltilemeyecek kadar karmaşıklaşmış olması. Sistemde tümden bir bakış açısı değişimi, toplam kalite artışı gerekli. Uzun süredir sistemdeki tekil parçaların yarattığı sorunlarla boğuşuyoruz. Bu tekil sorunlar artık koro halinde yükseliyor. Sistemin kırılıp parçalanması gerekli. Bir bakıma toplam bir düşünme biçimi, toplumsal bir ahlak revizyonu aradığımız. Bunun için bir ütopya fikrine sığınıyor; tasarımla ve sanatla dolu bir kent insanları daha iyi yapar mı, iyi olanı talep etmelerine yarar mı diye gevezelik ediyorum.

Gelenekten ve dogmadan kurtulamayan biatçı bürokratların tersine yaratıcı eğitim almış mimarlar, tasarımcılar ve sanatçılar “neden”in içinde yer alarak kentsel varoluşu sorgulama ve yeniden tanımlama yeteneğine sahipler. Geleceğin şehirlerinde, tasarımcılar, tasarım, sanat ve sanatçıların yönetimlerin söz sahibi bir parçası haline getirilmesi ne kadar çok konuyu kökten ele almamızı sağlayabilirdi aslında.

Beuys’un önerdiği gibi, her şirketin, devletin ve kurumun temel yapısında bir sanatçı bulunmalıdır. Yüzyılın başlarından itibaren dile getirildiği üzere, tasarım odaklı düşünme sistemi ile kentsel ve yönetimsel sorunların ele alınması için yeni yapılanmalar sağlanmalıdır. Bu sadece estetikle ilgili bir öneri değil; aynı zamanda kentsel çevrelerde düşünme, direnç ve yeniden tasarlama kültürü oluşturmak üzerine bir devrim biçiminde ele alınmalıdır.

Krizler birer fırsattır. Sistemi, kenti, temel yaşamımızı ve kentsel alanları yeniden düşünmek için daha kaç olay yaşamamız gerekecek?

Yaşamın ve kentin geleceği için bir ütopya - Resim : 2Şehirlerdeki kamusal alanların kaybını düşünelim. Bu yalnızca fiziksel bir erozyon değil, aynı zamanda özgürlüğün erozyonudur. Kamusal alanlar, demokrasinin kalbi, fikirlerin mayalandığı ve toplulukların geliştiği yerlerdir. John May’in dediği gibi, “Şehirlerde kamusal alanların kaybı, özgürlüğün kaybıdır.” Sürdürülebilir bir şehir, bu alanları korumayı ve geliştirmeyi öncelik haline getirerek insan bağlantılarını ve yaratıcılığı desteklemelidir. Kamusal alanlarımızın üzerine dökülen betonlar, aslında hür düşüncelerimizin üzerine örtülüyor, bir araya gelme kültürümüzü düzlüyor, kolektif bilincimizin içini boşaltıyor, yaşantımızı grileştiriyor ve anlamsızlaştırıyor, bizi birbirimizden koparıyor.

Kirlilik, iklim değişikliği ve aşırı nüfus bu zorlukları daha da artırıyor, ancak aynı zamanda kentsel yaşamı yeniden düşünme ihtiyacını da beraberinde getiriyor.

Alg zirvelerinden, ekmek mayalamayı toplumsal fermentasyon metaforu olarak kullanmaya kadar, sürdürülebilirliği günlük yaşamın dokusuna işlemek için sayısız yol var yaratıcı dünyalarda. Bunların her biri dünyada artan eğilimler olarak yaygınlaşırken ve tasarımın gücü toplum yönetiminde önemli fark yaratabilirken biz hala bir kayak merkezinde neden itfaiye birimi olmadığını sorgulamak durumunda kaldığımız son derece acılı bir yaşamsal seviyede sürdürüyoruz hayatlarımızı. Bunu hak etmiyoruz ancak hak, verilmez alınır.

Sağlıklı büyüme dünyanın mottosu haline dönüştü. Bizim hem fiziksel hem ruhsal sağlığımız artık tehlikede. Geleceğin ekonomisi adrenalinle çalışan tüketimcilikten serotoninle çalışan mutluluğa geçişte yatıyor. Günlük yaşantımız ve kentsel deneyimimiz mutluluğu kârın önüne koymalı. Mevcut sistem bunu hiç bir zaman yapmayacak. Bugünün yönetim anlayışının, siyasi bakışının bu ifade ettiklerimden çok uzakta olduğunu hepimiz biliyoruz; peki ama nasıl dönüşeceğiz?

Yok oluşa direnmemiz gerekiyor. Ütopyalar kurmalı ve bunların gerçekleşme ihtimali için savaşmalıyız.

Yona Friedman, “yok oluşa direnmek” için eski yerel milliyetçilik biçimlerinden, çeşitliliği ve birbirine bağlılığı değerli kılan yeni bir küreselleşmeye geçiş çağrısında bulunur. Teknoloji genellikle toplumları homojenleştirip özgün kültürleri ve kimlikleri siliyor. Ancak aynı zamanda, küresel ağların yerel toplulukları desteklediği ve sınırlar arasında iş birliği yaptığı bir “yeni yerellik” türünü de mümkün kılıyor. Bu tek tipleşme aslında belki de benzerliklerimizi keşfettiğimiz, benzerlerimizle dünyanın neresinde olursa olsun bağ kurabildiğimiz bir tür birleşme. Bu bireyi ne kadar güçlü ve önemli kılıyor farkında mıyız? Yıllardır aslında bunu pek çok yerde okuyor, duyuyor, hatta kimilerimiz işlerimize entegre ediyoruz. Bu gücü ve teknolojiyi, toplumsal ağıt olarak kullandığımız kadar başarılı bir biçimde toplumsal dönüşüm ve iyileşme için de kullanabilir miyiz dersiniz?

Örneğin yerel üreticilerin ürünlerini bir whatsapp grubu ile takipçilerine duyuran o minik minik tarım oluşumları; her biri aslında bu bakış açısının iyi birer örneği. Bu örnekleri hemen her konuda yaratabilsek ve benzer girişimleri bir potada birleştirebilsek aslında içimizdeki iyiliği, girişimi, kültürü, sanatı, yerel üretimi daha belirgin biçimde fark edebilecek ve böylece aslında ne kadar çok ve güçlü olduğumuzu görebileceğiz.

Belki de ayrıştığımızı sandığımız her noktada nasıl da bir olduğumuzu fark edeceğiz.

Bu tür bir bakış açısı, kültürel ve ekolojik çeşitliliğin yok oluşuna karşı koyabilir ve öncelikli olarak yaşadığımız şehirlerin ruhsuz, homojen mekanlara dönüşmesini engeller. Friedman’ın önerdiği gibi, şehirler, karakterlerini ve canlılıklarını kaybetmeden bir optimizmle tasarlanmalıdır. Bu optimizm aslında hepimizin içinde var; yaşadıklarımız ile bunları bastırıyor, sindiriyor ve üzerini örtüyoruz. Acıda birleştiğimiz kadar iyi olanda, gelişimde birleşmiyoruz. Bunu yapmamalıyız; aksine ütopyayı daha da somutlaştırmalıyız.

Hafızalarımız metinden ziyade görsellerle derinden bağlantılıdır. Bu özelliğimiz, otopark işaretleri kadar sıradan bir görüntüden, kamusal sanat kadar derin bir alanlara kadar uzanır. Korkunç görseller hafızamıza kazınıyor; rüyalarımızı sarıyor; içimizde korku ve dehşet imparatorlukları kuruyor; bizi ürkütüyor ve öfkelendiriyor. Hafızalarımız için olumlu görselleri çoğaltmalıyız. Kolektif bilincimizde olumlu bir görselliği yaratmak için de çabalamalıyız. Bir şehrin görsel dili, sakinlerinin ona ve birbirlerine nasıl bağlandığını tanımlar. John May’in, ne gördüğümüzü değil, nasıl gördüğümüzü hatırladığımız yönündeki gözlemi, kolektif hafıza ve kimlik oluşturma sürecinde tasarımın, sanatın ve görsellerin önemini vurgular.

Bu nedenle şehirlerde özgürlük yalnızca teknik unsurlar veya fiziksel hareketlilikle değil, bir şehrin görsel ve kültürel manzarasıyla etkileşim ve deneyimleme yeteneğiyle ilgilidir. İyi tasarlanmamış, sanatsız bir şehir, hafızası, kimliği ve özgürlüğü olmayan bir şehirdir.

Yaygın bir deyiş şöyle söyler: “Bir damla suyun içinde okyanusun tüm sırlarını bulabilirsiniz”. Bu şiirsel anlayış, şehirler için de geçerli: Sürdürülebilirlik, tasarım, sanat veya topluluk adına atılan en küçük bir adımda, sistematik değişimin şifresini bulabiliriz. Felix Guattari’nin “ekolojiler” kavramı, kentsel yaşam için çevresel, sosyal ve zihinsel iyilik halini birleştiren bütünsel bir yaklaşımı çağrıştırıyor.

Yaşamın ve kentin geleceği için bir ütopya - Resim : 3

Yukarıda bahsettiğim üzere, toplumun değişimini ve gelişimini ekmek yapımı metaforu ile birlikte düşünelim. Bir tür toplumsal fermentasyon süreci sözünü ettiğim. Maya, son derece basit ve her yerde bulunabilen malzemeleri besleyici bir ekmeğe dönüştürdüğü gibi, yaratıcılık ve topluluk ruhuyla dolu küçük eylemler de yaşamlarımızı ve şehirleri canlı ve sürdürülebilir ekosistemlere dönüştürebilir.

Yazdıklarımı imkansız, zor gibi sıfatlarla okuyanlarınız olabilir biliyorum ancak Hans Ulrich Obrist’in bir yerlerde söylediği ve kulağımda kalmış sözünü hatırlıyorum: “İmkânsız, en azından talep edebileceğimiz bir şeydir”. Tasarım odaklı düşünme, her fırsatta deneme ve yanılmanın geliştirici önemine vurgu yapar; gerektiğinde yeniden başlamayı salık verir. Yaratıcı devrimde imkansız düşüncesine değil, optimizme ve ütopyalara inanırız.

Şehirler ve yaşamlarımız için büyük hayaller kurmalı ve sanat ile yaratıcılığın radikal potansiyelini kucaklamalıyız. Bu, nitelikli tasarımı ve nitelikli sanatı toplumla buluşturmanın yollarını daha da çok bulmak anlamına gelir; sadece ulaşılmaz bir entelektüel gösteri olarak değil, kentsel yaşamın temel bir unsuru, bir düşünme biçimi olarak demek istediğimi sanırım anlatabiliyorum.

İnsan bedeninin, yeteneklerinin sınırları, kamusal alanların rolü ve sosyal bağlantıların önemi üzerine düşünerek, yalnızca hayatı şu yada bu şekilde sürdüren değil, aynı zamanda onu geliştiren yaşamlar ve şehirler inşa edebiliriz. Sürdürülebilir bir şehir yalnızca karbon ayak izlerini azaltmakla değil, neşeyi artırmak, özgürlüğü desteklemek ve insanlığı kutlamakla ilgili olmalı.

Yaşamlarımızın ve şehirlerin geleceği, kolektif iradeyle yaratılan, sürdürülen ve birbirine bağlanan sosyal varlıklara dönüşmelerinde yatıyor. Tasarımı, sanatı entegre ederek, kamusal alanları yaratarak, koruyarak, ütopyalara umut ve bağlılıkla, yaşama alanlarımız ve yaşamlarımız yok oluşa direnebilir ve çeşitlilik, özgürlük ve yaratıcılıkla dolu bir geleceği bize sunabilir. Beuys’un hayal ettiği gibi, her vatandaş bir sanatçı ve her şehir bir başyapıt olabilir.


Özlem Yalım Kimdir?

Ankara doğumlu, İstanbul’da yaşıyor ve aydınlatma sektöründe strateji ve marka yöneticisi olarak profesyonel kariyerine devam ediyor. 1995 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans derecesi aldı, tasarım mesleğinin hemen her alanında gerek kendi firmalarında gerekse çeşitli kurumsal firmalarda ve pozisyonlarda rol aldı. Sivil toplum çalışmaları gerçekleştirdi, uluslararası sergilerde koordinatör ve katılımcı olarak yer aldı, pek çok yarışmanın yazımında ve jürisinde katılımcı oldu. Aydınlatma başta olmak üzere halen tasarımla ilgili alanlarda eğitimler, atölyeler ve konferanslar vermekte. Tüm meslek yaşamı boyunca düzenli olarak çeşitli aylık mecralarda mesleki yazılar yazan tasarımcı, 2013-2015 arasında Optimist dergisinde aylık köşe yazarlığı yaptı. 2018 yılından bu yana sırasıyla Cumhuriyet Pazar, T24 ve Gazete Pencere Pazar’da haftalık köşe yazarlığı yaptı. ‘Bidebunu izle’ Youtube kanalında Şehirler/Şekiller programını, Açık Radyo’da Rotatif programını (cohost) hazırladı ve sundu. Yaratıcı endüstriler alanındaki kritikleri ve ürettiği içerikler talep üzerine halen farklı mecralarda yayınlanıyor. Bunlar arasında Arkitera, Manifold, Sanatatak, Art Unlimited, Oggusto gibi yayınlar sayılabilir. NTV kanalında yayınlanan TurkMucit yarışmasının jüri üyeleri arasında bulundu; İstanbul Tasarım Bienali’ni tasarladı ve İKSV ile birlikte hayata geçirdi. İKSV de görev yaptığı 2010-2014 döneminde iki kez Turkishtime dergisi tarafından üst üste Türkiye’nin en yaratıcı 50 profili arasında gösterildi. Kanada’da yaşayan ve çalışan bir kızı var.