'Yaşam gibi ölümün de kendi hayal gücü vardır'

“Mumlar Sonuna Kadar Yanar” ismi kitapta hem gerçek hem mecazi anlamda karşılık bulur. Zira bu roman bir dostluk, bir ihanet ve bir hesaplaşma romanıdır.

'Yaşam gibi ölümün de kendi hayal gücü vardır'
Fotoğraf:Arşiv
Google Haberlere Abone ol

1900’de, dönemin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bugünkü Slovakya’da doğan Sándor Márai’nin “Mumlar Sonuna Kadar Yanar” adlı romanı geçtiğimiz günlerde YKY etiketiyle raflara girdi. Kitabı çeviren isimse Esen Tezel.

“Mumlar Sonuna Kadar Yanar” ismi kitapta hem gerçek hem mecazi anlamda karşılık bulur. Zira bu roman bir dostluk, bir ihanet ve bir hesaplaşma romanıdır. General Henrik, Yüzbaşı Konrád ve soyunda pek çok ırkın kanı bulunan güzel Krisztina “sonuna kadar yanarak” bu hesaplaşmadan paylarını alırlar. O büyük hesaplaşma gecesinde de zaten masadaki mumlar bitene dek “sohbet” sürer.

Peki, bir insan bir hesaplaşma için kaç yıl sabredebilir?

Sandor Marai, çev:Esen Tezel, 120 syf.,Yapı Kredi Yayınları,2024
 Mumlar Sonuna Kadar Yanar, Sandor Marai,çev:Esen Tezel, 120 syf.,Yapı Kredi Yayınları,2024

'SEN GURURLUYDUN VE BENİM ZENGİN OLMAMI BAĞIŞLAYAMADIN'

Márai bu kısa romanını 19. yüzyılın ikinci yarısından başlatıp 1940’lara kadar getirir, bunu yaparken de iki nesle dokunan bir çatışma kurar.

Hızlıca anlatayım: General Henrik’in Muhafız Alayı Subayı olan babasıyla annesi birbiriyle pek anlaşamayan insanlardır. Pek tabii döneminde bu bir ayrılık gerekçesi olmadığından ilk ve tek çocukları Henrik’e ihtimamla yaklaşır, nihayetinde de onu askerî okula yazdırırlar. Henrik, çocuk yaşta girdiği bu okulda sınıf arkadaşı Konrád’la sıkı dost olur. Öyle ki aileleri bile onlara ikiz muamelesi yapmaya başlar.

Henrik ve Konrád arasında ilk elden gördüğümüz çatışma sınıfsaldır. Henrik zengin ve soylu bir aileye sahiptir. Konrád ise çok yoksuldur. Örneğin bir uşağa bahşiş verdiğinde, babasının bir haftalık tütün parası eksilir; fazladan bir kıyafet diktirdiğinde ise annesinin bir yıl boyunca gıdım gıdım biriktirdiği para havaya uçar. Ancak bu fedakârlık Konrád’a fazla gelir. O da bunun altında öyle çok ezilir ki ailesinin ölmesini bile ister. Beri yandansa Henrik’lerin evinde öz evlat gibi her şeyden yararlanır ve ona asla sınıfsal bir imada bulunulmaz.

Ancak Márai romandaki sınıfsal farkı son ana dek kelimelere dökmez. Diğer bir deyişle bu, konuşulan, tartışılan bir şey değildir, sezilen bir şeydir. Üstelik bu sezgi sadece karakterler arasında bulunmaz, yazar-okur arasında da benzer bir ilişki söz konusudur. İşte tam da bu yüzden, esas konu diplerde gezinip gizlendiğinden, daha da dikkat çeker.

Beri yandan Márai’nin bir ustalığı da meseleyi aşamalandırmasıdır. Kitabı kabaca üçe böldüğümüzü varsayarsak; ilk kısım olan çocukluk çağında “Henrik”, ikinci kısım olan gençlik çağında “muhafız alayı subayının oğlu” ve son kısım olan yaşlılıktaysa “general” tabirleri daha sık kullanılır. Neredeyse bir leitmotiv olarak değerlendirebileceğimiz bu aşamalandırmaysa bir yanıyla General Henrik’in dönüşümüne, bir yanıyla da General Henrik’in diğer karakterlerle kurduğu ilişkinin rengine karşılık gelir.

'HER BÜYÜK TUTKU UMUSUZDUR'

Romanın ikinci çatışması olan ihanet de zaten ilkiyle ilintidir. Tıpkı babası gibi General Henrik de pek anlaşamadığı bir kadınla evlenir. Konrád’ın dostluğunu da düşünürsek, bu üç kişi sürekli bir aradadır. Márai bu kısımda da ihaneti büyük kavgalarla, ortalığın yakılıp yıkılmalarıyla falan anlatmaz; yine imalar, yine suskunluklar ve yine içsel çelişkiler söz konusudur. Márai bunu adım adım ilerletirken irili ufaklı pek çok örnek sunar bize ama içlerinden iki tanesi çok etkilidir. İlki Henrik’le Konrád’ın ava gittiklerinde gerçekleşir. Henrik önde, Konrád arkadayken karşılarına bir anda bir geyik çıkar. İkisi de aniden put kesilirler. Konrád arkadan tüfeğini yavaşça doğrultur ama Henrik namlunun geyiği değil kendisine çevrili olduğunu hisseder. Asla dönüp bakmaz ama buna adı gibi emindir.

İkinci örnekse avdan eve döndüğünde gerçekleşir. Egzotik ülkelere dair bir seyahatname okuyan karısı Krisztina karşısında Henrik’i görünce şaşkınlıkla bakakalır; sanki eve gelmemesi gerekiyormuş gibi…

'İNSAN KADERİNİ BİLMEK VE TAMAMEN ÜSTLENMEK İSTER'

Márai romanı Henrik’in yaşlılığından açar. Biz olan biteni flashback olarak okuruz. İşin ayrıntılarınıysa Konrád geldikten sonra yaşanan konuşmalardan öğreniriz.

Evet, av gününden sonra habersizce çekip giden ve 41 yıl 43 gün boyunca nerede olduğu bilinmeyen Konrád şehre döndüğünde Henrik’e haber verir. Henrik de bütün ayrıntılarını hatırladığı o son yemek gününün birebir aynısı bir sofra hazırlatır hizmetçilere: Bir yönüyle her şey aynıdır, bir yönüyle de hiçbir şey aynı değildir.

Henrik ve Konrád bir araya geldiklerinde ikisi de yetmişin üzerindedir ama ikisi de hâlâ dinçtir. Sanki bu ana ulaşmak, bu hesaplaşmayı gerçekleştirmek için ölmemişler gibi bir halleri vardır. Aralarındaki sırlar, on yıllardır konuşulmayan gerçekler, sorulamayan sorular, yapılamayan itiraflar tıpkı bir kan gibi vücutlarında dolaşmış ve onlara yaşama gücü vermiş gibidir.

Ancak Márai bu son kısımda da beklentilerimizi boşa düşürürcesine bize büyük kavgalar, gözyaşlarıyla dolu itiraflar sunmaz. Aksine, cevaplara ihtiyacı olan Henrik’e sayfalar süren monologlar yazar. Tamam, Henrik arada sorular da sorar ama bunlara karşılık Konrád bir cümle ya eder ya etmez, o cümleler de zaten çok önemli şeyler değildir. Henrik yine de aldırış etmez, sayfalarca konuşmayı sürdürür. Biz de bir noktadan sonra Henrik’in cevaplara değil, içindekileri dökmeye ihtiyacı olduğunu düşünmeye başlarız.

'BENİM VATANIM BİR DUYGUYDU. BU DUYGU YARA ALDI'

Márai’nin son zamanlarda okuduğum en iyi yazarlardan olduğunu söyleyebilirim. Ancak ne hikmetse, YKY tarafından Türkçeye çevrilmiş diğer üç kitabında da bozulan evlilikleri, ihanete uğramış aşkları konu edindiğini gördüm. Gerçi Márai’nin elliye yakın kitap yazdığını biliyoruz, yani böylesi bir genelleme yapmak doğru değil ama hayatına hızlıca baktığımızda kendisinin aileye önem verdiğini anlayabiliyoruz. Zira eşinin ölümü üzerine önce büyük depresyona giriyor, sonra üvey oğlunu da kaybedince 1989’da kafasına sıkarak intihar ediyor.

Beri yandan Márai gençliğini sosyalist olarak geçiriyor ama II. Dünya Savaşı’ndan sonra ülke yönetiminde bulunan sosyalistler anlaşamadığından vatanını terk ediyor (yahut vatanından kovuluyor) ve ölümüne kadar Amerika’da yaşıyor.

Peki, ölene dek anadilinde yazmakta ısrar eden bir yazarın vatanını bir tür aile sayıp, vatansızlığını da buna mukabil ailesinden kovulmuşluk olarak değerlendiremez miyiz?